Ramazan ül Mübarek
On bir ayın sultan-ı Ramazan-ı Şerif’e girmiş bulunmaktayız. İslam Alemi için bambaşka bir atmosfere ev sahipliği yapan Mübarek Ramazan, Kur’an-ı Kerim’in nazil olmaya başladığı ay olmasının yanı sıra, mükafatını Cenab-ı Allah’ın bizzat vereceği oruç ibadetinin heyecan ve coşkusunu da içinde barındırır. Bu heyecan da yüzyıllar boyunca İslam coğrafyasında kendine münhasır köklü bir gelenekler yumağı da oluşturmuştur.
Sahur vaktinin bereketinin dinî bilincinin yanında, aynı vakitte davulcunun mani söyleyerek sokakları arşınlaması; teravih namazının Sünnet-i Seniyyedeki ihtiramı ile birlikte, namaz sonrası mahya seyredilip ve kandil uçurulması; ikindi vaktine doğru bir camide hafız efendinin okuduğu Kur’an-ı Kerim’i takip edip mukabeleye katıldıktan sonra cami çıkışı güllaç alıp sonrasında susamlı pide yaptırmak için fırıncıda kuyruk bekleme telaşı… Görüldüğü üzere Mübarek Ramazan, dinî yaşantımızın şekillenmesi için bizlere fırsatlar sunmakla kalmamış edebiyatımızı, sosyal hayatımızı, mutfak kültürümüzü, musıkîmizi … de etkisi altına almıştır.
Kısaca değinmeye çalıştığım yukarıdaki konular hakkında Tahir-ül Mevlevî’nin 1339 [1921] Ramazanında Mahfil dergisinde yazıp yayınladığı Ramazan-ül Mübarek isimli makalesi, bu bağlamda dikkat çekici ayrıntılar içermektedir. Yaklaşık bir asır önce Osmanlı kültürünün Mübarek Ramazan’da ne gibi içeriğe sahip olduğunu görebileceğimiz bu makaleyi sizlerin istifadesine sunarken; Cenab-ı Allah’tan hayırlı, bereketli, sağlıklı, feyizli Ramazanlar niyaz ederim.
RAMAZAN ÜL MÜBAREK
Sad şükür gelen mâh-ı şerîf-i Ramazân’dır
Hakk’ın ni‘am-ı rahmeti mebzûl-ı cihândır
Açıldı yine mesra‘ı dervâze-i ğufrân
Hak’tan taleb-i mağfirete vakt u zemândır
Bir ni‘met-i Hakk’tır ki vürûd eyledi rûze
Tahtında hezârân kerem u lütf, nihândır
Bârân-ı sirişk ile dökülse n’ola isyân
Berk-i güne ma‘siyete vakt-i hazândır
(Enderûnî Vasıf)
Cenab-ı Hak hüsn-i emsalinin idrakiyle Ümmet-i Muhammed’i müşerref etsin. On bir ayın sultanı denilen Ramazan-ı Şerîf geldi. Bu mübarek ayın eski isminin Nâtık olduğu Kamus Tercümesi’nde zikredilmekte ve günümüzdeki ismi ile ilgili şu bilgiler verilmektedir:
“Mü’minler bilir ki Ramazan, oruç ayıdır. Ramazan olarak isimlendirilmesinin sebebi şöyle bilinmektedir:
Araplar, ayların eski isimlerini değiştirirken, o sene hangi mevsimde bulunduysa onunla adlandırırlardı. Ramazan Ayı’nın eski dilde ismi Nâtık’tır. O sene mevsim şiddetli sıcaklığa tesadüf ettiğinden Ramazan diye adlandırılır. Bazıları da (إذا إ شتد حر جوفه رمضان لصائم) maddesinden yahut ateş anlamında olan Ramd’den[1] alınmadır. Oruçlunun günahlarını yakıp mahvettiği için bu ismi aldı.
Ramazan ifadesi bazılarına göre Esma-i Hüsna’dandır. Bu rivayet eğer doğru ise müştak değildir. Yahut Ğâfir anlamında kullanılır. Bu durumda; günahları mahf ve izale edici demek olur.”
Bazı alimler yalnızca “Ramazan geldi” demeyi yanlış bulurlar. Belki “Ramazan ayı geldi” demek gerekir. Zira “Ramazan geldi” demeyin. Çünkü Ramazan, Allah’ın isimlerindendir. “Ramazan ayı geldi deyin” şeklinde hadis vârid olmuştur.[2] Bir sahih hadis-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır: “Ramazan geldiğinde cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.”
Ayların isimlerinden sadece Ramazan lafzı Kur’an-ı Kerim’de “İçerisinde Kur’an indirilen Ramazan ayı” mealindeki ayet-i kerimede zikrolunmaktadır.
Evet, Kur’an-ı Kerim’in inmeye başlaması Ramazan-ı Şerîf’tedir. Kur’an-ı Kerim ayetleri Ramazan’ın on yedisinde inmeye başlamış, lüzum gördükçe gönderilmek üzere yirmi üç sene zarfında tamamlanmıştır.
“İnnâ enzelnâhu fî leylet-il kadr” ayet-i kerimesindeki inzâl ise Kur’ân-ı Hakim’in, Peygamber Efendimiz’e tebliğ olunmadan önce o gece bütün olarak dünyanın semasına gönderildiğine işarettir.
Tefsircilerden bazıları, “ O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık sizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, başka günlerden sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı Allah’ın ululuğunu dile getirmeniz ve umulur ki şükredersiniz diye (uygun hükümler gönderiyor).[3]” ayetini; orucun farziyetini bildiren hükmün gelmesi diye tefsir etmişlerdir.
Oruç
“Oruç ayı geldi, onun gelmesiyle Sultan’ın sancağı da geldi yetişti. Artık yemekten el çek. Zira can sofrası geldi.” (Hz. Mevlânâ)
Mükellef olan her Müslümana ramazanda oruç tutmak farzdır. Oruç kelimesinin Arapça karşılığı olan savm ve sıyam, “imsak” anlamındadır. Terim anlamı ise; “Özel bir zamanda özel bir gaye ile özel şeylerden geri durmaktır.”
Özel Bir Zaman: Dinî anlam ifade eden günden ibarettir ki güneşin doğuşundan batışına kadar olan süredir.
Özel Gaye: Niyettir.Yani ibadet maksadı olmasıdır.
Özel Şeyler: Yemek-içmek ve cinsi münasebetten uzak durmak[4].
“Sizden öncekilere yazıldığı gibi…” ayet-i kerîmesindeki Kur’an’ın verdiği haber açısından, önceki ümmetlerin hepsi de oruç tutmak ile mükellef idi.[5] Şeriat ehli şöyle dursun, cahiliyye kavimlerin bile oruç tuttuklarını, tarihi bilgiler arasında görmekteyiz. Mesela Mudarr Kabilesi recep ayına fevkalade hürmet gösterir ve o ay süresince oruç tutarlardı. Kureyşliler muharremin onuncu günü oruç tutarlardı. Bu âdetin kendilerine Hz. İsmail’den kalmış, ya da o gün oruçlu olan Yahudilerden intikal etmiş olması muhtemeldir. Bir günah işlemenin kefareti yahut bir kıtlıktan kurtulmanın şükrânesi olmak üzere aşûra orucuna başladıkları da rivayet edilmektedir.
Hz. Aişe’den, muharrem orucu hakkında şöyle nakledilmektedir: “Muharreminin onuncu günü, cahiliyye döneminde Kureyş’in oruç tuttuğu bir gün idi. Rasülullah (sav) da onlara uyarak o gün oruçlu olurdu.”
Bu rivayetten anlaşılan odur ki Peygamber Efendimiz (sav) de aşûra orucuna devam ederdi. Hatta hicretten sonraki ilk muharrem ayının onuncu günü Ashab-ı Kiram’ın oruç tutmasını emretmiştir.
“Aşûra günü oruç tutan Yahudiler’e benzememek için aşûradan bir gün evvel ve bir gün sonra da oruçlu olun.” (Hadis-i Şerîf).[6]
Ramazan orucunun farz olmasından sonra, aşûra orucu sünnet olarak kaldı. Hz. Peygamber (sav) tarafından da “İsteyen tutsun, isteyen tutmasın” şeklinde ruhsat verildi.
Merhum Hacı Zihni Efendi, Kitab’us Savm’ında diyor ki:
“Oruç diğer ameller gibi zahir değil, bir sırr-ı batındır. Mükafatının doğrudan Cenab-ı Allah tarafından verilecek olmasından dolayı diğer ibadetler arasında seçkin bir yere sahiptir. Bu durumu bildiren bir kudsî hadiste şöyle buyrulmaktadır: “İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, mükâfatını da ben vereceğim.”
Hz. Mevlânâ (ks) da muhteşem bir gazelinde şöyle diyor: “Şeytanın bunca tedbiri, bu kadar hilesi ve yalan dolanı varken, oruç kalkanına karşı ifsat oklarının hepsi de kırılır.”
Ramazan orucu hicri ikinci sene içerisinde farz kılınmıştır. Ramazan orucunun farziyeti ile ilgili ayet, Bedir savaşından bir ay ve birkaç gün önce nazil olmuştur. Bedir Savaşı ise hicri ikinci sene ramazanın on yedinci günü vuku bulduğuna göre ramazan orucu, hicri ikinci sene şaban ayı başlarında farz olmuş demektir.[7]
Önceleri, Müslümanların oruca alışması için fidye vermek serbest bırakıldı. Bir de hastalar ile yolcuların oruç tutmayabilecekleri ruhsatı verildi. Sıhhatine kavuşan ve yolculuğu bitmiş olanların gününe gün tutmaları hususuna izin verildi. Daha sonra, güç yetirebilenlerin ve yolcu olmayanların fidye vermesi, uygulamadan kaldırıldı. Oruç tutmaları farz kılındı.
İbn-i Abbas (ra); “Hicretten sonra uygulamadan kaldırılan hüküm, namazda mukaddes bir niyete yönelinmesi, hasta ve yolcu olmayanların oruç tutup fidye vermesidir” buyurmaktadır.
Ramazan’ın Tesbiti
Malumdur ki kameri aylar, insanlar için vakit belirleme vasıtası olan hilaller ile tayin edilir. Şair’in dediği gibi:
Bî bedel bir hüsne maliksin ki ey kâşı hilâl
Birbirine gösterir çün mâh-ı nev âlem seni
Halkın, özellikle doğu halkının heyecanlı bakışlarıyla bu kutsal ışığı her aybaşı görmeye ve göstermeye çalışır. Hele ramazan ve şevval hilalleri daha da bir önem ile gözetlenir. Şu hadis-i şerîf, durumun önemini daha da iyi ortaya koymaktadır:
“Hilal’in görünmesi ile oruç tutunuz ve görünmesiyle bayram ediniz. Şayet hava bulutlu olursa şabanı otuza tamamlayınız.”[8]
Bu sebeple şaban ve ramazan aylarının 29. günleri güneşin batma vaktinde, batı yönündeki ufuk gözlenir ve hilalin görünmesi mümkün olduğu takdirde Kadı’nın huzurunda şahitlik edilerek verilen hüküm ile ramazan ve bayram, davullarla ahaliye ilan edilir.
Mahalle bekçileri ramazan ve bayramı davul çalarak ilan ederken çocuklar istekli ve neşeli halleri ile davulcuyu takip ederler. Bu manzara, izlenmesine doyulamayacak enstantanelerdendir[9].
Ahmet Rasim Bey, Menâkıb’ül İslam adlı eserinde şöyle yazıyor:
“Vaktiyle Cerrahpaşa Cami-i Şerîfi’nin bir imamı var imiş. Bu zat, hilalin görüneceği zamanı pek güzel hesaplayıp tahmin ettiği gibi[10] çoğu zaman hilalin görünmesini tespit etmeyi başarır, yevm-i şek[11] akşamında hilali gördüğünü bildirmek için, ayakkabılarını koynuna koyup koşa koşa Bâb-ı Meşihat’e gider imiş. Hatta o zamanlar Cerrahpaşa, Sinekli Bakkal, Aksaray ahalisi merhumu gözetlerler ve onun acele ile geldiğini gördüklerinde ramazanın geldiğine şüphe etmezlermiş[12].
Yine böyle hilali görüp de ispat için Bâb-ı Fetva’ya koşan biri, ilk gelen şahide verilen hediyeyi almak hırsı ile İstanbul Kadısı’nın odasına atılmış ve ‘ayı gördüm’ narasıyla ilerlerken telaşından ortadaki şamdan tepsisini görmeyerek devirmiş, bunun üzerine şehadeti kabul edilmeyerek dışarıya çıkarılmış.”
Merhum Hacı Zihni Efendi’nin el-Hakâik’inde, Enes b. Malik’in hâl tercümesinde şöyle ifade edilmektedir:
“Basra’da bir cemaat, ramazan hilalini görmek için bakışırlarken, Hz. Enes de -yüz yaşına yaklaştığı sırada- onların arasında bulunup “Ben hilali gördüm, işte!” diye işaret etmiş. Hilali başka gören olmayınca Kadı Eyâs Hz. Enes’in yüzüne dikkat edip bakmış ki ağarmış olan kaşlarından bir kıl kavislenip gözünün üzerine gelmiş. Eyâs, onu eliyle sıvazlayıp düzelttikten sonra; ‘Ya Eba Hamza. Hilalin yerini bize göster’ demiş. Ondan sonra Hz. Enes bakmış, ‘göremiyorum’ demiş.
Hilali görmek için toplanan bir cemaatin toplanma sebebini anlayan bir safdilin de: “Ne tuhaf memleket. Tırnak parçası kadar bir ay için bakınıp duruyorlar. Bizim taraflarda araba tekerleği kadar olur da kimse başını kaldırıp bakmaz!”dediği meşhur hikayelerdendir.”
Vâsıf-ı Enderûnî bir ramazaniyyesinde oruç ayının hilalini şöyle tasvir eder:
Sanma mâh-ı nev doğdu pül nûrdur ândan
Cünd-i şâh ğufrân-ı ilâhî güzerândır
Miftâhıdır, kenz-i atâsıdır Allah’ın
Zannetme hilâl-i mâhrûza lem‘ândır
Fevkinde nücûm-ı felek âvihte kandil
Güya ki hilâli dökülen âb-ı revândır
Mescidlerin Aydınlatılması
Mübarek Ramazanın gelmesi, cami-i şerîflerin gündüzleri ruhaniyetini, geceleri de nuraniyetini artırır. Gündüzleri oruçlu Müslümanların toplanması ile geceleri kandillerin ışıkları ile mescid ve camilerin seması nurlanır. Kubbelerden yere doğru inen titrek parıltıların kaynağı olan yıldızlar da Allah (cc)’ın mağfiret denizinin tecellisi olur.[13] Şu, vecde sebep olan parıltıların karşısında tefekkür edenler o parıltılardan, fuyûzatının kaynağını düşünür. Hatıra ise mahfûzât-ı muhteremesi arasında şunu bulur ki, 1338 sene önce Medine-i Münevvere’de yapılmış olan Mescid-i Nebevî’nin döşemesi toprak, çatısı üstüne atılmış hurma dalları üstüne yaprak olduğu gibi geceleri yine kuru hurma dallarının çıra gibi yakılmasıyla aydınlanırdı.
Mescid-i Nebevî’yi kandiller ile ilk defa aydınlatan Temîm-i Dârî Hazretleridir[14].
Sîret’ül Hilye sahibi şöyle diyor:
“Yatsı vakti olunca Mescid-i Rasûlüllah’ta kuru hurma dalları yakılarak aydınlık sağlanırdı. Temîm-i Dârî Medine’ye gelince getirmiş olduğu kandilleri mescidin direklerine astı ve içlerine zeytinyağı koyup yaktı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav) tarafından; ‘Mescidimizi aydınlattın, Allah (cc) da seni nurlandırsın. Eğer bir kızım olsaydı, mükâfat olarak seni onunla nikahlardım’ iltifatına nail olmuştur.”
Bazıları da Mescid-i Nebî’de i ilk defa kandil yaktıranın Hz. Ömer olduğunu, Ubeyy b. Ka‘b’ı halkın teravih namazını kıldırması için görevlendirdiği sırada kandillerin de kullanılmasını sağladığını, hatta onları gören Hz. Ali’nin “Mescidimizi aydınlattın. Allah (cc) da senin kabrini nurlandırsın ya İbn-i Hattab” diye teşekkür ettiğini bildirmektedirler. Hz. Ömer’in, Asr-ı Saadet’te, mescide asılan kandillerin sayısını artırdığı ihtimali de söz konusudur.
Usd-ül Ğâbe isimli eserde şu bilgiye rastladım. Temîm-i Dârî’nin kölesi olan Serrac şöyle demiştir: “Rasûlüllah sav)’ı ziyaret maksadıyla, efendim, ben ve diğer dört köle olmak üzere altı kişi Medine’ye geldik. Efendim Temîm-i Dârî, içinde zeytinyağı bulunan birkaç kandili Mescid-i Nebevî’ye götürüp yakmayı emretti. Ben de yaktım. Sonra Peygamber Efendimiz (sav) Hazretleri; ‘Bu kandilleri yakan kimdir’ diye sordu. Efendim Temim-i Dârî de ‘Feth’dir’ deyince Allah Rasulü (sav) de ‘Feth değil belki Serrac’tır’ buyurdu.”
Merhum Sultan II. Abdülhamit, Mescid-i Saadet’in elektrikle aydınlatılmasını sağlamıştır. Allah kabrini nur eylesin.
Teravih
Sünnet olan teravih namazı, Ramazan’ın ilk gecesinden itibaren kılınmaya başlanır.
Teravih; tervih’in çoğuludur. Nefsi rahatlatmak anlamına gelir. Onun bina-i merresi olan tervîha, ramazan gecesine mahsus olan namazın her dört rekatine denilmiştir ki onu bir teravih takip etmektedir[15].
Efendimiz (sav), teravih namazını genellikle sekiz rekat ya da on iki rekat kılardı. İki kere yirmi rekat olarak kılmıştır. Önceleri cemaat ile sonra tek başına eda ettikleri rivayet edilmektedir.[16] Hz. Ömer dönemine kadar Ashab-ı Kiram Hazerâtı da ferdî olarak kılardı.
Hz. Ömer, ramazan ayında Ubeyy b. Ka‘b’ı erkeklere, Ebi Heyseme’yi de kadınlara kıldırmak üzere, iki imam görevlendirmiştir. Sonraları bu uygulamanın kadınlar için olanı kaldırıldı[17].
İstanbul’da cami-i kebirlerden başka, mahalle mescitlerinde de teravih kılınır ve dört rekat arasında ya İhlas-ı Şerîf yahut Salavat-ı Şerîfe veya ilahiler okunurdu. On ikiden on altıya kadar, on altıdan yirmiye kadar olan rekatlerde imam ve müezzinlerin evç ve acem makamlarında okuyup tekbir almaları adetten idi. Meşrutiyet’in ilanına kadar devlet ricali ve zenginlerin konaklarında ramazan imamı bulunması ve namazın cemaatle eda olunması geleneği vardı. Bazı camilerde hatim ile namaz kıldıran imamlar vardı. Bazılarında da götürü bina yapar gibi süratle kıldıranlara rastlanırdı.
Keçecizade İzzet Molla’ya isnat edilen bir fıkra vardır. Merhum, böyle hızlı namaz kıldıran bir imama uymuş. Şişman vücuduyla alelacele yatıp kalkmaktan soluğu kesilmek derecesine gelmiş. Namazın yarısına doğru hariçten biri gelmiş. “Yetişemedim” diye üzülmüş. Molla hemen namazı bozmuş. “Birader, biz içinde iken yetişemiyoruz.” demiş.
Mekke ve Medine Harem-i Şerîflerinde teravih namazları, birden fazla cemaatle eda edilir. Yatsı namazının, bir imam ve büyük bir cemaatle edasından sonra, kırk-elli yerde ayrı ayrı cemaatler oluşturulup teravihler kılınır. Cemaatin böyle kısımlara ayrılmasının hikmeti, bir kısmının hatim ile bir kısmının kısa sûre-i şerîfeler ile eda etmesi olabilir.
Hicri 1312 senesi ramazanında, Mekke-i Mükerreme’de bulunduğum sırada, müderrislerden Seyyid Hasan-ı Arab isminde bir zatın hatim ile teravih kıldırdığını ve her dört rekatta bir, Beyt-i Şerîf’i [Kabe] tavaf ederek iki rekat tavaf namazı edasından sonra tekrar teravihe başladığını gördüm ki bu şekilde kılınan namazın tamamlanması, sahur vaktini buluyordu. Ben aciz kul da birkaç defa katılmak istesem de – ne yalan söyleyeyim – cesaret edemedim. Ancak niyet etmekle sevabını umdum.
Teravih’e Gidiş
Yakın zamanlara kadar teravihe, büyük bir şevk ile gidilirdi. Her Müslüman, önde-arkada, erkek-kadın, çoluk-çocuk, gönülden ve imanın verdiği haz ile abdest alır, temiz bir beden ve kalp ile huzur-ı ulûhiyyette de kul olarak secdeye kapanmaya hazırlanılırdı. Uşağı yahut – özel ismiyle – tebaası olanlar, hizmetçinin önde çektiği çifte mumlu cam yahut kıvrak işi muşamba feneri[18], Şam yahut Halep kumaşından beyaz patiskadan yapılmış entari üzerine çuha yahut gezi [ipek, ipekle karışık çizgili kumaş] kaplı kürk veya ince dikişli Şam hırkası giymiş olarak, ağır adımlarla takip ederdi. Uşağı olmayanlar da hayderî giyer, feneri eline alıp ya ailesiyle yahut tek başına mahalle mescidine giderdi.
Kibar kadınların önünde fener çeken uşak yahut dadılar bulunduğu gibi mahalle kadınlarının bir kaçının iştirakı ile gittikleri de olurdu.
Teravihten Sonra, Mahya Seyretmek, Kandil Uçurmak
Namaz bittikten sonra cemaat dışarı çıkar, ya içinde bulunduğu ya da yakınında olduğu camiinin minarelerinde parlayan mahyayı seyrettikten sonra, ihtiyarlar mahalle kahvesine, gençler tiyatro vs. gibi oyun yerlerine, çocuklar da Karagöz’e giderdi.
Diğer gecelerde on para karşılığında içilen bir kahve yerine, ramazan geceleri sahur davulu çıkıncaya kadar oturulacağı için namazdan sonra bir kahve daha içmek zaruri idi.
Yaz ramazanlarında Aksaray ile Laleli arasındaki Yeşil Tulumba kahveleri gayet kalabalık olurdu[19].
Mahyaları seyretmekten zevk alıp da taklit etme hevesine düşen çocuklar ya karşılarındaki evin penceresine yahut bahçedeki ağaçlardan birinin dalına bağladıkları sicimler vasıtasıyla tek kandilli mahya kurarlar, geceleri yaktıkları o kandili çekip salıvermek suretiyle masumane eğlenirler ve bu harekete “Kandil uçurmak” derlerdi. Kandil uçurması bazı camii şerîfe minarelerinde de yapılırdı. Bu adet, şair Sabit’in zamanında da (vefatı Hicri 1124) yapılırmış ki Baltacı Mehmet Paşa vasfında yazdığı Ramazan Kasidesinde şöyle demiştir:
Yıldızı düştü siyehkâri-i mînâmûşun (?)
Sanma kandil uçurur kayyum seyyâre feşân
Ramazan Davulcuları
Şu an tek tük görüldüğü üzere, ramazan gecelerinde mahalleler arasında dolaşan ve
Yeni Cami direk ister
Sevilmeye yürek ister
Benim karnım toktur amma
Arkadaşım börek ister
gibi lakırtı söyleyerek bahşiş isteyen davulcular vardı.
Sahur ve İmsak
Sahur vaktinde yenilen yemeğe sahur; ve iftarlığa futur denirdi.[20]
Memleketimizde, sahur vaktinin girmesi, bekçilerin çaldığı davul ile duyurulur. Davul çalmanın da meraklıları vardı. Halâ kenar mahallelerin bazılarında bekçinin davulunu alıp özel bir tarzda çalanlara rastlanmaktadır.
Kitab’us Savm; sahur yemenin ve ertesi güne faydasının olması için geç yemenin müstehab olduğundan bahisle şunları ilave ediyor:
“Sahuru yapınız. Sahurda bereket vardır”
Bereket; onunla kuvvet bulup sevabın artmasıdır. Ancak, oruçtan kastedilen manayı ihlal etmemek için bolluk içinde yaşayanlar gibi çok yememek gerekir. Sahurdan kaçınmayıp, bir yudum su bile içmek berekete vesile olur.
Peygamber Efendimiz (sav) buyurdular: “Sahur yemeği berekettir. Bir yudum su ile de olsa sahuru terk etmeyiniz. Zîrâ sahura kalkanlara Allâh Teâlâ rahmet, melekleri de istiğfar ederler.” (Müsned-i Ahmed)
Hem de sahur yemeği, duanın kabul olacağı vakt-i sahurda gerçekleşir. İnsan o vakit sahur ederse, ola ki bir takım duada bulunur ve duası kabul olur.
Müslümanlar arasında, sahur yapmak yani sahur yemeği yemek hususuna riayet edilir. Hatta o vakte kadar oturamayıp uyuyan çocuklar, sahura uyandırılmaları için annelerine yalvarırlar. Bu masumane arzuyu Vasıf Enderûnî şu beytiyle anlatmaya çalışmıştır:
Sıbyân, heves-i nîmet-i savm ile dimekte:
Bu şebb beni cânım nine, sahura uyandır
Hem oruç tutmayan hem de sahur yemeğini terk etmeyen bir herifin, hanımı tarafından sataşmaya maruz kalınca,“Farzı tutamıyorum, sünneti de mi terk edeyim?” dediği, anlatılan fıkralardandır.
Şimdi de sahur yeniliyor. Fakat oruç tutmayanlar gecenin yarısına kadar oturup acıktıkları için gece yemeği niyetiyle yiyor.
Tiryakiler
Sahurdan sonra imsaka kadar olan zaman, genellikle hatim okumakla geçirilirdi. Fakat kahve, tütün, nargile, afyon gibi keyif verici maddelerin tiryakisi olanlar; bir fincan daha yuvarlamak, bir sigara daha savurmak, bir nargile daha içmek, bir şemme daha çekmek için uğraşır dururdu. Hele afyon tiryakileri, geceden aldıkları gündüz gıdasının mümkün mertebe geç hazım olması için çare arar dururlardı.
Meşhur Ebu’l Enf Vehbî Mollazade Haydar Molla, Sarı Musa Mahallesinde oturduğu için komşum sayılırdı ve alabildiğine afyon mübtelasıydı. Sahurda yutacağı afyonu, rezzaki üzümü ile kefenledikten [üzümün içine yerleştirdikten] sonra yuttuğunu söyler ve “Tam öğle üstü patlıyor da neşelendiriyor.” derdi.
Merhum mesnevihan Mehmed Esad Dede Efendi anlatırdı:
“Tiryaki Şeyh Said isminde bir afyon mübtelası varmış. Bir gece sahurda afyon yutmadığını gündüz vakti sokakta hatırlamış, eli ayağı titremeye, gözü kararıp başı dönmeye başlamış. Kefaretiyle kazasını göze alıp orucu bozmaya karar vermiş. Parmaklarının arasına sıkıştırdığı afyon yuvarlağını öksürmek bahanesiyle ağzına atmış. Boğazı kuru olduğu için kolay yutulamayacağından suya ihtiyaç duymuş. Hemen kollarını sıvamış, civarındaki camiinin şadırvanına yanaşmış. Abdest alırken ağza su vermesinin yardımıyla afyonu kaydırmış. Her nasılsa sofinin bir şeyhin hareketine dikkat edivermiş:
-Efendi! Ağzına aldığın su nereye gidiyor?
diye sormuş. Oldukça öfkeli olan Hazret de:
-Herif, ona ilm-i batın derler. Senin aklın ermez!
cevabını vermiş.”
Vasıf Enderûnî, tiryakilerin ramazandaki endişesini şöyle tasvir ediyor:
Tiryâkîye nâgeh ramazân geldi denilse
Lâ havle künân der eleminden ne zamandır.
Tedkîk-i nazâr eyle şu takvîme birâder
Üftâde-i havfetme bizi belki yalândır.
Yaklaştı yine rûze deyû der sahr-ı ıyd
Keyf ehli temâm bir sene vakf-ı hallecândır
İkinci olarak da
Vakt-i imsâktaki mücmere-i anberden
Hoştur âlufteye iftârda bir lüle duhân
demesine bakılırsa imsak vaktinde – ihtimal ki Kur’an-ı Kerim okuma dolayısıyla – buhur yakılırmış.
İmsak vakitlerini belirlemek için takvimlerde özel bir bölüm ayrıldığı ve ramazanda imsakiye adında cetveller basıldığı gibi top atılmak suretiyle de ilan edilirdi.
Temcid
İmsaktan biraz evvel camii şerîflerin minarelerinde temcid başlar.
Malumdur ki temcid, Allah Teala’yı tazim ile övmek demektir. Senâ ve ta‘zim ile sabaha karşı minarelerde okunan dua manasında kullanılmıştır.
Bu dua genellikle sahur vaktinde okunduğundan, halk arasında sahur manasında kullanılır, temcid vakti denilir. Meşhur mesel; “Temcid pilavı gibi ısıtıp yer”[21]
Temcid pilavı meseli, tekrar takrar ortaya kona kona ya da söylenilen söz hakkında kullanılır. Bu meselin ortaya çıkışı; erkeğini sahura bekleyen kadının, pilav yanmasın diye ocaktan alması ve soğumasın diye tekrar ocağa koyması olsa gerektir.
Merhum Hacı Zihni Efendi, Kitab’us Salat’ında şu beyanatta bulunmaktadır:
“…Hz. Bilal, Mescid-i Şerîf-i Nebevî yakınlarında bulunan evlerin en yükseği olan Benî Neccar’dan bir kadının evi üzerine çıkıp ezan okurdu. Ondan sonra Mescid-i Nebî’nin sırt tarafında kendisi için bir yer yapıldı. Bu bölüme minare dendiği gibi müezzene de denir. Onu mescidlerde ilk oluşturan Selem b. Halef (ra) Hazretleridir[22]. Muaviye zamanında Mısır Emiri idi. Ezan okumak için Mısır minaresine ilk çıkan Şurahbil b. Amir’ül Murad’tır. Çift ezan okumayı ilk uygulayan Benî Ümeyye’dir. Ezandan sonra Peygamber Efendimiz (sav)’e salât okunması, 791 tarihinde Mısır’da ilave edilmiş güzel bid’attir. Gecenin üçte birinin sonundaki tesbih ve temcid – ki biz ona es-salât deriz – de öyledir. Sultan Nasruddin’in emriyle başlamıştır. Ezandan sonra olan Salât-ü Selâm 781 senesi rabiü’lâhirinde, önceleri pazartesi gecesi yatsısından sonra, cuma gününde adet olup on sene sonra akşam ezanından başka her vakitte okunur olduğu, Dürr-ül Muhtar’da zikredilmektedir.”
Hacı Zihni Efendi’nin ifadesini açıklamak için, vaktiyle Dairat‘ül Maârif ile Sebil’ür Reşad’a yazdığım Ezan makalesinden şu satırları aktarmaya ihtiyaç duydum.
“…Mesleme b. Muhallid’ül Ensari, bazen camii içerisinde itikâfa girdiğinden gecenin üçte birinden sonra Hristiyanların çaldığı çan sesinden huzursuz olurdu[23]. Bu hususta Şurahbil b. Amir-ül Muradi’ye şikâyette bulunarak: “Acaba buna bir çare bulunmaz mı?” diye sordu. O da çan seslerini bastırmak için gecenin yarısından sonra minareye çıkıp – güneşin doğuşuna kadar uzatmak üzere – ezan okumaya başladı. Sonra, yani 254 tarihlerinde ve Ahmet b. Tolon’un Mısır yönetiminde bulunduğu sırada, böyle uzun uzadıya ezan okumak âdeti kaldırıldı. Birden fazla müezzin görevlendirilip sabaha yakın, minarelerde tesbihat ve tekbirler getirilmesi, zühd ve aşk ile kasideler okunması uygulaması getirildi.
568 tarihinde Selahaddin Eyyûbî’nin emriyle zikir ve tesbih yerine, Eş‘ârî akidesinin özelliklerini yansıtan kasideler okunması uygulanır oldu. Bu usul, günümüzde Mısır ve Şam camiilerinde devam etmektedir.
es-Salât’a gelince; 700 tarihinde Mısır hükümdarı Melik en-Nâsır Seyfüddin Kalavûn’un isteğiyle cuma ezanından önce Salâ verilmesi usulü getirildi. 791 tarihinde ve Melik Salih b. Eşref’in zamanında akşam namazından başka bütün ezanların arkasından es-Salât okunması devam etti.”
Ramazan Gündüzleri
Oruç tutanların çoğu, özellikle geceleri kısa olan yaz ramazanlarında sahura kadar oturup, yemek yedikten ve sabah namazını eda ettikten sonra yattıklarından, geç uyanırlar. Bazıları da orucu uykuya tutturmak için, uyansalar bile tekrar uyumaya çalışmak suretiyle vakit kazanmak isterler[24]. Bunun için ramazanda Müslüman dükkânları, alışılmışın dışında biraz geç açıldığı gibi, devlet dairelerinin açık bulunduğu saatler de değişir.
Ramazan günlerinde, Sabit’in dediği gibi:
Kalb-i mü’min gibi mescid mütesellî, ma‘mur,
Dîl-i fâsık gibi meyhâne harâb-u vîrân olur.
[Ramazanda Mescid, Mü’min’in kalbi gibi noksansız ve huzurlu. Meyhane ise fasıkın gönlü gibi harab ve virane].
Cami-i şerîflerin köşeleri, cemaatin çokluğundan coşkuyla dolar taşar. Bir tarafta hafızlar Kelamullah’ın cümlelerini okurlar. Diğer tarafta vaizler, yüce manasını tefsir ederler. Halkın bir kısmı öbek öbek oturup bunları dinleyerek istifade ederler. Bir kısmı da ya maksurelere çekilir kalbinin üstünde hürmetle muhafaza ettiği Mushaf-ı Şerîf’i çıkarıp hatim takip eder, yahut mihrab önünde özel yapılmış rahleler üstünde duran vakfedilmiş Mushafları okur. Vaktiyle bunları okumaya devam eden pek çok imiş ki Sabit, bu durumu anlatmak için şöyle diyor.
Alınır mı Ramazan sofralarından Mushaf
Rahlenin nöbetini beklemeyince insan
Hani o günler!
Cemaatin oruç keyfiyle uyuklayanlarından, vaizlerin kıssalar ve rivayetler adı altındaki sapıklıklarından bahsetmek istemiyorum.
Üç-dört seneden beri uygulanmakta olan bir usûlü de teşekküre şayan gördüm ki söylemeden geçemeyeceğim.
Meşhur kurrâlardan birkaç hafız efendinin Hükümet tarafından görevlendirilerek bir arada ve dönüşümlü mukabele okumalarıdır. Yalnız bunlar mahfil ve kürsü gibi yüksekte bir yerde okusalar cemaat daha iyi işitir ve daha iyi faydalanırlar kanaatindeyim.
Sergiler ve Cami Dönüşleri
İkindiden sonra cemaatten semti uzak olanlar biraz daha erkence, ikametgahı yakınca olanlar daha sonra çıkar. Camii şerîfin bahçesinde ve dışında kurulu sergileri seyreder, oruç keyfiyle hoşuna giden şeyleri alırdı. Şimdi pek kalmadı. On – on iki sene önce Beyazıd Camii Şerîfi’nin şadırvanı çevresinde birçok sergi kurulur, Hindistan’dan, Yemen’den ve başka yerlerden getirilen hediyelik eşyalar oralarda sergilenirdi. Bunların içinde Reji’nin tütün sirkesi gibi münasebetsiz olanlar, hele onun önünde dolaşıp sevdiğine zorla tütün aldırmak için asılanlar da vardı.
Sergiyi seyretme sırasında yanlışlıkla omuz çarpmaktan ya da dalgınlıktan ayağa basmaktan dolayı kavga çıktığı da olurdu.
Fatih Cami-i Şerîfi’nin bahçesinin ücra yerlerinde tesbih, tatlı, fişenk gibi şeylere ait sergiler bulunurdu ki sonuncusunun müşterisi tabii ki çocuklar, şikayetçisi de ihtiyarlar ile tiryakiler idi. Çünkü yaramaz afacanların mermer üzerine vurup patlattıkları fişenklerin gümbürtüsünden zavallı tiryakilerin afyonu patlar, kendileri de yerden bir karış zıplardı.
Çakmakçılar ve Hüsnü Paşa Fırınlarının çörekleri, Beylerbeyi’nin kazandibisi, Üsküplü’nün susamlı simitleri, tabla tabla olarak camii kapılarında bulundurulur ve yumurtasını götürüp de gözünün önünde pide yaptırmak, çıkar çıkmaz bağrına basıp götürmek için fırınlar önünde birikmiş kalabalıklar görülürdü.
Camiden çıkıp sergide dolaştıktan sonra sallantılı adımlarla yola dizilenler iki tarafa iştahlı bakışlar atfından geri durmaz, hele şekerci dükkânlarının camekânlarında görülen reçeller ve şuruplarla, tatlıcı dükkânlarındaki çeşit çeşit helvalara, yutkunarak bakmaktan kendisini alamazdı.
Aylığın geç verilmiş olmasından dolayı ramazan harcını mübarek ayın birinci günü tedarik etmeye mecbur olan aylıkçılar, o gün döne döne dolaşır ve oruç haliyle öteberi almaya uğraşırdı.
Bunlardan hem imla meraklısı hem de tütün tiryakisi olan birinin, şekerci dükkânına girip reçel listesini istediği, ilk bakışta ceviz reçeli ibaresini görünce, “Cevizin nasıl yazıldığını bilmeyen, nasıl yapıldığını da bilmez!” diyerek, almadan çıktığı, meşhur fıkralardandır.
Sadece Ramazana mahsus gibi olan şeylerden biri de güllaç idi. İstanbul’da Mevlevihane ve Silivri Kapıları arasındaki imalathanede yapılan güllaç, gayet iri küfelere konulur, küfenin gıcırtısına ayak uyudurup adım atan adamların sırtında Asmaaltı’na taşınır, yüksekliği oranında ağır olmayan bu küfeler önemli görüldüğü halde, erbabınca önemi olmayan bazı yararı için dik tutulurdu. Renkli sazlarla bağlanmış ve renkli kağıtlarla süslenmiş hatta bazılarının üstüne onluk aynalar takılmış olan güllaç demetleri bir uçtan bir uca asılınca, bulunduğu dükkanlar, muamma askısı asılmış kahvehanelere dönerdi.
İftar
İftar; “Oruçlunun oruç açması…Oruçluya orucunu açtırmak…Oruç açacak vaktin gelip çatması, iftar vaktine girmek” anlamındadır[25].
Malumdur ki, iftar vakti, güneşin batmasıyla girer. Onun için Müslümanlar güneşin batmasından birkaç dakika önce sofraya oturup dua ve sena ile vaktin girmesini beklerler.
Bu bekleme anı hakikaten pek başka bir andır. Vaktine göre on sekiz saat kadar süre aç kalmış bin insanın önünde, tuzlusuyla tatlısıyla birkaç türlü yiyeceği bulunduran sofra dururken ve elini uzatıp yemeye maddî hiçbir engel yok iken sabırsızına asırlar kadar uzun gelen birkaç dakikanın geçmesini beklemesi, itaatin mükemmelliğini ve kulluğun zirve noktasını gösterir. Binaen aleyh ; “Hakikaten her oruç tutanın kabul olacak bir duası vardır. Oruçlu; o duanın kabulünü isterse iftar ettiği zaman Ya vâsial mağfiret, iğfirlî [ey bağışlaması bol olan, beni bağışla] diye bağışlanma talebinde bulunsun” hadis-i şerîfi gereğince bu itaat ve kulluğun mükafatı olmak üzere oruçlunun eda edeceği dua, Allah (cc) katında kabul olur.
Hakikate aşina olanlar o kabul anını kalbin ve dilin yakarış ile getirdikleri gibi, keyif verici şeylerin tiryakisi olanlar ya da açlıktan halsiz düşmüş olanlar da okunacak ezana ve atılacak topa kulak vererek geçirirler.
Etrafına keyf ehli n’ola göz kulak olsa
Gûş-u nekhi vakf-ı minarât-ı ezandır
(Vasıf Enderûnî)
Güneşin batması ile iftarı hemen yapmak müstehap olduğundan, birçok İslam beldesinde iftar, akşam namazından önce yapılır ve top atılır atılmaz ya Zemzem-i Şerîf ya da hurma veya zeytin ile oruç bozulur.
Peygamber Efendimiz (sav), yazın su ile kışın hurma ile iftar ederlerdi.
Oruçlular arasında orucunu bozduktan sonra güzelce yemeğini yiyerek ve akşam namazını eda ederek, kahvesini, sigarasını, nargilesini içenler olduğu gibi ağzına bir yudum su ya da lokma atar atmaz sigara veya enfiye kutusunu ya da kahve fincanına sarılanlar vardır.
Vasıf Enderûnî der ki:
Afyon havâr ağırlamak ehaftır ki gıdâsı
Bir fincan ağır kahve bir lüle duhândır
Büyükannemin (Allah rahmet eylesin) vefatına kadar bizde de uygulanan, eskiden kalma bir adet vardı. Önce iftar tepsisi, reçeliyle, peyniriyle, simidiyle, pidesiyle (pastırma, sucuk gibi şeyleri büyükannem sevmediğinden onları tepside bulundurmazdı) hazırlanır, güneşin batışına beş dakika kala etrafına oturulur, hazır bulunanlar ile iftar edildikten sonra kalkılır, kahveler, çubuklar içilir ve akşam namazı kılınır, sonra yemek odasında kurulu sofraya inilirdi.
Sabit’in;
Bu da, bu şehr-i azîmin berekâtındandır
Fukarasında da âreste havân-ı elvân
beytinde gösterdiği üzere fukara evlerine varıncaya kadar ramazan içinde bilhassa akşam yemeklerine önem verilir, diğer normal günlerden fazla çeşit yemek bulundurmaya gayret edilir. Bu gibi fazla masraflar yapmanın bayramdan sonra acısının çıkacağını Refi‘ Kâlâyi;
Fikr-i bakkâl ile hep rişnî yer ba‘del ıyd
Tel kadâifle verin sofraya her şebb zînet
beytiyle uyarıda bulunmak istiyor.
İftarların bir de camii ve türbelerde yapılanları vardır ki akşam ezanından önce Ayasofya Camii Şerîfi’ne ya da Eyup’te Hz. Halit’in mübarek türbesine gidilir. Oralarda kayyum ve türbedarların verdikleri su ile iftar edilir ve akşam namazı kılınır. Sonra dışarı çıkılıp bir aşçı dükkânında yemek yenilir. “Bunun ne gibi bir hazzı var?” sorusuna karşı da, “Onun keyfiyeti tarif olunamaz zevke aittir” cevabını verirler.
Meşrutiyetin ilanına kadar vekillerin konaklarında iftar yapılması, her akşam gelecek misafirlerin yedirilip ikramda bulunulması, fukara kimselere diş kirası adı altında biraz para verilmesi adetten idi. Bilumum memurların yüksek dereceli amirlerinin davetlerine gitmesi zaruri idi. Adeta yarı resmi bir hale dönüşen bu ziyaretlerin yapılmaması, tenezzül etmemek sayılıp bazı amirlerin teveccühünden mahrum kalınırdı. Boğazına düşkün kimselerin çoğu da bundan istifade ederek sahibini tanıdığı tanımadığı konağın kapısını çalıp – selamünaleyküm aleyküm selam – hemen sofra başına çökerdi. Günümüzdeki tabir ile (en ziyade asrını terennüm etmiş olan) Vasıf Enderûnî, bu gibi açgözlü dilencileri tarif için
Gösterme sakın sofrayı bir sofiye yoksa
Dilsîr olamaz tâbe pilav yahni kapândır
Bulsa yemeğe niyeti var lafz-ı taâmı
Ehl-i şikem ol rütbe gedâ çeşm-i hazerandır
Gördükçe hilal-i feleği gür sîne çeşmân
Sırrı-ı sofra-i harç üzere sanır yâre-i nândır
Hayrına çıkar sanma menâr üzre müezzin
Akşama kadar dûd-ı taâma nikrândır
demiştir.
Mekke ve Medine’de iftar Harem-i Şerîf’te yapılır. Mekke’de Zemzem-i Şerîf sakaları, Medine’de müzevvirler (yanlış anlaşılmasın; ziyaret ettirenler demektir. Hacıların tavafına rehberlik edenlere mutavvıf denildiği gibi, Hücre-i Saadet-i Peygamberî’nin ziyareti hususuna rehberlik edenlere de müzevvir denilir) evlerinde birer iftar tepsisi donatıp ezandan önce Harem-i Şerîf’e getirilir. Tepsilerde pide, peynir, reçel, hurma, börek, tatlı gibi şeyler bulunur. Her saka ve her müzevvirin ne kadar hacısı ve ziyaretçisi varsa tepsinin etrafına halka olarak top atılması ve ezan okunmasının ardından iftar ederler. Hacılar ve ziyaretçilere Mekke’de zemzem, Medine’de Ayn-ı Zerka suyu – özel olarak soğutulmuş halde – verilir. İftariyeden kalanları da fukaraya dağıtılır. Komşulardan yahut rehber ya da müzevvir olmayan yerlilerden bazıları da özel olarak iftarlık getirilip misafirler ve muhtaçlar ile birlikte oruçlarını açarlar. Beş – on dakika sonra kamet getirilir ve cemaat ile akşam namazı kılınır.
Mekke-i Mükerreme’de 1312 ramazanında gördüğüm bir hatırayı burada anlatmadan geçemeyeceğim.
Mübarek beldede Harem-i Şerîf’i gören Süleymaniye isminde bir medrese vardır ki o sırada müderrisliğinde Hintli Şeyh İsmail Nevvab Efendi bulunuyordu. Bu zât-ı şerîf, İzhâr-ül Hak müellifi meşhur Hoca Rahmetullah’ın damadıydı. Kendisi Tarikat-i Âliye-i Şazelî müçtehitlerinden Ahmet b. İdris’in halifesi olup Mekke’de Cennet’ül Mualla kabristanında kabri bulunan Şeyh İbrahim Reşit’ten, irşada mezun olmuştu.
Muhterem üstadım Mesnevihan Mehmet Esat Dede Efendi ile ziyaretine gittiğimiz bir gün, bizi akşama iftara davet etti. Davetli olduğumuz için ben aciz kul, Harem-i Şerîf’teki iftarda birkaç yudum zemzem ile yetindim. Namazdan sonra şeyhin medresedeki odasına gittik. Bizimle beraber beş – altı kişi vardı. Ortaya bir sofra bezi serdiler. Etrafına diz çöküp oturduk. Her birimize birer parmak büyüklüğünde yapılmış ikişer peksimet verdiler. Sofraya da fincan tabakları içinde biraz peynir az da zeytin koydular. Bir de – vaktiyle İstanbul’da yirmi paraya satılanlar büyüklüğünde – karpuz kestiler. Ben bunları iftarlık ve yemeği gelecek zan ediyordum. Şeyh Efendi sıyam-ı dehre[26] devam ettiği ve akşam ile sahur olmak üzere yirmi dört saatte bir yemek alışkanlığı olduğundan sofraya oturmadı. “Bismillah, buyurunuz” dedi. Yemeğe başladık ve oruç açlığıyla yedik. Tamamıyla doyduğumuz halde sofradaki yiyeceklerin bakiyesi duruyor idi. O yiyecekler ki açlık ve o zamanki gençliğin zorlamasıyla onları sadece ben yiyebilirdim. Yemekten sonra birer çay içtik. Biraz sohbet ile feyizlendikten sonra Hazret-i Şeyh’in elini öpüp dua ettik. Dışarıya çıkarken; “Evliyâların gücü tanrıdandır / Sıçramış oku yolundan çevirirler” Mesnevi beyitini hatırladım ve Evliyâullah Hazerâtının kudreti hakkındaki ilmi, aynen şahit olmak suretiyle takviye eylemiş oldum. O mürşidin daha sonra vefatı haberini aldım. Kaddesallahu Sırrahu.
Huzur-ı Humâyûn Dersleri
Ramazan-ı Şerîf’te Zât-ı Şâhâne’nin de bulunmasıyla Saray-ı Humayûn’da İslam alimleri tarafından bazı Kur’an ayetlerinin tefsiri yapılırdı.
Osmanlı padişahlarının ilme ve âlimlere olan himmet ve muhabbetleri pek eskiye dayanır. Hatta Osmanlı devlet adamları ve vezirlerinin çoğu ilim ortamlarında yetişmiştir. Mesela Çandarlı ile sülalesinden olan Vezir-i Âzamlar, kazaskerlikten sadrazamlığa tebdil-i mevki eylemiştir.
Bu münasebetle ilk padişahlarımızın meclislerinde bile dinî, ilmî, idarî ve siyasî bahisler eksik olmazdı. Hele bizzat ilim adamı olan Fatih gibi, I. Selim gibi hükümdarlarımız, özel konular seçerek âlimleri, ilmî müzakerelerde bulundururlardı.
İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’in İcâlet-ü Leyleteyn isimli itikâdî manzumesine Molla Gürani’nin; “Zâde; fiil-i lazım olması gerekirken, müteaddî olarak kullanılmış” diye itiraz edişi ve Fatih’in emriyle itiraza konu olan risalenin zîrine yazıp, manzumeyi yazana gönderişi, sonra Hızır Bey’in “fî gulûbihim…” ayet-i kerimesinden ibaret manidar bir cevap verişi malumdur.
Avcı Sultan Mehmet Edirne’de bulundukça Otağ-ı Humâyûn’a, ulemayı davet ederek ders takrir ettirirdi. Hatta bir seferinde Şeyhülislam’ın anlatımındaki güzelliğe hayran olup cezbeye gelip sırtındaki şahane hırkasını çıkarmış ve o üstada giydirmişti.
Keza Sultan III. Ahmet Ramazan’da damadı İbrahim Paşa’nın sarayında okutulan derslerde bazen bulunur, âlimlere ihsan ve ikramda bulunarak taltif ederdi.[27] Fakat Huzûr-ı Humâyûn derslerine bir resmiyet kazandıran Sultan III. Mustafa’dır. 1172 Ramazanında âlimlerin sarayda ders okutmasını istemiştir.
İlk ders için Fetvâ-yı Emîn Ebubekir Efendi mukarrir [anlatan], Nebil Muhammed Efendi, Saray Hocası Hamîdî Muhammed Efendi , Şeyhülislam Müftüsü İdris Efendi, Müzellef Muhammed Efendi, Konevi İsmail Efendi’ler muhatabı [dinleyen, tartışan] olarak seçilmiş, birinci ders “Yâ eyyühellezîne âmenû kûnû kavvâmîne bi’l gıst…” (Nisa 135)[28] ayet-i celîlesinden okunmuş, Müzellef Muhammed Efendi ve İdris Efendiler ikinci bahiste tartışmışlar fakat ikisi de mukarrer tarafından susturulmuştur.
Sonraları bu usul, devam eden bir adet halini aldı. 1180 senesinde tedrisat için on dokuz meclis, mukarrer ve muhatap olmak üzere 126 zat görevlendirildi. Başlangıçta reis denilen mukarrerlere de daha sonra bu unvan verildi.
Günümüzde Huzur-ı Humâyûn dersleri sekiz oturumdan ibarettir. Her meclisin bir mukarreri ve on beş muhatabı vardır. Bu duruma göre meclislere ulemadan 128 zat görevlendirilmiş demektir.
Konumuz gereği burada bir gerçeği söyleyeceğim. Sultan II. Abdülhamit’in huzurunda mukarrerlik ve muhataplık eden hoca efendilerden bazıları, Padişah’a ahkâm ile ilgili tebliğde bulunacakları yerde, istek ve arzularını beyan eden dilekçe verirlerdi!
Hırka-i Saadet Ziyareti
Malumdur ki Hz. Peygamber (sav) tarafından caize-i sitayiş olarak Ka‘b b. Zühre’ye ihsan buyurulmuş olan Hırka-i Saadet, kutsal emanet olarak Sultan I. Selim’e intikal etmiş ve Sultan I. Selim tarafından Topkapı Sarayı içerisinde yaptırılan özel daireye konulmuş idi. Cenâb-ı Selim’in yaptırdığı eser olan ve günümüzde Ramazan-ı Şerîf’in on beşinci günleri gerçekleştirilen Hırka-ı Şerif ziyaret merasiminin, eskiden nasıl yapıldığını Tarih-i Ata’dan özetleyerek aktarıyorum:
“Hırka-i Saadet dairesinin her hafta, üç haftada bir ve senede bir kere temizlenmesi, senelik temizliğinde Padişahların da bulunup bizzat hizmet etmesi adet idi. Temizlik esnasında kullanılan tülbent, süpürge, sünger gibi eşyanın, eskimiş olanları ayak altında kalmasın diye, kullanılmayan bir kuyuya atılır, temizlik ve buhurlanmasıyla ilgili eşyanın bulunduğu dolabın anahtarı Tülbent Ağasında dururdu. Hırka-ı Saadet’in muhafaza edildiği gümüş sandık, Ramazan-ı Şerîf’in on ikinci günü Revan Odasına nakledilir, özel dairenin her tarafı süpürülür, duvarları misk ve gül sularıyla silinir. Hırka-i Saadet şebekesi dikkatlice cilalanır, mübarek dairenin içi od ve anber yakılıp buhurlandıktan sonra Revan Odasındaki sandık Salât-ü Selam ile getirilir ve Padişah’ın huzurunda yerine konulurdu. Ziyarette bulunacak ziyaretçiler ile Ulema, Nakîb-ül Eşref, Kürsü Şeyhleri, Defterdar, Harameyn Müfettişi ve Muhasebecisi, Şehremîni Efendilere ve Yeniçeri, Sipah ve Silahtar Ağalarıyla. Cebeci, Topçu, Arabacıbaşı Ağalara bir gün evvel davetiyeler gönderilirdi.
Ramazan’ın on beşinci günü, Hıra-i Saadet Dairesinde iki tane meşin sofra üzerine gül suyu ile dolu iki kase ve elli-altmış adet temiz sünger getirilip süngerlerden birkaç tanesini Silahtar Ağa gül suyu ile ıslatır, orada bulunan Padişah’a takdim ederdi. Padişah tarafından o sünger ile mübarek hırkanın parmaklıkları silinir, orada bulunan mabeyn erkanı tarafından da diğer süngerler gül suyuna batırılıp, daireyi çevreleyen duvarların uzanılabilen taraflara gezdirilir. Sonra bu süngerler Has Oda Ağalarına verilir, teberrüken muhafaza edilirdi.
Ramazanın on beşinci sabah namazı, Hırka-i Saadet Dairesinde cemaatle kılınır, öğle namazından iki saat önce Hırka-i Saadet’in yaldızlı gümüş sandığı, gümüş sehpası üstünden kaldırılıp som sırma işlemeli yastıkları üzerine konulur, Padişahın yanında bulunan altın anahtarla açılıp, içindeki som sırma ve inci işlemeli kadifeden yapılmış yedi adet bohçadan şeritleri çözülür, onların içindeki bir çekmece, yine Padişahta duran altın anahtarla açılır, mukaddes hırkanın yaka düğmesi, içinde bir miktar su bulunan bir kaseye sokulup anberli mangalda kurutulur. O kasedeki suya sonra temiz su ilavesiyle bazı kişilere teberrüken hediye olarak gönderilir. (1242 tarihinde su uygulaması kaldırıldı). Bu işler bittikten sonra hafızlar tarafından Kur’an-ı Kerim tilavetine başlanır ve o Padişah sonra Mabeyn Erkanı ile Has Oda Ağaları ziyarette bulunurdu. Enderun ricalinin ziyaretinden sonra hariçten katılan davetliler gelerek, Sadrazam, Şeyh-ül İslam, Kazaskerler vs. protokol sırasıyla ziyaret ederlerdi.
Padişahın sağ ve solunda duran Sadrazam ve Kızlar Ağası, mübarek Hırka-i Saadet’in öpülen her kısmını öpmenin ardından bir havlu[29] ile siler ve bu havluyu ziyaret edene verirdi.”
Hazret-i Üvesy el-Karanî’ye ihsan buyrulmuş olan ve Kutsal Emanet niteliğinde Hilafet makamına intikal etmiş olan Hırka-ı Saadet de Fatih civarında eski Ali Paşa mahallesinde Sultan Abdülmecit Han tarafından yaptırılan camii şerif içerisinde özel bölüme nakledilmiş olduğundan, Ramazan-ı Şerîf’in on beşinden sonra Müslüman halkın geneline, ziyaret etmeleri imkanı verilirdi.
Askere Baklava Verilmesi
Hırka-i Saadet ziyareti gününde, Yeniçeri ile diğer askere, saray mutfağında pişirilen baklavalardan her on askere bir tepsi verilmesi adetten idi. Öteden beri seferlerde zafer kazanılınca askere yahni, pilav ve zerde verilmesi adet hükmüne girmiş[30], sonra ordudaki askerlerin ulufe dağıtımında çorba, pilav ve zerde ile taltif edilmesi usulü başlamıştı.
O gün yeniçeriler, zâbıtları ile beraber saraydaki mutfak dairesinin önünde toplanırlardı. Padişahlar da birinci orta etrafından olduklarından dolayı, ilk önce Padişah için iki tepsi ayrılır, ondan sonra baklava tepsileri fotalarından[31] renkli sırıklara takılır ve her sırık iki Yeniçeri tarafından omuzlanıp her bir bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı, karakollukçu ve bayraktarı önlerine düşerek, alay ile kışlalara varıp ve yedikten sonra ertesi gün tepsi fotaları Matbah-ı Amire’ye gönderilir ve iade edilirdi.
Sultan Abdülhamit Han (nur içinde yatsın) zamanında İstanbul’daki askerler, ramazan gecelerinde tabur tabur saraya davet edilerek ikramda bulunulur ve birer maaş tutarında ikramiye verilirdi.
17 Ramazan
Ramazanın on yedinci günü bütün İslam âlemince, unutulamayacak ve kutlanacak bir gündür.
Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetlerinin inmesi o gün gerçekleştiği gibi, 305 kahramandan oluşan bir ordu ile Bedir’de meydana gelen fedakârca bir muharebede yine o gün, İslamiyet büyük bir zafer kazanmıştır.
Bu günün gecesinde Üsküdar’da oturan Hazret-i Nasuhî (ks) Dergâh-ı Şerîf’inde, büyük bir cemaat ile ayin-i şerîf icra edilir, Halvetî tarikatinin pîri, Karabâş-ı Velî Hazretleri’nin Türbe-i Şerîfinde muhafaza edilen tacı, teberrüken ziyaret edelirdi.
Ramazanın yirmi birinci gecesi, Padişah tarafından sadrazama iftariye gönderilir, yirmi ikinci günü de Dar’üs Saâde Ağası tarafından yine Sadrazam’a yemek takdim olunurdu. Bunları götüren Koşucubaşı ile kalfasına da sadrazam tarafından kaftan giydirilirdi.
İtikaf
Yakın zamanlara kadar ramazanda, camii şerîflerin son cemaat yerlerinde, perde ile bölünmüş uygun yerler içerisinde, örtüye bürünmüş bazı kişiler görülür, itikafa girmişler diye takdirle karşılanır ve hürmet gösterilirdi.
İfikaf kelime olarak; haps, men‘ü mülâzemet anlamındadır. Nefsini, itaat maksadıyla mescide hapsetmek anlamında kullanılan dinî bir kavramdır. Bakara Sûresinde “Tavaf edenler, itikafa girenler, rükû ve secde ile namaz kılanlar için evimi (Kâbe-i Mükerreme’yi) temizleyin”[32], buyrulmaktadır.
Bu ayet-i kerimeden, Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmail (as)’ın zamanında mescit ve mabetlerde itikafa girenlerin olduğu anlaşıldığı gibi, Benî İsrail’in Hz. Musa ile Kızıldeniz’i geçtiğinde putlara ibadet eden ve put hanelerde itikafa girenlere tesadüf ettiğini, hatta onları gören Beni İsrail’in “Ya Musa, bize de onlarınki gibi putlar yap” dediği ve Cenâb-ı Musa tarafından “Siz gerçekten cahil bir kavimsiniz” cevabını verdikleri Araf Suresinde; “İsrailoğullarını denizden geçirdik. Derken, kendilerine ait putlara tapan bir kavme rastladılar. İsrailoğulları, ‘Ey Musa! Onların kendilerine ait ilahları (putları) olduğu gibi sen de bize ait ilah yapsana’ dediler. Musa da şöyle dedi: ‘Şüphesiz cahillik eden bir kavimsiniz” ayet-i kerimesinden anlaşılmaktadır.
İnsanlığın ilk dönemlerinde; içinde halktan ayrı yaşayanlar ve tenha bir yere çekilip Hak ile beraber olmak isteyenler bulunduğu gibi, halâ da bulunmaktadır ki halvetler, çileler, erbainler hep bu maksadın sonuçlarıdır.
Hz. Mevlanâ şöyle diyor: “Akıllı olan; velev ki kuyu dibi olsun, tenha bir yere çekilir. Çünkü halvette safâ-yı kalb husule gelir.”
Efendimiz (sav) de Hira dağında tehannüs yani inzivaya çekilmiş oldukları anda vahiy gelmişti.
İtikâf; İslamiyette bir şer‘î emirdir. Erkeğin; cemaat ile namaz kılınan bir mescitte; kadının, hanesinde namaz kılmak için oturduğu oda veya köşede, itikaf niyetiyle oturmasından ibarettir. Vacib, sünnet, müstehap olmak üzere üç kısımdır.
Sünnet olan itikâf; ramazan’ın son on gününde yani yirmisinden sonuna kadar olan zaman zarfında yapılır. Çünkü Peygamber Efendimiz (sav) o vakit itikâfa girerlerdi. Bu itikâfta kişi oruçlu olur.
Müstehap olan itikâf ise ramazanın son on gününden başka bir zamanda her an yapılabilir. Süresi, vakti muayyen değildir.
Hatta camiye giren kimse gece de olsa, çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse orada kaldığı sürece nafile olarak itikâfa girmiş olur. Camiden çıkınca da itikâf sona erer. İki yöne kapıları olan camii şerîflerin içerisinde yol edinmek caiz olmadığı halde, taharet üzere gelip geçmek için dinen uygunluk budur, yani itikâfı niyet eylemektir.[33]
Bu hükme dayanarak Cemaat-i Müslimin’in itikâf sevabının mutluluğuna nail olması için Mekke ve Medine Harem-i Şerîflerinin kapılarına yakın olan direkler üzerine “Sünnet olan itikâfa niyet ettim” cümlesini içeren levhalar asılmıştır.
Hacı Zihni Efendi der ki; “İtikâfın güzellikleri sayısızdır. İtikâfta olan kişi kalbini dünya işlerinden arındırır ve nefsini Mevlâ’ya teslim ederek, Bâb-ı Kerîm’in gönüllü hizmetkârı olmuş ve düşmanın tuzağından Allah Teâlâ’nın en muhkem kalesine sığınmış, hal dili ile ‘Rabbim beni bağışlamadıkça be bu kapıdan ayrılmam’ demiş olur.”
Kadir Gecesi
Malumdur ki Kadir Gecesi, Şeref Gecesi demektir. Hadis-i şerîflerde buyrulduğu üzere Kadir Gecesi, Ramazan’ı Şerîf’in son on günündedir. Geceleri ihyaya gayret etmek için gizli tutulmuştur. Nevevi’nin beyanına göre en ümitlisi; son on gündeki tek geceleridir. O mübarek gecedeki ibadet, gecenin buluşmadığı bin aydaki ibadetten hayırlıdır.[34]
Kadir Gecesi, mağfiret okyanusunun çağladığı bir gecedir ki Kur’an-ı Kerim’in dünya semasına inmesi bu gecede gerçekleşmiş ve şeref ve meziyyeti hakkında kısa bir sûre nazil olmuş, o geceyi taat ve ibadet ile ihya etmenin bin aylık bir zamanlık ibadet yerine geçeceği bildirilmiştir. Fakat o geceye denk gelmesi ümidiyle diğer geceleri de boş geçirilmesin diye Kadir Gecesi, diğer geceler arasında gizlenilmiştir. Buna binaen ariflerin biri, “Efendi! Kadir Gecesinin alametini niçin arayıp duruyorsun. Kadrini bilirsen her gece Kadir Gecesidir” buyurmuştur.
Şeyh Muhyiddin-i Ekber (ks) Hazretleri, Kadir Gecesini rabi‘ulevvel’de, şabanda ve genellikle ramazanda idrak ettiğini Futuhat’da yazıyor.
Meşhur ve birçok görüşe uyularak, ramazanın yirmi yedinci gecesi Kadir Gecesi olarak kabul görmüştür. Binaenaleyh o gece boş iş ve oyunlardan uzak durulur. İstanbul’un Ayasofya ve Halid [Eyüp Sultan] Camiileri sabaha kadar açık olur ve cemaatle dolup taşar. Ayasofya Camii Şerîfinde bazı şeyh ve dervişler tarafından tarikat ayini icra edilir. Keza şehrimizdeki bazı dergâhlarda da mukabele-i şerîfe ve zikirler yapılır. Camiilerde hafızların okudukları mukabelelerin geneli Ramazanın yirmi altıncı günü hatim duaları yapılır.
Kadir Alayı
Emir’ül Mü’minin ve İmam’ül Müslimin Hazretleri, Kadir Gecesi günü, Saray-ı Humâyûn’dan çıkıp civardaki camiilerden birinde namazı eda eder.
Tarih-i Atâ sahibi, kendi döneminde yapılan Kadir Alayı’nı şöyle tarif ediyor:
“Kadir Gecesinde âlây-ı vâlâ ile Ayasofya Camii Şerîf’ine gidilmesi, adetten olmakla birlikte bu gecede eğer Saray-ı Humâyûn kafilesi yazlıkta ise o gece yeni Saray-ı Humâyûn’da iftar edilir. Nöbetçi Has Odalı Ağalardan başka Cuma Selamlığı teşrifatında bulunan Enderûn erbabının tamamı, saray mensupları ile ve Ridâ-i Şerîf Dâire-i Âliyesi önünde tâ Ayasofya Camii Şerîf’inin Selamlık Kapısına kadar, yolların seması meş’alelerle aydınlatılır yirmi kadar meş’ale taşıyan hizmetkârlar menakıbında Hümâyûn Kapısında keşîde ve meşalelerin arkasında muş‘amları kırmızı ve yeşil boyalı kırk tane büyük fenerler ile Haseki Ağalar at sırtında Ayasofya Camiine gidip Saray’dan gelenlerin katılımlarında nöbetçi olan İmam-ı Sultanî Efendi’ye bil-iktidar Kadir Gecesi namazı cemaatle kılındıktan sonra bu usul ile geri dönülür.”
Fitre ve Fukarayı Sevindirmek
el- Fitra; Fâ’nın kesriyle. Sadaka-i fitre denir ki ramazan orucunun teşekkürünü içeren, fukaraya verilen sadakadan ibarettir.[35]
Sadaka-i Fıtır verilmesi, Hicrî ikinci yılı ramazanında vacip kılınmıştır. Çünkü bayram İslam’ın mutluluk günü idi. O gün fukaranın da sevinmesi gerekirdi. Hiç olmazsa o gün ihtiyaç sahiplerinin, isteyicilikten uzaklaştırılması için Hz. Peygamber (sav) tarafından şöyle buyrulmuştur: “Böyle bir günde onların ihtiyaçlarını giderin.”
Mahfil’de yayınlanmaya başlanılan Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri isimli ben aciz kulun eserinde sıra gelince izahta bulunulacağı yönüyle insanlığın huzuruna kefil olan İslamiyet, daima fukarayı sevindirmeyi Müslümanlara tavsiye etmiş ve önce sadaka, sonra fitre, daha sonra da zekât verilmesi zenginlere emredilmiştir.
Fitre, şu dört şeyden verilir. Buğday, üzüm, kuru hurma ve kuru üzüm.
Buğday ile unundan ya da sevik[36]’den yarım sa‘ yani 520 dirhem; arpa, kuru hurma ve kuru üzümden bir sa‘ yani 1040 dirhem olmak üzere ya aynen ya da bedeli verilir. Bolluk zamanı bedeli, kıtlık zamanı aynen verilmesi daha faziletlidir. Fitrenin her seneki bedeli, meşihat makamı tarafından hesaplanarak halka duyurulur.
Sadaka-i Fitre’nin Vucûbiyyet Vakti
Fıtır günü sabahıdır ki şevvalin ilk gününün doğmasından itibaren verilmesi vacip olur. Ondan önce veya sonra da verilebilir. Niyet ile verilir. Fitre için verilecek miktarın ayrılması esnasında edilen niyet de yeterlidir. Fakire verilirken bildirmek gerekmez[37].
Merhum Hacı Zihni Efendi’nin açıkladığı hükümlerden bilhassa üzeri çizili olan hususa dikkat çekmek isterim. Bir kısım kadınlar ile halktan bazılarının yaptığı münasebetsizliğin terk edilmesi gerekir.
Mesela; Fatih veya Beyazıt Camii Şerîfinde fakir bir vaiz, rahle başında ders veriyor. Bir de arka sıradan biri, koynundan ya da kuşağı arasından çıkardığı keseyi ağzından tutup sallaya sallaya bağını çözdükten ve elini sokup avuçladığı paraları şakır şakır yine kesenin içine döktükten sonra yakaladığı yanık ve silik bir yüzlüğü eline alıyor, cemaatin omuzlarına basarak rahlenin önüne kadar varıyor. Elindekini halka gösterip şahit tutarcasına uzatarak;
“Hoca, bu benim fitrem. Aldın kabul ettin mi?” diye soruyor. Adeta, karşılığında makbuz senedi istemediği kalıyor.
Madem ki fitre bir sadakadır ve Allah rızası için verilir. Allah rızası için, Allah’ın kulları da düşünülmeli ve onların da izzet-i nefsini yaralamamalıdır. Cenab-ı Hak “Sadakaları aşikar verirseniz iyidir, onu gizlice fukaraya verirseniz hakkınızda daha hayırlıdır” buyurmuştur.
Ne için verdiğini açıklamaya gerek olmayan küçük bir sadaka açıktan değil, ilanen verilmesi, alacak kişinin o kalabalıkta utanmasına değmez.
“Güzel söz ve bağışlanma, başa kakılan bir sadakadan daha hayırlıdır.”
Arafe Günü
Bu tabiri biz, ramazanın son gününde de kullanıyoruz. Hâlbuki Arafe Günü; fethatân ile ve harf-i tarifsiz. Zilhicce ayının dokuzuncu günüdür ki hacıların Arafat’ta vakfe günüdür.[38]
Arafe; sadaka vezninde. Zilhicce’nin dokuzuncu günüdür. Fıtır bayramının son gününe bile lügatin müsadesinin olmadığı, Hacı Zihni Efendi’nin yukarıdaki ifadesinden anlaşılmaktadır. Hadi iki bayramın birer gün öncesine, bir diğerine kıyas ederek Arafe Günü denilmiş ve herkesçe kabul edilmiş. Bununla yetinsek de Veille[39] kelimesi Arafe diye güya Türkçeleştirilip Harb ilanı arafesinde!, Hıdrellez arafesinde! gibi yazılar yazmasak, lisanımızın şivesini korumuş olmaz mıyız?
Dikkatli ve dirayetli bir kişi çıksa da bu gibi garip tercümeleri ortaya koyup, doğrusunu beyan etse iyi olur.
Arafe Bayramlaşması
Eskiden Ramazan-ı Şerîf’in sonuncu günü ikindiden sonra Saray-ı Humâyûn’da bir bayramlaşma töreni gerçekleştirilirdi. Şöyle ki:
Arz odasına, o gün için bir taht kurulur, saray görevlileri rütbe sırasına göre dizilir, sonra Padişah arz odasından çıkıp tahta oturur, mehteran takımı tarafından Divan Nevbeti çalınır ve Duacı Efendi tarafından adet olduğu üzere dua edilir. Sonra Padişah oradaki topluluğa bakışlarıyla iltifat ederek arz odasına döner. Padişahın geliş ve dönüşünde alkışlanırdı.
Bunun ardından gelen Selâtin Camîleri Hatipleri, Hünkâr İmamlarının önderliğinde Ağalar Camii Şerîf’ine götürülür, oradaki Mahfil-i Humayun’a gelen Padişah’ın isteğiyle Ayasofya hatibinden başlayarak bütün hatipler tarafından birer aşr-ı şerîf okunur ve bu okumalardan sonra her birine Padişah tarafından hediye verilirdi.
Yine Arafe Günü
Berrî ve Bahrî Erkan ve Umerâ-yı Askeriye demek olan Yeniçeri Ağası ile Cebecibaşı, Topçubaşı, Humbaracıbaşı, Toparabacıbaşı, Lağımcıbaşı, Kul Kethüdası, Sekbanbaşı, Turnacı, Ocak Kethüdası, Zağarcıbaşı, Samsoncubaşı, Gurebâ-yı Yemîn ve Yesar Ağaları, Uluvv-ı Feteyân-ı Yemîn ve Yesar Ağaları ile Kapudâne, Riyâle, Patrona Beyler, Tersane Kethüdası, Liman Reisi ve diğer görevliler arz odasında bayramlaşma törenini icra ederlerdi.
Yine o gün Padişah, Topkapı Sarayının üçüncü yerindeki Kasr-ı Humayûn’u teşrif ederek Silahtar Ağası tarafından takdim edilen ve Başçuhadar Ağa’nın binerek dolaştırdığı atı kabul eder, sonra Sadrazam tarafından takdim edilen donanmış dört at, Huzur-ı Humâyûn’a sunulur. Bunlar da Mîr-i Âhûr-ı Evvel ve Sânî’nin binmesiyle denendikten sonra, Istabl-ı Âmire’ye gönderilir. Silahtar Ağa, takdimesinin kabulüne teşekkür için ayak öperken, Koğuş Ağalarının tomak oyunu oynamaları istenir, oyunun bitiminde Silahtar vasıtasıyla para serpilir ve ağalar tarafından kapışılarak tören biter.
[1] er-Ramdu: Fethateyn ile. Güneşin ısısının kuma ve taşa oldukça tesir etmesi. Günün ziyadesiyle sıcak olması. Kızgın yerde yalın yürümekle ayağın yanması anlamındadır . (Kamus Tarcümesi)
[2] Ramazan’ın, Allah’ın isimlerinden olduğu da söylenmiştir. Bu takdirde Şehr-i Ramazan, Şehrullah [Allah’ın Ayı] demektir. Fakat en doğrusu, Receb ve Şaban kelimelerinin, Ramazan’dan önceki iki ayın ismi oldukları gibi, Ramazan da oruç ayının adıdır (Tefsîr-i Hâzin).
[3] Bakara Suresi,185.
[4]Kitab’us Savm.
[5] Hatta Yahudiler arasında savm-ı samt da vardır ki konuşma orucu demektir. Bu uygulama İslamiyet’te kaldırıldı. Zihni Efendi der ki: Hayırlı ve gerek duyulan sözü söylemek lazımdır. “Kim susarsa(konuşmazsa) kurtulur, fakat onun için faydasız konuşma vardır.(Fakat o batıl, faydasız şeyleri konuşmaktan geri durmaz)”
[6] Cami‘us Sağîr.
[7] Tefsir-i Hâzin.
[8]Nebiyy-i Ekrem (sav) Efendimiz’in oruçlu oldukları dokuz ramazandan sadece bir tanesi yahut ikisi veya dördü otuz, kalanı yirmi dokuz güne denk gelmiştir.
[9] Medine-i Tahira çocukları – çok önceleri – her sene Şaban-ı Şerîf’in 29. günü bir meydanda toplanırlardı. İçlerinden güzel konuşma yeteneğine sahip olan üç çocuk seçilir ve bunlardan biri Şeyh’ül İslam, birisi Kadı, diğeri de Hac Emîri olarak görevlendirilirdi. Genellikle sur dışına gidip ve akşamüstü Ramazan-ı Şerîf’i alıp dönerlerdi. Bu oyuna, “Çocukların Ramazan’ı karşılama alayı” denirdi. Şa‘bana dedikleri bu oyunun oynanması ise günümüzde unutulmuştur (Mir’at-ı Medine, Eyyüb Sabri Paşa)
[10] İslam alimleri hadis-i şerîfin zahirine uyarak vakit hesaplayanların sözüne itibar etmemişlerdir. Şafiî alimlerinden İmam Subkî bir eserinde, erbâb-ı heyetin hesabı kat‘î olacağından, kabulüne meyletmiş ise de bu görüşü kabul görmemiştir.
[11] Yevm-i Şek: Şaban ayının 30. günü. Ramazan ayının başlangıcı olma ihtimalinin olduğu gün. (Ç)
[12] Ramazan orucu İslam Dininin emri olduğundan; hava bulutlu ise hilali görmede, âkil ve bâliğ, adaletli ve sözüne güvenilir birinin haberi makbul olur. Fasık’ın haberi, ittifat üzere makbul olmaz. (Kitâb’us Savm)
[13]Câmide değil şu‘le-i lâ‘lîn-i kanâdîl
Dâğ-ı dîl-ü hûn kerîe-i mestânı zemândır
[14] Ebu Rukayye Temîm İbn-i Evs Hazretleridir ki atalarından ed-Dâr b. Hânî’ye nisbetleTemîm-i Dârî diye bilinir. Rukayye ise kendi kızıdır ve ondan başka evladı olmamıştır. Zaten nasranî olduğundan Temîm-i Dîrî de denir. Dîr; manastır anlamına gelmektedir. Bu tabir, kendilerinin vaktiyle Hristiyan zahitliği üzere olduğunun işaretidir. Yemen halkından olup, hicrî 9. yılda Müslüman olmuş ve Medine-i Münevvere’de huzur bulup orada kalmıştır. İbadete düşkün olup “Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar” (Casiye,21) ayetiyle bir gece sabaha kadar ağlayarak namaz kılmıştır. Hz. Osman vak‘asına kadar Medine-i Münevvere’de kalmış, sonra da Filistin’e hicret etmiştir. Muvatta’dan anlaşıldığına göre Hz. Ömer, bu zatı da Ubeyy b. Ka‘b (ra) Hazretleri gibi teravih kıldırmak üzere görevlendirmiştir. Medine’de vaz etmek ilk önce bu zata nasip olmuştur ki bunu Hz. Ömer’den izin alarak yapmıştır. On sekiz hadis-i şerîf rivayet etmiştir (el-Hakâik, Hacı Zihni Efendi)
[15]Kitâb’us Salât, Hacı Zihni Efendi.
[16] Buna göre, teravihin sekiz rekati sünnettir. On iki rekati, – Bahr’de zikredildiği üzere – müstehaptır. Tamamının sünnet oluşu “Benim sünnetime ve Raşit Haliflerin sünnetine sımsıkı sarılın” hadis-i şerîf’i ile sabit olmuştur. Teravih namazı, Ashab-ı Kiram’ın icmaı ile yirmi rekattir. (Kitâb’us Salât, Hacı Zihni Efendi).
[17]Kitâb’us Salât, Hacı Zihni Efendi.
[18] Elde işkembe fener, arkada zenbîl-i sahur
Gece vaktinde şikem-hanelerindür seyran
beytinde görüldüğü üzere eskiden muşamba fenere işkembe dikilirmiş. İstanbul sokaklarına havagazı fenerleri yapılıncaya kadar, bunların eskilerinden en zarif ve sanatkârane, ufaklarından büyüklerine varıncaya kadar çeşitleri görülürdü. Altı üstü pirinç, ortası muşamba olanlardan başka, kâğıttan çeşitli şekillerle üretilen ve üzerlerine rengârenk nakışlar mevcuttu. Bu zarif sanat da kaybolup gitti.
[19] Bu mekanları, 10 Temmuz yangını, silip süpürdü.
[20]Kitâb’us Savm.
[21] Kamus-i Osmani, Selahaddin Bey.
[22] Muaviye tarafından Mısır Valisi olan ve ilk defa Amr b. el-Âs Camii’ne minare yaptıran Mesleme b. Muhalled el Ensar’dir. Yapılış tarihi Hicrî 58. yıldır.
[23] Geçmişte, Hristiyanların mabetlerinin çağrı sesi olan çanlardan, biri büyük biri küçük iki tane tahtadan yapılmış büyüğüne nâkûs, küçüğüne vebîl denirdi.
[24]Hanımefendilerden biri, sabah namazını kıldıktan sonra yatmış ve gündüzü hatta iftarı uyuyarak geçirip ancak öbür sahura uyanmış.
[25] Kamus Tercümesi
[26] Aralıksız, bir sene boyunca tutulan oruç. (Ç)
[27] Sultan I. Abdülhamit’in ise mübarek gecede tarikat şeyhleri ve dervişlerini saraya davet edip, tarikatlerine mahsus ayini icra ettirir ve o mecliste bulunarak mutlu olurdu. Yine I. Abdülhamid’in, Galatasaray hocası Şeyh Halil Efendi’nin cenazesinde tebdîlen bulunup namazını kıldığı, tarihi bilgi olarak sabittir.
[28]Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.(Nisa 135)
[29] Günümüzde verilen bu havlular üzerinde : Hırka-i Hazret-i Fahr-i Rusûl’e / Atlas çerh olamaz pây-i endaz / Yanarak, yakılarak arz-ı tekâpû ederek / Kıl şefi‘-i ümeme arz-ı niyaz. (Mavi gök bile bütün Peygamberlerin kendisiyle övündüğü Muhammed Aleyhisselâm’ın hırkasına yaygı olamaz. Bir o yana bir bu yana koşarak, yana yakıla ümmetlerin şefaatçısına yalvar) kıt’ası yazmaktadır.
[30] Nitekim İstanbul’un fethi üzerine Ok Meydanında askere bir ziyafet verilmiş ve yemek esnasında bizzat Fatih tarafından hizmet edilmiştir.
[31]Fota: Bir iş işlerken hamamda vesair ahvalde bele bağlanan ipek peştamal. (Kamus-ı Türki, s.1008)
[32] Hüseyin Vaiz, tefsirinde der ki: Ehl-i İşaret yani ümmetin arifleri bu ayet-i kerimeye şöyle bir mana da vermiştir. Harîm-i dost olan gönül hanesini, dünya ve ahiretle ilgili tozdan temizleyin. Eğer harîm-i kalbi, Dost’un haricindeki her şeyden arındırırsan orada vahdet-i sarf-ı sefasını idrak edersin (Şemseddin Sivasi) “Sür çıkar hatırdan ağyarı tecelli ede Hak / Padişah konmaz saraya hane mamur olmayınca” beyti de bu sırada hatıra gelir.
[33]Kitâb’us Savm.
[34]Kitâb’us Salât.
[35] Kamus Tarcümesi
[36]Sevik’in anlamı gavut’dur ki kavrulmuş sonra yıkanıp kurutulmuş un demektir.
[37]Kitâb’us Savm.
[38] Kamus Tercümesi.
[39]Veille: Fr. Uykusuzluk; uyanıklık; gece nöbeti; bir önceki gün.
#Lokman D. SOLMAZ