MEVLEVİLİK VE SEMÂ – ESİN ÇELEBİ BAYRU

MEVLEVİLİK VE SEMÂ

ESİN ÇELEBİ BAYRU

Hz. Mevlânâ’nın 22. kuşak torunu

“Şu halde Semâ aşıkların gıdasıdır

Çünkü Semâda Tanrı ile buluşma hayali vardır.”

(Hz. Mevlânâ)

Hz. Mevlânâ’nın Hakk’a yürüyüşünden sonra oğlu Sultan Veled ve dostları tarafından 13. yüzyılın sonlarında tesis edilen Mevlevilik, sadece Anadolu’da değil Balkanlar’da, Asya’da, Afrika’da ve Arap Yarımadası’ndaki insanları da yüzyıllarca aydınlatan ve hâlâ da aydınlatmaya devam eden bir ‘olgun insan’ yetiştirme yolu olmuştur.

Konya’daki Mevlânâ Dergâhı merkez olmak üzere (1) Afyon, Kütahya, Manisa, Muğla, Eskişehir, Bursa, Denizli, İstanbul, Bursa, Antep, Diyarbakır, Urfa, Adana, Ankara, Yozgat, Kastamonu, Sivas gibi birçok Anadolu şehrinde; Selânik, Belgrad, Bosna, Kahire, Mekke, Medine, Şam, Halep, Trablusşam, Tebriz ve Lefkoşe gibi yurt dışında 114 ayrı noktada teşkilatlanan Mevlevilik, altı yüzyılı aşkın bir süre başta; Hz. Mevlânâ’nın ‘Allah’la birlikte olmak’ olarak nitelendirdiği SEMÂ’sıyla tüm dünya insanlarının gönüllerine girmeyi başarmıştır. Bugün yine Hz. Mevlânâ’nın engin fikirleriyle birlikte insanları en fazla etkileyen Semâ’dır.

Semâ, Mevlevilik Tarikatı’nın en önemli unsurlarından biridir. Mevlevî dervişi olmak isteyen kişi önce nev-niyâz (yeni tâlib) unvanıyla Mevlevihanenin matbahında üç gün postta (Saka Postu) oturur (2), bu süre sonunda eğer tarikata kabul edilme onayı almışsa başına sikke giydirilerek Mevlevihânede çalışmaya ve Semâ meşk etmeye başlar. Artık bu kişi bundan sonra ‘can’ diye anılır. Bir taraftan matbahta bulunan ortasında bir çivinin çakılı olduğu meşk tahtasında Semâ öğrenip tarikatının asıl objesini yerine getirmeye çalışan can diğer taraftan Abrîzcilik, Pazarcılık, Şerbetçilik, Süpürgecilik, Çerağcılık ve Somatçılık gibi 18 adet Dergâh hizmetlerinde de sırasıyla çalışır ve 1001 günlük çilesini çıkarmış olur.

Can’a bu hizmetleri yerine getirirken yeteneğine göre bir meslek de öğretilir. Bu meslekler genellikle güzel sanatların çeşitli dallarında olur; can’ın yeteneğine göre hattatlık, hakkaklık, çinicilik ve mûsıkîşinâslık eğitimi verilir. 1001 günü lâyıkıyla tamamlayan can artık Mevlevilik Tarikatı’na göre ‘Dede’ unvanı almış, kendisine bir hücre (oda) edinip orada yeteneğine göre çalışmalarına devam etme hakkı kazanmıştır. Bu Dede eğer isterse aynı imkânlarla başka bir Mevlevihâneye gitme hakkına da sahiptir.

Mevlevilik tarihinde yukarıda bahsedilen 1001 günlük çileyi çıkarmadan da dergâha devam edip Semâ öğrenen ve tarikatın gereklerini yerine getiren dervişler de vardı. Ayrıca dergâha hiç devam etmeden tarikatın yetkililerinden feyz alıp, zaman zaman da meclislere katılan kişiler vardı; bunlara da Mevleviliği seven manasındaki ‘Mevlevî muhibbi’ adı verilirdi.

Hz. Mevlânâ’nın Semâ’sı

Hz. Mevlânâ’nın ilk olarak ne zaman ve niçin Semâ ettiğine dair elimizde bilgi yoktur. Ama şu gerçektir ki, O dergâhta, evde, çarşıda ve bazen de ders esnasında cezbeye gelip herhangi bir kurala tabi olmadan içinden geldiği gibi Semâ dönmüş ve hattâ öyle zaman olmuş ki, Semâsındaki cezbe ve hararetten belindeki kemeri dahi çözülmüştür. Hz. Mevlânâ ileriki yıllarda Şems-i Tebrizi’nin kaybolmasından sonra (1247-8) sonra kendisine halef seçtiği Kuyumcu Selâhaddin’in (3) (ölm. 1264) sarraf dükkânının önünden geçerken onun çekiç darbelerindeki ritimlerden cezbeye kapılıp Semâ’ya başlayacak ve;

Yekî gencî pedîd âmed der în dükkân-i zerkûbî

Zihî sûret, zihî ma’nî, zihî hubî, zihî hubî

(Bu kuyumcu dükkânında bir hazine göründü

Ne hoş suret, ne hoş mânâ, ne güzellik, ne güzellik)

matlâıyla başlayan meşhur gazelini söyleyecektir.

Yine Hz. Mevlânâ bir gün Konya sokaklarında dolaşırken avladığı tilkinin postunu kendi lehçesiyle “dilku, dilku” diye bağırarak satan bir Türkmen’in bu nağmesinden cezbeye gelerek orada Semâ etmeye başlar. Çünkü ‘dilku’ kelimesi Farsça’da ‘gönül neredesin?’ anlamına gelmekte ve kelimeyi bu taraftan anlayan Hz. Mevlânâ’ya kafi derecede malzeme olmaktadır.

Hz. Mevlânâ’nın gerek Selçuklu sarayında, gerekse civar kentlerde düzenlenip dâvet edildiği toplantılarda Semâ meclislerini yönettiği ve katılanlarla birlikte Semâ yaptığı özellikle Eflâkî Dede’nin Menâkıbu’l-ârifîn adlı eserinde etraflıca anlatılır.

Hz. Mevlânâ bir gazelinde Semâyı ‘mutlak fânîlik içinde bekâ zevkini tatmak’ olarak vasıflandırır ve Semânın sırları hakkında şunları söyler:

Semâ nedir biliyor musun?

Belî (evet) sesini işitmek, kendini unutup Allah’a kavuşmaktır.

Semâ nedir biliyor musun?

Dostun hâlini görüp bilmek ve lâhut perdelerinden Allah’ın sırlarını işitmektir.

Semâ nedir biliyor musun?

Varlıktan habersiz olmak ve mutlak fânîlik içinde bekâ zevkini tatmaktır.

Semâ nedir biliyor musun?

Nefisle savaşmak, yarı boğazlanmış tavuk gibi toprakta kanlı bir hâlde çırpınmaktır.

Semâ nedir biliyor musun?

Yakup peygamberin ilâcını ve Yusuf’a kavuşma kokusunu gömleğinden hissedip koklamaktır.

Semâ nedir biliyor musun?

Musa peygamberin asası gibi her dem Firavunun sihirlerini yutmaktır.

Semâ nedir biliyor musun?

Meleğin sığmadığı ‘li mâ Allah’ sırrına vasıtasız olarak ulaşmaktır.

Semâ nedir biliyor musun?

Şems-i Tebrizi gibi gönül açmak ve kudsî nurları görmektir. 4

Hz. Mevlânâ yine bir rubaisinde şiirlerindeki mânâyı ve Semâsını şu şekilde özetler:

Başımı koyduğum her yerde, secde edilen O’dur

Dört köşe ve altı bucakta tapılan O’dur.

Bağ-bahçe, gül-bülbül, SEMÂ, sevgili;

Bütün bunlar hep bahane; asıl maksat olan O’dur. 5

Hz. Mevlânâ’dan sonra Semâ

İnsanın tabii hareketi olan dönmek, yani Semâ etmek, Hz. Mevlânâ Celaleddin Rumi’den sonra Hüsameddin Çelebi (ölm. 1284), Sultan Veled (ölm. 1312) ve Ulu Arif Çelebi (ölm. 1320) zamanında tarikat haline gelen Mevleviliğin bir sembolü olmuştur. Bu düzenlemelerle mûsıkî ile bütünleşen ve kurallara bağlanan dönme hareketi daha tesirli, daha görkemli ve daha ruha hitap eder bir hale gelmiştir. Yine Hz. Mevlânâ’nın torunlarından Pir Adil Çelebi (ölm.1490) zamanında bugünkü şekline yakın bir hal alan Semâ Mevlevilerce bir tören haline getirilmiştir.

17. yüzyıl ise diğer tarikatlarla birlikte Mevleviliğin de bir gerileme, hatta lağvedilmesiyle karşı karşıya kaldığı bir dönem olmuştur. Tarihe ‘Kadızadeler Olayı’ olarak geçen bu dönemde Osmanlı sultanı IV. Murad’ın tahtta olduğu vakit önce Vani adlı bir hoca, sonra da yerine Hünkâr şeyhi olarak geçen oğlu Fazıl Ahmed Paşa yoldan çıkmış tarikatları bahane ederek Mevleviliği de kapatıp, Semâyı yasaklatmıştır. Bu menfur olay tarih boyunca memleketlerine hiçbir zaman zararı dokunmayan Mevlevileri çok etkilemiş ve ebced hesabıyla ‘Yasağ-ı bed’ (H. 1077/M. 1666) (kötü yasak) olarak tarihlendirilmiştir. Bu yasak Vani’nin gözden düşme yılı olan 1684′ e kadar 18 sene sürmüş ve bu tarihte kalkan yasağın ardından Mevleviler yeniden Semâ dönmeye başlamışlardır. Bu yasağın kalkması da yine Mevlevi şairler tarafından ebcedle “Mevlevîler döndü Cân’a aşk-ı Mevlânâ ile” (H. 1095/M. 1684) mısrasıyla tarihe kaydolmuştur.

Semâdaki semboller ve Semâzen kıyafeti

Bu törendeki her şey ayrı bir mânâya, ayrı bir güzelliğe sahiptir. Semâ edilen, Semâhane denen alanın şeklinden, üstüne oturulan postların renklerine, Semâzenin giydiği her giysiden, yaptığı her harekete kadar hepsinin bir mânâsı vardır; hepsi bir sembol ifade etmektedir. Mesela Semâhane dairevi bir alandır ve kâinatı sembolize eder. Şeyhin oturduğu kırmızı post Hz. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’nin makamı sayılır ve şeyh efendi vekaleten bu makama oturur. Kırmızı renk ‘vuslat’ yani Allah’a kavuşma rengidir. Hz. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi güneş batarken Allah’a kavuşmuştur. Bilindiği gibi güneş batarken de doğarken de gökyüzü kırmızı bir renk alır. İşte şeyh postunun kırmızı rengi maddi dünyadan batışı, mânevi dünyaya doğuşu temsil eder. Mevleviliğe yeni girenlerin oturduğu post siyah olur. Siyah renksizliğin rengidir, tevhidi temsil eder, bütün renkleri içinde barındırır. Derviş bilgilenip yol alınca beyaz renkli posta oturmaya hak kazanır.

Semâzenin kıyafetine gelince; insanın kötü huylarının, yani nefsinin mezar taşını temsil eden sikkesi, nefsinin kefenini temsilen tennuresi, nefsini ise üstüne giymiş olduğu hırkası temsil eder. Semâzen Semâya başlarken hırkasını çıkarır ve mânevi bir temizliğe adım atmış olur. Semâzenin, kollarını çapraz bağlı olarak duruşu Allah’ın birliğini ifade eder. Kollarını iki yana açarak sağdan sola dönerken adeta kainatı bütün kalbiyle kucaklar gibidir. Gökyüzüne dönük olan sağ eli ile Hak’tan aldığını yeryüzüne dönük olan sol eli ile halka dağıtır. Burada ayrıca Semâzenin Hak’ta yok oluşu da vurgulanır.

Semâ töreni Mustafa Itrî (ölm.1712) efendinin bestelediği 6 Peygamber efendimizi öven Na’t-ı şerif ile başlar. Allah’ın kainatı yaratışındaki “OL” (kün) emrini sembolize eden kudüm sesinin ardından ilahi nefes olan ney sesi duyulur. Kainat oluşmuş ve can bulmuştur.

Şeyh efendinin önderliğindeki Semâzenler Semâhanenin etrafında dairevi bir yol izleyerek yürürler. Her bir dairenin ilk yarısı maddi dünyayı ikinci yarısı mânevi dünyayı sembolize eder. Sultan Veled devri denen bu üç devir mânevi bir yolcululuğa hazırlanıştır. Semâzen nefis sembolü olan hırkasını çıkarır ve şeyhinden izin alarak Semâya başlar.

Dört selam olan Semâyı babam Celaleddin Bakır Çelebi’nin de belirttiği gibi şöyle özetleyebiliriz:

“Semâ kulun hakikate yönelip akılla – aşkla yücelip, nefsini terk ederek Hak’ta yok oluşu ve olgunluğa ermiş , kâmil bir insan olarak tekrar kulluğa dönüşüdür.”

Bir Semâ töreninden sonra Semâzen de, töreni izleyen de Yaradan’ına biraz daha yaklaşır, O’na olan aşkı daha kuvvetlenir; arınır, tertemiz mutlu ve huzurlu bir ruha kavuşur.

İnsanlar bir şeyleri isterken yakararak dönmüşler, istekleri olunca sevinip dönmüşler, ruhlarının coşkusunu dönerek Semâ ederek ifade etmişlerdir. Tarihten edindiğimiz bilgiler bunlar, yani insanoğlu ilk gününden bu güne hep dönmüş, hep Semâ etmiştir. Göktürk kabartmalarındaki döner şekilde nakşedilen insan figürleri, Mısır kabartmalarındaki M.Ö. 5 bin yıllarına ait olduğu sanılan neyzen şekilleri, Semâ ve Ney’in ne kadar eski olduğu hakkında bilgi vermektedir. Hatta Ca’fer-i Tayyâr’ın Peygamber efendimizin huzurunda Semâ eder şekilde raks etmesi O’nun sessiz kalmasına ve bununla da Tayyâr’ın hareketini onaylaması anlamına gelmiştir 6.

Bugün Semâ deyince benim aklıma neşe içinde dönen insanlar gelir. Kendi etrafında, birbirinin etrafında, el ele, kol kola, omuz omuza neşe içinde dönen insanlar. Bu insanlar farklı zaman dilimlerinde farklı medeniyetlerde; ve hatta farklı dinlerde, ülkelerde ve yaşlardadır. Aralarında yeni yürümeye başlamış, kollarını iki yana açarak dönen bebekten; torununa sarılmış, mutlulukla dönen nineye kadar hepsi gözümün önünden tek tek geçer. Günümüzde yurt içi ve dışında rastladığımız bu sahneler Hz. Mevlânâ’nın öğreti ve mesajlarının ne denli güncel olduğu ve tabi ki Semâsındaki gizemliliği vurgulamak bakımından son derece önemlidir.

1-1925 yılına kadar Merkez özelliğini koruyan Konya Mevlânâ Dergâhı bu yılda çıkarılan Tekâyâ ve Zevâyâ kanunuyla kapatılmış, Müzeye dönüştürülme kararı alınmış, Merkez ise Halep Mevlevihânesi’ne kaydırılmıştır. Abdülhalim Çelebi Tekke ve Zaviyelerin kapatılması kanunu çıkmadan önce Gazi Mustafa Kemal ile yaptığı görüşmeler neticesinde, onun da onayını alarak oğlu, yani bu satırların yazarının dedesi olan Mehmed Bâkır Çelebi’yi Halep’teki Mevlevihâneye Şeyh olarak tayin etmiştir. 1945’e kadar Merkez olan Halep Mevlevihânesi’nin görevi ise Suriye Hükümetinin Çelebilik Makamı’nı ‘resmen’ kabul etmeyip Mevlevîhânenin vakıflarına el koymasıyla sona ermiştir.

2 Mevlevilikte çile diye tabir edilen bu uygulama, bütün Mevlevihânelerde değil sadece Matbah’ı bulunan (Konya, Afyon, Manisa, Galata, Kahire ve Gelibolu gibi) yerlerde icra edilirdi.

3 Hz. Mevlânâ ve Kuyumcu Selâhaddin’in dostlukları ve niçin kendisini halife seçtiği hakkında bkz. Nuri Şimşekler, “Hz. Mevlânâ ve Selâhaddin-i Zerkûb”, Mevlânâ Panellerinde Sunulan Bildiriler I, Konya, 2000, s. 41-48

4 Şefik Can, Mevlânâ, İstanbul, 1995, s. 264

5 Mevlânâ’nın Rubaileri (Tam Metin), çev. M.Nuri Gencosman, I-II c., MEB Yay. İstanbul, 1997, Rubai No: 206

6 “Yâ habîballah Resûl-i Hâlik-i Yektâ tuî – Ber güzîn-i zü’l-Celâl-i pâk u bî-hemtâ tuî” beyitiyle başlayan bu nât-ı şerîfin güftesinin Hz. Mevlânâ’ya mı, yoksa torunu Ulu Ârif Çelebi’ye mi ait olduğu henüz kesinlik kazanmamıştır. A. Gölpınarlı bu nâtın sözlerinin Ulu ârif Çelebi’ye, Mehmet Önder ve Ö. Tuğrul İnançer ise Hz. Mevlânâ’ya ait olduğunu kaydetmektedir. Biz de çocukluğumuzdan beri yetkili ağızlardan bu nâtın sözlerinin Hz. Mevlânâ’ya ait olduğunu duyarız. (bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, Konya, 2000, s. 30; Mehmet Önder, Mevlânâ ve Mevlevîlik, İstanbul, 1998, s. 224; Ö. Tuğrul İnançer, “Mevlevî Mûsıkîsi ve Semâ Âdâbı”, Konya’dan Dünya’ya Mevlânâ ve Mevlevîlik”, Karatay Belediyesi Yay., 2002, s. 194)

7 Yahyâ Âgâh b. Sâlih el-İstanbulî, Mecmû’atü’z-Zara’if Sandukatü’l-Ma’ârif, Haz. M. Serhan Tayşi, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, İstanbul, 2002, s. 164

Bir yanıt yazın 0