HZ. MEVLÂNA VE SELÂHADDİN-İ ZERKÛB
26 Kasım 1244 tarihinde(1) Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya gelişiyle hayatının akışı değişen ve mâ’na âlemine dalan Mevlâna, Şems’in 5 Aralık 1247 günü ikinci kayboluşundan sonra iki kez Şam’a giderek O’nu arar ve sonunda ümidini keserek Konya’ya geri döner (2).
Şems’in na-ma’lûm akıbetiyle O’ndan ayrılan Mevlâna bir kenara çekilip, şiir, semâ ve ma’nevî irşâdla vaktini geçirir, eskisi gibi halkın içine karışmaz; vaaz vermez, medresedeki eğitim ve öğretimine devam etmez.
Vaktini bu şekilde geçirdiği dönemlerinde Tırmizî’nin meclislerinden tanıdığı ve sarraflıkla uğraştığı için “Zer-kûb” diye anılan Selâhaddin Feridun’u çevresindekilerin hilâfına rağmen Şems’in yerine 1249 yılında halife yapar. Mevlâna’nın oğlu Sultân Veled, ileriki zamanlarda kayınpederi olacak Selâhaddin’e İbtidânâme adlı eserinde bir bölüm ayırarak (3) bu bağlanma olayını şöyle nakleder:
Şeyh (Mevlâna) bu coşkunluk âleminde iken, müridlerinden biri O’nun yakınlığına erişti; yakınlık atına bindi.
…
O, yedi göğün de, yedi yerin de kutlusuydu, lâkabı da Padişah Selâhaddin’di.
Hâl sahibi şeyh (Mevlâna) O’nu gördü, abdal bölüğünden O’nu seçti. Yüzünü O’na çevirdi, herkesi bıraktı, O’ndan başkasıyla konuşmayı yanlış saydı.
(Mevlâna) bana “Şems diyordum ya!” dedi. Niçin uyuduk biz? Elbisesini değiştirdi, yüzünü göstermek için salına salına gene geldi.
Tasdan içtiğin şarap, tas (Şems) gittiyse de yine o aynı şarap değil mi?
…
Dostlara sevgiyle dedi ki benim dünyada kimseden pernâm yok. Sizinle de işim yok. Hepiniz Selâhaddin’in çevresinde toplanın.” (4)
Hz. Mevlâna, oğlu Sultân Veled ve torunu Ulu Arif Çelebi döneminin olaylarını bize nakleden Eflâkî, Mevlâna ile Selâhaddin’in hem dem oluşunu şu cümlelerle dile getirir:
“Şeyh Selâhaddin Hazretleri gençliğinde Mevlâna’ya ulaşıp, mürid olmadan önce Muhakkık-ı Tırmizî’ye mürid olmuştu ve O’na hizmet ederdi. Daima O’nunla oturup kalkardı… Şeyhimiz Selâhaddin’in annesi, babası Konya civarında bir göl kenarında bulunan Kâmile köyündendirler. Bu bölgede balık avlamakla geçinirlerdi. Muhakkık-ı Tırmizî, Konya’dan Kayseri’ye gidip (638 / 1240) orada öldüğü vakit (639 / 1241)(5) Şeyh Selâhaddin de annesi ve babasını görmeye gitmişti. Orada O’nu evlendirdiler. Şeyh bir müddet orada kaldı. Artık bu hayata alışmıştı. Birgün Konya’ya geldi. Ebu’l-fazl (bugünkü İplikçi Camii) camisinde Cuma namazına gitti. O gün Mevlâna Hazretleri vaaz ediyor ve büyük heyecanlar gösteriyordu. Hocası Muhakkık-ı Tırmizî hakkında birçok şeyler anlatıyordu. Birden bire Tırmizî’nin halleri Mevlâna’nın zatında Selâhaddin’e göründü. Selâhaddin bir feryad kopararak kalktı, Mevlâna’nın minberinin altına geldi. Mübarek başını açtı, baş koyup; Mevlâna’nın ayaklarını öptü, onlara yüzünü gözünü sürdü. Mevlâna O’na iltifatlarda bulunarak “Nerelerdeydin?” diye sordu. O da “Evlendim, sizin büyüklüğünüzden ve sohbetinizden mahrum kaldım” diye cevap verdi. Mevlâna “Hayır, hayır; Sen bizdensin bizim canımızsın” diyerek Selâhaddin’in elinden tuttu. Kendisine sohbet arkadaşı yaptı.”(6)
Yine Eflâkî’ye göre; aynı zamanda Mevlâna’nın babası Bahâ Veled’in öğrencisi olan Muhakkık-i Tırmizî şöyle demişti: “Bana şeyhim Sultânü’l-‘Ulemâ’ dan iki büyük şey nasip olmuştur. Biri söz fesahati, diğeri hal güzelliği. Söz fesahatini Mevlâna’ya verdim… Hâlimi de Şeyh Selâhaddin’e bağışladım.”(7)
Yine, aynı dönem hakkında bize bilgiler ulaştıran Sipehsâlâr da risalesinde Mevlâna ve Selâhaddin arasındaki dostluk bağının kurulmasını şu cümlelerle nakleder:
“Selâhaddin tasavvufa girişinden itibaren güvenirlik ve dindarlığı ile meşhur olup, sarraflıkla uğraşırdı. Herşeyden sıyrılıp Mevlâna’ya yönelmesinin sebebi şudur: Birgün, her zaman olduğu gibi dükkanında sarraflık işiyle meşguldü. Tesadüfen o gün de Mevlâna heyecan ve coşku içindeydi. Sarraflar çarşısına geldi, birden bire Selâhaddin’in dükkanına girdi ve içinde bulunduğu coşku halinden dolayı O’nun çekiç seslerinin ahengiyle semâ’a başladı. Selâhaddin, Mevlâna’nın semâ’ sebebinin kendi çekiç darbelerinden olduğunu anlayınca durmadı, altın plâkalar zâyî olacak diye düşünmeden dövmeye devam etti. Bir süre sonra Mevlâna semâ’ı bitirip; Selâhaddin’in elinden tuttu ve dükkanın dışına çıkardı. Bir müddet sohbet ettiler. Bu sohbet sonunda gönül aynasının parladığını hisseden Selâhaddin Mevlâna’ya bağlanıp O’na mürid olma şerefine erişti. Mevlâna da bu hususta şu şiiri söyler:
– Sen sarrafların işini altın yaptın ey Selâhaddin! Sen yüz kişiye bedelsin.
Mevlâna, Şeyh Selâhaddin’i kendisine dost ve halife seçtikten sonra, Şems’in kaybolmasından dolayı içinde bulunduğu coşkunluk hali yatıştı. Öyleki; Şems’in halini değişik bir şekilde Selâhaddin’de görmüştü. Bu andan itibaren O’nunla oturup kalkmaya başka bir hem-dem aramamaya başladı. İşte bu sırada kıskançlar yine sahneye çıktı. Şems’le olduğu dönemlerdeki gibi Mevlâna’yı Selâhaddin’den kıskanmaya başladılar.
Sultân Veled İbtidânâme’sinde bu kıskançlık olaylarına geniş yer verir ve şöyle anlatır :
Birbirlerine; birinden kurtulduk ama, dikkat edersek görürüz ki yine tuzaktayız.
Bu gelen (Selâhaddin) öncekinden (Şems) de beter. Önceki nurdu, buysa kıvılcım. O’nun üstünlüğü vardı, bilgisi vardı; söz söyleyişi, yazması vardı. Hem söyler hem anlatırdı.
Hepimiz de bu adamı (Selâhaddin) biliyoruz; hepimiz de aynı şehirdeniz, aynı sofrada oturmaktayız.
Ne yazı yazmayı bilir, ne bilgisi var, ne söz söylemesi, Bize karşı bir üstünlüğü de yok.
Fatiha’yı bile doğru okuyamaz; O’na birisi bir şey sorsa, durur kalır cevap veremez.”(8)
Hased edenlerin bu tür sözleri o derece ileri gitmişti ki Selâhaddin’i öldürüp; aradan çıkarmayı dahi düşünüyorlardı(9). Bu haber Selâhaddin’in kulağına gelince kendinden emin bir tavırla şöyle dedi :
Şu kadarcık bile Hakk’tan haberleri yok ki! O’nun emri olmadıkça bir çöp bile kıpırdamaz.
Mevlâna beni herkesten üstün tuttu da bu yüzden inciniyorlar. Bilmiyorlar ki benim apaçık bir görünüşüm yok; ben sadece bir aynayım.
Mevlâna, bende kendi yüzünü görüyor. Ne diye kendini seçmesin?
O kendi güzelim yüzüne âşık. Bundan başka bir şey düşünmek kötü bir şey (10).
Mevlâna, bu olaylar üzerine müridleri arasında bulunan bu hasedçilere yüzünü dönmüş; onlarla konuşmaz olmuştu. Bu kişiler bir müddet sonra yaptıkları hatanın büyüklüğünü anlamışlar, Mevlâna ve Selâladdin’den bağışlanmayı istemişlerdi. Sonunda her ikisi de bu hased çıkaran müridlerini bağışlar ve eskisi gibi sohbetlerine alırlar (11).
Çevredeki dedikodu ve Selâhaddin’e olan itimatsızlığı bu şekilde ortadan kaldıran Mevlâna oğlu Sultân Veled’e sıkı sıkı tenbihlerde bulunarak “Bundan böyle Selâhaddin’e, o dosdoğru padişahlar padişahına uy” der. Babasının sözü ve tavsiyelerinden bir an bile geri durmayan Sultân Veled de bu söze uyarak : “Gerçeklikle niyaz ederek O’na yüz tuttum; aşkla niyaz ederek O’na kul oldum”(12) buyurur.
Sultân Veled, Farsça divanda da Selâhaddin’in adını birçok şiirde zikreder; bir beyitinde de O’na baba diye hitap eder (13) :
Hak ve dinin salahı, Veled’e hem baba oldu, hem de canı
O baba olunca (sen de) O’na oğulluk yap.
Selâhaddin’de Sultân Veled’e tavsiyelerde bulunarak “Benden başka bir şeyhe bakma ki gerçek şeyh benim… Şeyhin sohbeti, Allah’ı gafletle anmaktan daha iyidir. Çünkü onun sohbeti kendisinden değildir; Tanrı sıfatlarındandır… Şu topraktan yaratılmış bedende Tanrı nuruyum ben, topraktan değil, göklere mensubum (14) .” buyurur.
Çevresindekilerin ümmî olarak nitelendirdikleri, hum (küp) kelimesini yanlış telaffuzla hunb (çömlek, tas) olarak söyleyen (15) Selâhaddin nasıl olur da bu makama erişir? Hz. Mevlâna’nın en yakın dostu ve halifesi olur? Muhtemelen akla gelebilecek bu soruya Eflâkî’nin bir nakli cevap olabilir kanaatindeyiz : Eflâkî’nin Sultân Veled’den aktardığına göre :
“Birgün Şeyh Selâhaddin Mevlâna’ya “Benim içimde örtülü nur çeşmeleri vardı, fakat benim bundan haberim yoktu. Sen benim gözümü öyle açtın ki bütün bu nurlar gözümün önünde deniz gibi coştular”(16) der.
Şems’ten sonra Selâhaddin’le sükûnetli bir hayat yaşayan Mevlâna, O’nun kızlarına da yakın davranıyor, eğitimlerinde yardımcı oluyor; bilhassa büyük kızı Fâtıma’ya yazı yazmayı ve Kur’ân okumayı öğretiyordu (17). “Fâtıma benim sağ gözüm, kardeşi Hediye de sol gözümdür”, diye onlara iltifatlarda bulunuyordu (18). Mevlâna ileriki yıllarda “Fâtıma’yı oğlu Sultân Veled’le evlendirerek, Selâhaddin’le olan dostluğunu aile bağıyla perçinleştirmiştir. Kardeşi Hediye’yi de yine yanında büyüyen Nizâmeddîn-i Hattât’la evlendirir (19).
Mevlâna’nın nesebi, oğlu Sultân Veled’le Fâtıma Hâtun’dan doğan çocuklar aracılığıyla devam ettiği için Mevlevilik’in gelişmesi ve yayılmasında Selâhaddin’in de kan bağını gözardı etmemek gerekir. Nitekim Sultân Veled’le Selâhaddin’in kızı Fâtıma Hâtun’dan doğan Ulu Arif Çelebi hakkında Mevlâna şöyle demiştir: “Bahâeddîn (Sultân Veled) ben bu çocukta yedi velinin nurunu görüyorum… Bunlar; Bahâ Veled, Muhakkık-ı Tırmizi, Şems-i Tebriz’i, Selâhaddin Çelebi Hüsâmeddîn, benim ve senin”(20)
Sultân Veled’in deyimiyle Mevlâna ve Selâhaddin on yıl sütle şeker gibi uyum içinde hem-dem olarak yaşadılar. Bu iki madenin karışımından altın meydana geldi (21).
Yaşça Mevlâna’dan daha büyük olan Selâhaddin, birgün zayıf vücuduna yenik düşüp hastalandı. Mevlâna sürekli kendisine ziyarete gelmekte; bazen de bir an önce sağlığına kavuşması dileğiyle mektup yazmaktaydı. Mevlâna şiirlerle süslediği mektubunda şöyle der (22):
Allah gölgesini uzatsın, ömürler versin. Gönül ve gönül sahiplerinin efendisi dünyanın – ahiretin kutbu, Selâhaddin’in bir zamandır tırnaklarına çöken derdden şikayetten bulunduğunu hatırlıyorum. Yüce Allah O’na sağlık -esenlik versin. Bütün insanların sağlığı ve esenliği O’nun sağlığındadır; O’nun esenliğindedir. Birtek kişidir ama bin er kişi demektir O.
Ey yürüyen selvi! Dilerim güz yeli esmesin sana;
Ey Dünya’nın gözü! Dilerim kötü göz değmesin sana.
Göğün de canısın sen, yeryüzünün de;
Canına rahmetten, rahattan başka birşey erişmesin
Beni hasta edenin hastalandığını duydum;
Keşke O’nun yerine ben hasta olsaydım:
Allah’ım! Dilerim ki bu hastalık,
O’na esenlik olsun, nimetlere kavuştursun O’nu.
O yüzden râzılığı elde etsin.
Ey canlarımızın rahatı, huzuru!
Beden ağrısı, cisim sızısı uzak olsun senden;
Ey gören gözümüz bizim! Kötü göz uzak olsun senden.
Ey Ay! Senin sağlığın, dünyanın canının sağlığıdır;
Ey ayyüzlümüz bizim! Bedenin sağ-esen olsun.
Ey bedeni, can haline gelen! Bedenin afiyette olsun;
Lütuf gölgen başımızdan eksik olmasın.
Gül bahçesine benzeyen yüzün, daima y eşer sin;
Çünkü o, gönlün beslenme yeridir; yeşilliğimizdir, ovamızdır bizim
Ağrın sızın, canımıza gelsin de tek bedenine gelmesin senin;
Böylece de o ağrın sızın, akıl gibi canımızı bezesin bizim.
Hastalığı uzun süren ve bu yüzden ızdıraplar çeken Selâhaddin Mevlâna’ya “Müsâade et de şu zahmetten kurtulayım, o cana carı katan denize, o gönüller açan köşke kavuşayım”(23) ricasında bulunur.
Bunun üzerine Mevlâna iki-üç gün Selâhaddin’in ziyaretine gitmez. Selâhaddin bu olaydan artık göç zamanının geldiğini anlar; kısa süre sonra da 29 Aralık 1258 günü vefat eder (24).
Selâhaddin sağlığında “Benim cenazeme davul, dümbelek ve def çalanları çağırın. Güle oynaya hoş-neş’eli, mest olmuş bir halde el çırpa çırpa götürün beni mezarıma. Herkes de bilsin ki Allah erenleri kavuşmaya gülerek giderler. Onların ölümleri zevktir, sefadır, düğündür; makamları hurilerle beraber ‘Adn cennetidir.”buyurmuştur(25).
İşte bu vasiyeti üzerine Selâhaddin’in cenazesi davul, dümbelek, def çalarak; sema’ ederek, neş’e içerisinde mezarına götürüldü. Tertemiz bedeni, Mevlâna’nın babası Sultânü’l-‘Ulemâ’nın yanıbaşında toprağa verildi(26).
Mevlâna, Selâhaddin’in ölümünden sonra söylediği bir gazelinde üzüntülerini şu beyitlerle dile getirir (27):
Ey ayrılığıyla yeryüzünü de gökyüzünü de ağlatan sevgili! Gönül kanlar içinde oturakalmış, akıl ile can ağlamaya koyulmuş.
Dünyada yerine konacak, bir tek kişi bile yok; senin yasında mekân âlemi de ağlamaya koyulmuş; mekansızlık alemi de.
Cebrail’le meleklerin kanatları mosmor olmuş. Peygamberlerin gözleri de yaşlar döküyor, erenlerin gözleri de.
Yazıklar olsun ki şu yas içinde sözümün tadı-tuzu kalmadı ki nasıl ağladılar bir örnek göstereyim.
Bu evden sen gittin, devlet tavanı çöktü; hasılı, imtihan olanlara devlet bile ağlamaya koyuldu.
Gerçekten de sen bir kişi değildin, yüz alemdin sen. Dün gördüm, o dünya da, bu dünya da ağlıyordu.
Gözden uzaklaşalı, göz de senin ardından gitti; can gözsüz kaldı da kanlar saçarak ağlamaya koyuldu.
Gayretin olmasaydı bulutlar gibi gözyaşı yağdırırdım, yağmurlar gibi ağlardım. Fakat gönlün, kanlar saçarak bu tür gizlice ağlayışı daha iyi.
Katre katre gözyaşı dökmek de nedir? Ayrılığınla tulumlardan su boşanırcasına ağlamak, her solukta kanlı yaşlar dökmek, her an ağlamak gerek.
Ah yazık! Eyvah yazık! Yazıklar olsun, yazık! Öyle bir can gözüne baş gözü, ağlamaya koyulmuş.
A padişah Selâhaddiri A hızlı uçan, ateşli giden devlet kuşu. Yaydan ok fırlar gibi uçtun gittin, yay da ağlıyor şimdi.
Selâhaddin’e ağlamayı herkes ne bilsin? O ağlayışı, insanlara ağlamayı bilen bilir.
Sayın konuklarımız,
Bizleri sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, Hz.Mevlâna ve Selâhaddin’in maneviyâtlarında tüm velileri rahmetle anıyoruz.
Saygılarımızla.
* Bu yazı 5 .5.1998 Yılında “Hz. Mevlâna”nın Çevresi ve Etkileri” Panelinde sunulmuştur.
1 Gölpınarlı, Abdülbaki, “Mevlâna Şems-i Tebrizî İle Altmışiki yasında Buluştu”, Şarkiyat Mecmuası, III, 159, İstanbul, 1959
2 Sultân Veled, İbtidânâme, çvr. Abdülbaki Gölpınarh, s. 71-77, Ankara, 1976
3 Sultân Veled, a.g.e., s. 79-152
4 Sultân Veled, a.g.e., s. 79
5 Burhâneddîn Muhakkık-ı Tırmizî’nin Kayseri’ye dönüş ve ölüm tarihleri hakkında bkz. Ma’ârif, Tırmizî, çvr. Abdülbaki Gölpınarh, s. 15-17, Ankara, 1972
6 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çvr. Tahsin Yazıcı, II, 122, 123, İstanbul, 1989
7 Eflâkî, a.g.e., II, 122
8 Sultân Veled, a.g.e., s. 88
9 Sultân Veled, a.g.e., s. 92
10 Sultân Veled, a.g.e., s. 92, 93
11 Sultân Veled, a.g.e., s. 106-108
12 Sultân Veled, a.g.e., s. 81
13 Dîvân-! Sultân Veled, yay. F.Nafiz Uzluk, s. 46, Gazel No: 59/11
14 Sultân Veled, a.g.e., s. 122, 123
15 Risâle-i Sipehsâlâr, çvr. Tahsin Yazıcı {Mevlâna ve Etrafındakiler), s.135. İstanbul.1977
16 Eflâkî, a.g.e., II, 127
17 Furûzanfer, Mevlâna, çvr. F. Nazif Uzluk, s. 135
18 Eflâkî, a.g.e., II, 135; Pu evliliğin 1250 ile 1259 yılları arasında olduğu tahmin edilmektedir, (bkz. Furûzanfer, a.g.e., s. 135)
19 Eflâkî, a.g.e., II, 142, 143; Uzluk, yayınladığı Sultan Veled’in Farsça divanında; 15 Cemaziye’l-evvel 694/4 Nisan 1295 tarihli Dîvân-ı Sultân Veled nüshasının bacanağı Nizâmeddin-i Hattat tarafından istinsah edildiğini belirtir, (bkz. Uzluk, Dîvân-ı Sultân Veled, s. 88 vd.)
20 Eflâkî, a.g.e., II, 23 7
21 Sultân Veled, a.g.e., s. 87, 137
22 Eflâkî, a.g.e., II, 145; krş. Mevlâna Celâleddîn. Mektuplar, çvr. Abdülbaki Gölpınarlı, s. 218 vd., Mektup No: CL, İstanbul, 1963
23 Eflâkî, a.g.e., II, 144
24 Sultân Veled, a.g.e., s. 138
25 Sultân Veled, a.g.e., s. 141, 142
26 Sultân Veled, a.g.e., aynı yer
27 Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr, çvr. Abdülbaki Gölpmarlı, IV, 89, Gazel No: CLXXX
#Nuri Şimşekler