Urefâ-yı Mevleviyye’den Bir Şair-i Hassas Abdülbâkî Baykara Efendi
MEHMET KÖKREK
gülistân-ı Mevlevî’de bir gül-i handân iken
pây-ı ağyâra serildim hâkisâr oldum bugün
13 Aralık 1925… Yenikapı Mevlevihanesi’nde öğle namazı eda edilmiş ve Gülşehrî’nin Mantıku’t-Tayr’ı okunmaya başlanmıştı. Usul-i kadim üzere yapılan derste evvela beyitler okunuyor, sonrasında şerhi yapılıyordu; âşık ol kim gussadan şâd olasın/ kamu kaygulardan âzâd olasın beyti henüz geçilmişti… Birkaç gündür Ankara’da sürmekte olan hararetli tartışmalar bundan on üç gün evvel nihayete ermiş; tekke, vaziye ve türbelerin kapatılması karara bağlanmıştı.
Bu zaman zarfında halk, kararın uygulamaya konulup konulmayacağı konusunda ikiye bölünmüş olsa da genel kanı bu işin artık bittiği yönündeydi; fakat “Belki bir mucize olur” ümidini taşıyanlar da az değildi. Daha geçen senenin kasım ayında medreselerin kapatılıp kapatılmayacağı konusunda benzer bir süreç yaşanmış ve sonuçta kararı uygulamaya konulmuştu. Kaldı ki bugüne kadar mecliste alınan herhangi bir karardan geri adım atıldığı görülmüş şey değildi. Yenikapı Mevlevihanesi postnişini Abdülbâkî Efendi ve müntesipleri, diğer pek çok ehl-i tarik gibi uzlet köşesine çekilip tefekkür postuna oturmayı seçmişlerdi. İşte böyle bir anda Gülşehrî’nin mezkûr beyti imdada yetişmiş ve mecliste bulunanların gönlüne sürur vermişti. Fakat bu hâl uzun sürmedi. Tam da bu beytin şerhine başlanılacağı esnada meclise üç polis memuru giriverdi. İçlerinden biri dervişane bir edayla meclisi selamladı.Abdülbâkî Dede bu zatı hemen tanıdı; o, Beşiktaş Mevlevihanesi postnişini Fahreddin Dede müntesiplerindendi. Birkaç sene evvel Abdülbâkî Efendi’den Mesnevî-yi Şerif okumuştu. Diğerleri ise tanıdık değildi. Abdülbâkî Efendi polislerin neden geldiğini anlamıştı. Meselenin bir an evvel açıklığa kavuşması için “Buyur nazarım, çekinme sen elçisin; elçiye zeval olmaz” diyerek polis memurunu gayrete getirdi.
Polis, ıkına sıkıla fakat kendisine tembihlendiği gibi gür bir sesle elindeki ilamı okumaya başladı: “Tekke ve zaviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile birtakım unvanların men ve ilgasına dair kanun. No. 677. Birinci maddde: Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde gerek vakıf suretile gerek mülk olarak şeyhin…” Polis memuru “alelumum tarikatlerle şeyhlik, dervişlik, müridlik, dedelik, seyyidlik, çelebilik, babalık, emîrlik, nakiblik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük” ibarelerini görünce duraksadı. Boğazı düğümlendi. Gözleri doldu. Okumaya devam edemedi. Abdülbâkî Efendi “Ne yapalım nazarım, kaderde falcılarla, büyücülerle, üfürükçülerle aynı kefeye girmek de varmış” diyerek onu teselli etti ve “Sen okumana devam et” diyerek cesaretlendirdi. Tebligat zor da olsa tamamlandı.
Mecliste çıt çıkmıyordu. Bundan sonra ne olacağı konusunda hiç kimsenin en ufak bir fikri dahi yoktu. Abdülbâkî Efendi ihvanından helallik aldıktan sonra meclisi dağıttı. Tekkenin kapılarına mühür vuruldu. Nihayetinde sazın teli kopmuş ve ahenk ebediyen kesilmişti; artık herkes için bambaşka bir hayat başlıyordu…
Muhtasar tercümeihâl
Abdülbâkî Efendi, 15 Ramazan 1300 Çarşamba günü (20 Temmuz 1883) tıpkı “Ebu’l-Burhan” lakabıyla meşhur babası Muhammed Celaleddin Dede gibi Yenikapı Mevlevihane’sinde dünyaya geldi. Mevlevihane postnişinlerinden Muhammed Celaleddin Dede’nin “Ebu Kemaleyn” lakaplı pederi Osman Salahaddin Dede de aynı vazifede uzun yıllar bulunmasının yanı sıra Meclis-i Meşayih’in ilk reisiydi.
Abdülbâkî Efendi ilk eğitimini dedesinden ve babasından aldı. Daha sonra, sırasıyla Mevlevihane civarında bulunan Sıbyan Mektebi, Darü’l-Tahsil ve nihayet Davutpaşa Rüştiye Mektebi’ni başarıyla bitirdi. Ayrıca Mevlevihane yakınlarında bulunan Kurrahane’nin meşhur muallimlerinden Musa Efendi, Demirci Ahmed Fuad Efendi, meşhur hafız-ı kütüp İsmail Saib Sencer, Mesnevihan Esad Dede ve Meclis-i Meşayih reislerinden Hasirîzâde Mehmed Elif Efendilerin de rahle-i tedrisinden geçmişti. Arapça ve Farsçayı gayet iyi öğrenmişti. Hasirîzâde Elif Efendi’den mesnevihanlık; İsmail Saib Sencer’den ise ilmiye icazetini aldı. Yenikapı Mevlevihanesi’nde devrinin en önemli musikişinaslarından çokça eser meşk etti.
9 Ağustos 1888 Perşembe günü Yenikapı Mevlevihanesi’ne postnişin olarak tayin olunan babası, “tederrün-i rie vü hançere” (akciğer ve gırtlak kanseri) illetine yakalandı. 1903 senesinde rahatsızlığın ilerlemesinden sebep Abdülbâkî Efendi babasına vekalet etmek durumunda kaldı. 1907’nin sonlarına doğru ağrıları dayanılmaz bir hâl alan Mehmed Celaleddin Dede, doktorların hava değişikliği tavsiyesine uyarak Gedikpaşa taraflarında bir konağa yerleşti. Fakat takdir tedbire uymadı ve 30 Mayıs 1908’de bekâ âlemine hicret etti. Vefatı üzerine bendelerinden Ahmed Remzi Dede pek manidar olan şu tarihi düştü:
şu bir mısrada Remzî münderic geldi iki târîh
Celâleddin Muhammed gitti ammâ sırrıdır Bâkî
Pederinin vefatından yetmiş iki gün sonra, temmuzun yirmi dördüncü pazartesi günü, Konya Mevlevî Asitanesi postnişini Abdülvahid Çelebi’nin onayıyla posta, bu sefer, asaleten oturdu. 1909 senesinde yaklaşık dokuz yıl boyunca sürdüreceği Meclis-i Meşayih azalığına tayin edildi. Vazifesi başındayken Balkan Savaşları ve sonrasında I. Cihan Harbi patlak vermişti; zor zamanlardı.
Yenikapı Mevlevihanesi savaş yıllarında Osmanlı askerlerine hizmet eden bir hastaneye dönüştürüldü. Abdülbâkî Efendi gönüllü Mevlevîlerden oluşan Mücâhidîn-i Mevleviyye alayına binbaşı rütbesiyle kumandan vekili olarak katıldı. Mevlevî alay, Şam’da bulunan Dördüncü Ordu’ya katılalı az bir süre geçmişti ki sağlık durumu kötüleşti. Alay kumandanı Veled (İzbudak) Çelebi’nin de isteğiyle İstanbul’a döndü.
Abdülbâkî Efendi bu zor zamanlarda bile nükteleriyle etraftakilere neşe verir, içinde bulundukları kasvetli havayı dağıtmayı bilirdi. Savaş yıllarında, Veled Çelebi ve Mehmed Akif gibi önemli zevatın dahi hazır bulunduğu bir iftar meclisinde, sofraya gelen bulgur pilavını görünce aklına çok sevdiği enginar gelmiş ve bizzat çektiği gülbangın sonuna şu beyti ekleyivermişti:
bulgur pilavı bu senenin enginârıdır
karnımdaki gurultu onun yadigârıdır
Suud Yavsî Ebusuudoğlu veya daha çok bilinen adıyla Suudü’l-Mevlevî’nin Şerife Saide Hanım ile nikâhlanmasından sonra yatsı namazı kılınmış, dualar edilmiş ve nihayet damat gelinin yanına giderken Abdülbâkî Efendi damadın sırtına üç yumruk vurmuş. Üçüncüsü biraz sert olup can yakınca damadın istemsizce fırlattığı sert bakışlara karşılık Abdülbâkî Efendi şu latif beyti okumuş ve damadın neşesini yerine getirmişti:
dergeh-i Merkez Efendi’ye Suûd-ı dil-şâd
cemre-i sâlûs ile oldu üçüncü dâmâd!
Entelektüel birikimi devrin ekabiri arasında da takdir görürdü. Kaleme aldığı makaleler Mahfel, Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Babalık Gazetesi, Millî Mecmua gibi yerlerde neşredildi.
Türkçe ve Farsça olarak kaleme aldığı şiirleri Suudü’l-Mevlevî tarafından derlenerek Abdülbâkî Efendi’nin oğlu Rasuhi Baykara’ya intikal ettirilmiş ve Enfâs-ı Bâkî adını taşıyan bu mecmua Millet Kütüphanesi’ne vakfedilmiştir. İçerisinde şiirleri dışında Abdülbâkî Efendi’nin kısa hayat hikâyesi, merhuma ait birkaç hatıra ve makaleler de vardır. Dahası ilki Ali Nutkî Dede tarafından tutulan ve sonrasın yazılması âdet hâline gelen Defter-i Dervişan’lardan ikincisini de kaleme alarak önemli olay ve kişilerin unutulmamasına vesile olmuştur. İşte sikke-i Mevlânâ altında geçen tam kırk iki senenin muhtasar tercümeihâli böyle; biraz da sonrasına bakalım…
Makâm-ı Mevlevî’de şeyh idim pîr-i mugân oldum
Tekkelerin kapılarına mühür vurulmasıyla Abdülbâkî Efendi ve ailesi büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldı. Ailesini bu dar zamanlardan kurtarmak için İstanbul Türk Ocağı müdürlüğü, Halk Fırkası memurluğu, Kütüphaneler Tasnif Komisyonu azalığı gibi görevlerde bulunsa da hiçbiri uzun sürmedi. Zira onun ruhu ve zihni, bülbülleri dile getiren efsunlu nağmeler ile bu nağmeler ile sarhoş gönüllerin gül kokan muhabbetlerinde hapsolmuştu.
Ama artık ne o nağmeler ne o bülbüller ne de o sohbetler vardı. Devir bülbüllerin değil, zağların devriydi… Durumun daha iyi anlaşılması adına şu anekdotu paylaşmak faydalı olacaktır: Adı pek iyi bilinen bir musikî cemiyetinin radyodaki icrasına denk gelen Atatürk, duyduğu gürültüye tahammül edemeyip “Susturun şunları!” demekten kendini alamamış ve sonrasında hiç de hoş olmayan bir süreç yaşanmıştır. Burası başka bahis, biz konumuza dönelim… Abdülbâkî Efendi’yi içinde bulunduğu hâlden kurtarmak isteyen kayınpederi Mustafa Münif Paşa ve Fuad Köprülü,
Belki eski günlerdeki gibi insan yetiştirmeye başlarsa içinde bulunduğu mukayaza-i hâlden kurtulur ümidiyle onun Darulfünun’da Farsça hocalığına tayin edilmesini sağlarlar. Ümit ve gayretler boşa çıkmaz. Abdülbâkî Efendi tekkeler kapatıldıktan sonra ilk defa bu kadar mutludur. Mutludur mutlu olmasına ama bu mutluluk da kursağında kalır. Üniversite reformu ile görevine son verilir.
2 Temmuz 1934 tarihinde yürürlüğe konulan soyadı kanunu sonrasında Baykara soyadını alan Abdülbâkî Efendi, tanıdıkların araya girmesi ile yaklaşık üç ay boyunca edebiyat öğretmenliği yapacağı Bakırköy Ermeni Bezezyan Lisesi’ndeki görevine başlar ama artık o neşeden eser kalmamıştır.
25 Şubat 1935 Perşembe günü öğleden sonra Süleymaniye Kütüphanesi’nde kütüphane müdürü Hasirîzâde Zâhir Efendi ile sohbet ederken bir anda fenalaşarak bayılır. Ayıldığında kahvesinden birkaç yudum alır ve Topkapı’daki evine gitmek istediğini söyler. Bir araba bulunur ve refakatçi olarak yanına verilen kütüphane memurları ile yola çıkar. Aksaray Caddesi’ne vardıklarında baygınlık hâli tekrar eder.
Bulundukları yerin yakında bulunan Edhem Pertev Eczanesi’ne taşınırken son nefesini verir ve ebedî âleme doğar. Yenikapı Mevlevihanesi’ne getirilen naaşı cumartesi günü buradan alınarak Merkez Efendi’ye nakledilir. Öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından Mevlevî usulünce icra edilen cenaze merasimi ile hayata gözlerini açtığı Yenikapı Mevlevihanesi’ne getirilir. Vasiyeti gereği Mevlevihane’nin ilk postnişini Kemal Ahmed Dede’nin yanına sırlanır. Yukarıda yazılanların hiçbiri, büyük bir keder ve ızdırap içerisinde geçen son on yılı tarif edemez. Fakat Abdülbâkî Efendi’den yadigâr kalan şu şiir belki onun içinde bulunduğu buhranı anlamamıza vesile olur:
kesip rîş-i sefîdim pîr iken yosma cevân oldum
makâm-ı Mevlevî’de şeyh idim pîr-i mugân oldum
ne sâfî Müslüman kaldım ne oldum kıpkızıl kâfir
giriftâr-ı belâ-yı fitne-i âhir zamân oldum
dilimde nûr-i îmânım başımda kapkara şapka
misâl-i fecr-i kâzip nûr u zulmetle ayân oldum
dedim âyînede seyr eyleyince kendimi fi’l-hâl
balıkçı Kör Yivan yâhud kuyumcu Estepân oldum
semâ-yı Mevlevî’yi terk edip öğrenmedim dansı
Selânik dönmesinden de beter bir Müslümân oldum
unuttum ebcedi bilmem Latince harf ile yazmak
bugün bâzîçe-i nâçîz-i etfâl-i cihân oldum
abâ bonjur silindir çapka oldu sikke-i monlâ
bu uydurma kıyafetlerle rüsvây-ı cihân oldum
ne şâhân-ı seleften nâil oldum lutf u ihsâna
ne de meb’us-ı rûşen-baht olup sâhib-kırân oldum
müderrisler bana Dârülfünûn’da eyledi sebkat
cehâletten hamâkatten egerçi imtihân oldum
te’emmül eyleyip Ebsabru miftahu’l-ferec sırrın
misâl-i deyr-i patrik-i zamân bî-imtinân oldum
şu’ûn-ı hikmete baktıkça sabr etmek ne mümkündür
bugünlerde beni afv eyle yâ Rabb bed-zebân oldum
nevâ-yı nây ile raksân olurken bir zaman Bâkî
belâ-yı hicr ile şimdi mücessem bir figân oldum
#MEHMET KÖKREK