Hazret-i Mevlânâ ve Yunus Emre
Şefik Can
Çok sevdiğimiz büyük şairimiz, ilâhileri yüzyıllardan beri toplantılarda okunup duran, milyonlarca mü’mine mânevî zevkler, heyecanlar veren Yunus Emre Hazretleri de Hazret-i Mevlânâ’nın çağdaşıdır. Bu iki büyük insanın en belirli vasıfları İlâhi Aşkta birleşmiş olmalarıdır. İkisi de Türk milletinin nadir yetiştirdiği gönül, aşk ve iman erleridir. İkisi de aynı yolun âşıklarıdır. Her ikisi de gönüllerine akseden ilâhî hakikâtleri, biri Farsça, öteki Türkçe ifade buyurmuşlardır. Bu mübarek kişilerin dilleri ayrıdır ama, kanları, canları, gönülleri birdir. İlâhi aşkın tesiriyle birisi deryalar gibi coşmuş, köpürmüş kabına sığamamış, öteki, derin ırmaklar gibi çağlamış akmış, bir yerde duramamış. İkisi de gerçek sevgiliden ayrı düşmüş acısını, ızdırabını terennüm etmişlerdir.
Birisi: “Şu neyin neler söylediğini can kulağıyla dinle, o, ayrılıklardan şikâyet etmededir. Ney hâl diliyle diyor ki: “Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan, duygulu olan erkek de, kadın da inlemekte, ağlamaktadır.” diye neyin feryadında, ayrılığın şikâyetini ifade buyururken, öteki, dertli dolabın iniltisinde, bu ayrı düşmenin acısını anlatmaya çalışır:
Dolap niçin inilersin,
Derdim vardır inilerim,
Beni bir dağda buldular,
Kolum kanadım kırdılar,
Dolaba lâyık gördülür…
Onun için inilerim.
Mevlânâ da, Yunus da aynı asırlarda yaşamışlar, aynı duyguları duymuşlar, aynı acı ile sızlanmışlar, aynı neş’e ile, aynı aşkla şiirler söylemişlerdir, insandaki sırra varmak, bu suretle, kendilerinde gerçek varlıklarını bulmak için gayret sarf etmişlerdir.
Her ikisi de, siyâsî ve içtimâî yönden Anadolu’nun perîşan ve karışık bir devrinde yaşadıkları halde, yaşadıkları zamanın kötülüklerinden, idaresizliklerinden hiç bahsetmemişlerdir. Çünkü onların gözleri, üzerinde yaşadıkları dünyaya dönük değildi. Onların gözleri, iç âleminin derinliklerine dalmıştı. Bu sebeple, bu ermiş kişiler, bütün hayatları müddetince, gölge varlıklarının yaşadığı yurtları değil de, asıl vatanlarını, geldikleri yeri, düşünmüşler, beden zindanından kurtulmanın çaresini aramışlar, gerçek sevgilinin özlemi ile şiirler söylemişlerdir.
Gönülleri, duyguları bir, aşkları, imanları bir olan bu iki büyük Hakk âşığının dilleri de bir olsaydı, ne hoş olurdu? diye düşünenler var, yani, Mevlânâ da şiirlerini Yunus gibi Türkçe söyleseydi, ne iyi olurdu? diye temennide bulunanlar da var. Hatta, bu hususta bilgisizliklerinden ötürü, Mevlânâ’ya dil uzatanlar da görülmektedir. Herkes görüşünde, düşünüşünde serbesttir. Hiç kimseyi fikrinden ötürü, kınamaya hakkımız yoktur. Ancak, hemen şunu arz edeyim ki; eğer Mevlânâ, Yunus gibi şiirlerini Türkçe söyleseydi, Mevlânâ olamazdı. Aşık Paşa gibi bir şair olarak tanınır, şiirleri, oğlu Sultan Veled Hazretleri’nin Türkçe şiirleri gibi sönük kalırdı. Hatta denilebilir ki: Mevlânâ ömrünü medreselerde Arapça ve Farsça yazılmış kitaplar arasında geçirdiği ve kendisi Belh’te konuşulan Şark Türkçe’si ile konuştuğu için, dili de, halk arasından gelen ve bir Türkmen şairi olan Yunus gibi bize munis gelmezdi. Dolayısıyla Mevlânâ, Türkçe şiirleri ile Yunus derecesinde bile bir şair olamazdı.
Ayrıca 13. asır Türkçe’si, 16. asırda Bâkîlerin, Fuzûlî’lerin kullandıkları dil kadar, Arapça ve Farsça kelimelerle zenginleşmiş, işlek bir dil değildi. Bir mânâ deryası olan Mevlânâ, derin fikirlerini, coşkun duygularını, 13. asır Türkçe’si ile ifade edemezdi. Bu konuyu daha iyi anlayabilmemiz için şöyle bir misâl akla gelir. Hint şairi Rabindranath Tagore (1861-1941) şiirlerini İngilizce yazmasaydı, yahut İngilizce’ye çevirmeseydi, yalnız kendi memleketinde bir Hint şairi olarak tanınırdı da, cihanın tanıdığı ve sevdiği Tagor olamazdı. Bu hususta bir fikir edinmek için, Hazret-i Mevlânâ’nın o zamanın Türkçe’si ile yazılmış bir şiirini alalım:
Geçginen aglan sen bize gel gel
Dağdanen dağdan hey geze gel gel
Ay beyi sensin gün beyi sensin
Bî meze gelme,bâ meze gel gel
(Ey ağlayan, vaz geç ağlama, sen bize gel, bize gel, dağlardan geze geze… Eğlene eğlene, gel gel… Ay beyi de sensin, gün beyi de. Zevksiz, neş’esiz değil, sen bize meze ile gel…)
Nitekim Sultan Veled Rubâbnâmesinde samimi olarak kendi Türkçe’sini yeter bulmadığını yazmaktadır:
Türkçe bilseydim ben ideydim sıza
Sırları kim geldi Tanrı’dan biza
Bildireydim sözle bilduğumu
Bildıraydım ben size bilduğumu.
Bu konu, bahsimizin dışında olduğu için, üzerinde fazla durmak istemiyorum. Yukarki iki örnekten de anlaşılacağı gibi Hazret-i Mevlânâ şiirlerini Yunus Emre gibi Türkçe söyleseydi Yunus’un şiirleri gibi bize hitap etmeyecekti. Çünkü Mevlânâ’nın Türkçe’si yukarıda yazıldığı gibi “Şark Türkçe’si” idi. Halbuki Yunus’un Türkçe’si, Anadolu’da yerleşen Türklerin dili, Oğuz Lehçesi denilen “Garb Türkçe’si” idi. Türkmence adı da verilen bu lehçe Anadolu’ya yerleşmiş, yerli lisan olmuştu. Zaten o devirlerde İslâm bilginleri, şairleri eserlerini Arapça ve Farsça yazıyorlardı.
Bazılarının sandıkları gibi Yunus ümmî, yani okuma ve yazma bilmeyen bir kişi değildi. Bektâşî ananesine göre onun bilgisiz, bir köylü olduğu rivâyeti de yanlıştır.
Bu hususta en salâhiyetli bilgin merhum Profesör Fuad Köprülü “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserinde aynen şunları yazmıştır: “Yunus Emre, eski tarihlerin bütün hikâye ve rivâyetlerini, ananelerini, zamanının ilmî ve felsefî telâkkîlerini, sistemlerini tamamiyle bilir. “Saltanat-ı Süleyman”, “Hazîne-i Ferîdûn”, “Genç-i Nuşirevan” ve saire İslâmî ve İrânî ananelere, Enbiya tarihinin tekmîl safhalarına, Hallaç, Zünnün ve saire gibi büyük mutasavvıfların menkıbelerine, o devrin ilmî ve felsefî sistemlerine dair Yunus divanında yer yer beliğ işaretler vardır. Onları gördükten sonra, Yunusun ümmîliği hakkındaki ananenin hiç bir zaman tarihi bir hakikat sayılamayacağı büsbütün anlaşılır.” (İlk Mutasavvıflar, 2582)
Bektâşî ananelerindeki gerçeğe uymayan rivâyetler ve Yunus’un şiirleri arasında göze çarpan bazı mısralar, Yunus’un ümmî olduğu görüşünü yaymıştır. Lâf ebesi olup, mutasavvıf geçinen, gönül kitabından okumak gerek diyerek, kitap okumaktan kaçınan ve kendilerini Yunus’a benzeterek kitap okuyanları hor gören bazı kişiler tarafından bu ümmî oluş rivâyeti benimsenmiştir. Onlar, Yunus’un Dîvân‘ından ezberledikleri şu mısra ve beyti belge olarak ileri sürerler:
Ne elif okudum, ne cim, varlığındadır kelecim,
(Allah’ım, ben ne elif okudum, ne de cim… Benim düşüncem senin varlığındadır.)
Yunus Emre’m oldu fakir, ecel öksesini dokur,
Gönül kitabından okur, eline kalem almadan.
Bu kişiler Yunus’un kişiliğini, anlayamadıkları için kelime üstünde takılıp kalmışlardır da, Yunus’u ümmî sanmışlardır. Yunus ilmi nasıl anlıyor?
İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen, kendini bilmezsin,
Ya nice okumaktır?
Kendini bilmek, Hakk’ı bilmek demektir. Hakk’ı bilen kişi de kendi yokluğunu idrak eden kişidir. Böyle bir kişi, ilmi, kitabı ne yapsın? Yunus’un okuma yazma bilmediğini ifade eden beyitlerini bu yönden düşünerek anlamaya çalışmalıdır. Yoksa, tefsîr, hadîs, tasavvuf, tarih, kozmoğrafya bilgilerine vâkıf, şiir tekniğini bilen, hece vezni kadar aruz veznini de muvaffakiyetle kullanan, bir kişiyi ümmî saymak gülünçtür.
Profesör Fuad Köprülü merhum da: “Yunus’un sûfiyâne telakkîleri bütün o devir Anadolu şair mutasavvıfları gibi, Celâleddin-i Rûmî’den alınmıştır.” demektedir. (İlk Mutasavvıflar. Sahife 261) Yunus’un kendisi de bu hakikati ifade etmektedir:
Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı
Ânın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.
demekte ve Mevlânâ ile buluşmasından büyük bir zevk-i manevî içine girdiğini ve mânen gözünün açıldığını haber vermektedir. Mevlânâ ile Yunus’un buluşmaları her halde Yunus’un gençlik zamanına rastlamış olması gerekir. Çünkü Yunus Emre Hazret-i Mevlânâ’dan 47 sene sonra vefat etmişti. Yunus Emre hakkında Sipehsâlâr da, Eflâkî de hiç bir şey yazmamışlardır.
Yunus, kendisi divânının bir kaç yerinde Mevlânâ’dan bahsetmektedir. Meselâ 16 beyitten ibaret olan ve aruzun (Müstef’ilün Feûlün Müstef’ilün Feûlün) ölçüsüne göre yazılan bir şiirinde, cihanın fânî olduğunu ve bütün tanınmış, peygamberlerin, velîlerin, padişahların dünyadan göçtüklerini anlatırken bir beytinde:
Fakih Ahmed Kutbüd-din, Sultân Seyyid Necmeddîn
Mevlânâ Celâleddin, ol kutb-i cihan fânî
diyerek Hazret-i Mevlânâ’yı velilerin kutbu olarak tavsif ediyor. Bu beyitin birinci mısraında adı geçen Fakih Ahmed Kutbüd-dîn Sultânül-Ulemâ’nın dervişlerindendi. Seyyid Sultân Necmeddin‘ ise, Mevlânâ’nın babasının şeyhi ve “Kübreviyye” tarikatının kurucusu Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri’dir. Elbette İslâm mutasavvıf şairlerinin birbirlerine benzeyen görüşleri vardır. Çünkü hepsi de ilhamlarını Hakk’tan, hakikatten, Kur’an ve hadislerden almaktadırlar. Fakat Mevlânâ ile Yunus’un birbirlerine olan yakınlıkları daha başkadır. Bunların canları gibi kanları da birdir. Bunların ikisi de Türk, ikisi de aynı devrin büyükleri, ikisi de Anadolu’da yaşamışlar, aynı duyguyu bilhassa ilâhî aşk duygusunu terennüm etmişlerdir. Yalnız, aynı duyguyu birisi Türkçe, öteki Farsça söylemişlerdir. Nasıl Marifetnâme sahibi İbrahim Hakkı Hazretleri‘nin Divânında Mevlânâ varsa (Bakınız Marifetnâme’de bulunan Mevlânâ’ya ait şiirler: Sahife 348) Yunus Hazretleri’nin divânında da Mevlânâ vardır.
Yunus Emre, yalnız şiirlerinde Mevlânâ’dan ilham almadı. Yaşayışında, inanışında, her şeyinde Mevlânâ’nın yolunda idi. Yunus’un tasavvuf ahlâkı tam Hazret-i Mevlânâ’nın ahlâkı idi.
Yunus da Mevlânâ gibi, önce Kur’an ve Hâdise, şeriatın esaslarına ve en ince kurallarına uyar ve herkesi şeriata uymaya çağırır. Çünkü, Hak yolunun, tarikatının esasının şeriat olduğuna imanı vardır. Bu sebeple, o bir çok manzumelerinde “Sünnet-i Muhammediye”ye bağlı kalma lüzumundan uzun uzadıya bahseder. Sabır, kanaat, cömertlik, iyilik ve saire gibi huyları tavsiye eder. Bütün bu huylar İslâm ahlâkının esasını teşkil eden bir takım umumî şeylerdir. Asıl “tasavvuf ahlâkı” bundan sonra başlar ki, o, şeriatın esaslarından daha çok ağır şartları içine atmakla beraber, daha çok ince ve insanîdir.
Yunus’a göre, tasavvuf yolu çok zahmetli bir yoldur. Çekilecek çileler, kolay değildir. Dünyaya bir takım bağlarla bağlı olan nefs için şehvet, hiddet, şöhret bağlarını koparıp atmak, dayanılacak gibi değildir.
Nasıl Mevlânâ şeyhlikten kaçındı, bir tarikat kurmadı, gösterişten çekindi ise, Yunus’a göre de, dervişliğin, gerçek insanlığın hırka ile taç ile ilgisi yoktur. Gerçek yol, bunların hepsini bırakmakta, melâmet oklarına hedef olmayı göze almaktadır.
Bu hâl, ilim ile, okumakla olmaz. Bu ancak tam tevekkül ve teslimiyetle olur. Dünyevî işlerden feragati icâb ettirir. O zaman, derviş her şeyi iyi ve hoş görür. Bu makama erişenler, artık insanlar arasında iyi, fena, müslim, mecûsî gibi ayrılıklar görmezler. Hatta, kendilerine fenalık edenlere karşı bile iyilikle mukabele ederler. İşte bu hususta Yunus şunları söylüyor:
Kim bize taş atarsa, güller nisâr olsun âna
Urmaklığa kasdedenin düşem, öpem ayağını
Her kim bana söver ise her dem dua kılayım âna
Çerağıma kasdedenin Hak yandırsın çerağını.
Yunus Emre Hazretleri başka bir şiirinde de:
Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek
Derviş, gönülsüz gerek, sen derviş olamazsın
demektedir.
Yunus’un bazı şiirlerinde Bektâşî şairlerinin “nefes”lerinde görülen Hakk’a karşı korkusuzca çıkışları vardır. Hakk’a karşı bu çıkışlar, meşrep itibariyle şeyhi Taptuk’tan gelmektedir. Fakat iman dolu, aşk dolu ilâhilerini söylerken Yunus Mevlânâ’dan feyz almaktadır. Böylece, şeyhi vasıtasıyla, Yunus Emre’nin bir eli Hacı Bektaş Velî’ye uzanmakta öteki eli de Mevlânâ’da bulunmaktadır. Yunus aynı zamanda Mevlânâ’ya da gönlünü vermiştir. “Mevlânâ, bize bakınca, O’nun güzel tesirli nazarı gönlümüzün aynası oldu” demektedir.
Yunus eğer Mevlânâ’yı tanımasaydı, Sâdî’leri, Attâr’ları, Senâi’leri okumasaydı, şeyhinin yolunda kalacaktı. Çünkü Yunus’un şeyhi Taptuk, Hacı Bektaş’ın halifesi idi. Yunus bir şiirinde:
Yunus’a Taptuk’tan oldu, hem Barak Saltuğa
Gûş kıldı çünkü bu sırrı ben nice pinhan olam.
diyerek, kendi şeyhi olan “Taptuk Baba”nın şeyhinin “Barak Baba”, onun şeyhinin da “Saltuk Baba” olduğunu haber vermekte, böylece kendi tarikat şeceresini bildirmektedir. Velâyetname, yalnız Taptuk Babayı değil, Barak Babayı da Hacı Bektaş’ın halifeleri arasında sayar. Gerek Hacı Bektaş ve gerekse diğer babalar, yani Saltuk Baba, Barak Baba ve Taptuk Baba bunların hepsi de Şiî ve Bâtınî inancından oldukları halde, Yunus’un Ehl-i Sünnet yolunda oluşunun (İlk Mutasavvıflar Sahife 257-258) sebebi, O’nun Mevlânâ’ya gönül vermesi ve Mevlânâ’nın eserlerini okumasıdır.
Hacı Bektaş’ın halifesi olan Taptuk Emre’ye bağlı olduğu için Yunus’u Bektâşî, Şiî, Alevî sayanlar aldanmaktadırlar. Eğer Yunus Şiî olsaydı,
Ebu Bekir’le Ömer yüzlerinden nur damlar
Sînesi oldu Kur’an Osman-ı Affan kanı
Sultan baba-yı âlem Ebu Bekir pîr-i Hüdâ
Gayet doğrudur Ömer hem vezîr-i Hüdâ
Nûr durur Osmân iksîr-i Hüdâ
Şahtır Ali şah rehber-i intisabda
diye şiirler yazmazdı. Bilindiği gibi Şiîler, Bektâşîler, Alevîler Hazret-i Ebu Bekir’in, Hazret-i Ömer’in ve Hazret-i Osman’ın adlarını anmazlar ve çocuklarına da bu isimleri koymazlar
https://www.altinoluk.com.tr/hazret-i-mevlana-ve-yunus-emre.html
#Şefik Can