BU «AŞK» MEVLÂNÂ’NIN DEĞİL
H. Kübra ERGİN
Gazetede okuduğum bir haber beni çok sevindirmişti; genç bir akademisyen hanım, Mevlânâ ile Şems arasındaki muhabbeti ve tasavvufu bahis mevzuu eden bir roman yazmıştı. Üstelik bu roman büyük bir ilgi görmüş, ulaştığı satış başarısıyla rekor kırmıştı. Ancak okuduğumda ne yazık ki romanın muhtevası pek çokları gibi beni de hayal kırıklığına uğrattı.
Hayal kırıklığımın sebebi yalnızca, evli bir insanın gayrimeşru ilişkisinin aşk diye sunulması değildi. Lakabı «Şemseddin» yani «dînin güneşi» olan; ömrü medrese ve dergâhlarda ilim tahsiliyle geçen, diyar diyar dolaşarak devrin meşâyıhından feyz almaya çalışan, Tebriz’de tarîkat büyüklerinin Kâmil-i Tebrizî adını verdiği, Mevlânâ Muhammed’in; bu romanda fal bakan, hatunları müzikli, danslı âyinlere davet eden, serseri ruhlu bir adam olarak tanıtılması da değildi. Listeyi bu şekilde epey uzatmak mümkün olsa da kısa kesip söyleyeyim; ben asıl romandaki hâkim dünya görüşünün bir akademisyene yakışmayacak sığlıkta olmasından dolayı sukût-ı hayâle uğradım.
Gerçekten de romanın kayda değer sözleri; «dinler tarihi okumalarına düşkün olduğunu», «romanlarını yazmadan önce çok araştırma yaptığını» söyleyen bir araştırma görevlisi için çok sıradandı. Böyle cümleleri popüler kültür ürünlerinde rastladığı klişe sözleri derleyen bir internet-medya okuru da kurabilirdi.
Biliyorum ki yazarımız eleştirilere; «Ben de insanım, kırılıyorum ama…» tarzında mağdur edebiyatından tutun da; «Genç yaşta başarı yakalayanlar kıskanılıyor.» suçlamasına kadar çeşitli cevaplar verdi. Fakat kendisini savunmaya geçmeden önce elini vicdanına koyarsa; okurlarının, bu kadar reklâmı yapılan bir kitaptan bundan daha iyisini beklemesini haklı göreceğini umuyorum…
Elbette insan edebiyat alanında bir iddia ile ortaya konulan bir romanda, kitapçıların raflarını dolduran NLP ve New Age kitaplarına hâkim, palavracı dili görmek istemiyor. Hele hele tasavvuf dünyasında hiç mi hiç yeri olmayan, aşk konusuyla da ne ilgisi olduğunu anlayamadığımız NLP klişelerini, Şems-i Tebrizî’nin dilinden «aşkın kuralı» diye anlatmasına hiç mânâ veremiyor:
“Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin hâlde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.”
“«Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?» diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.”
Tasavvuf dünya görüşünde, NLP felsefesinin; «kendini sev», «kendini dönüştür» gibi öğütlerin yeri var mıdır? Yoksa tam tersine tasavvuf, gönlünü sahibine teslim edip sadece onun sevgi ve rızâsını arama yolu mudur?
Hem tasavvuf ehli neden yaşadığı hayatı değiştirmek ve dönüşmek istesin? Aksine tasavvuf yolu, dünya kabuğuna uyarak değişmiş, fıtratından uzaklaşıp başkalaşmış insanoğlunun tekrar yaratılış gayesine dönmesi değil midir?
New Age akımından hayli etkilendiği belli olan yazar, tasavvuf irfanına ve tecrübe edilen gerçeğe aykırı birçok görüşü söylettiriyor Şems’ e:
“Noktalar sürekli değişse de; bütün, aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün, hiçbir zaman bozulmaz.”
Öyle midir gerçekten?
Hangi tasavvuf kitabından alınmış veya hangi gözlem ve tecrübeye dayanıyor?
Evet, Elif ŞAFAK’ın «Aşk» adlı romanından bahsediyoruz. Yazar, romanına ismini veren «Aşk» hakkında şöyle diyor:
“Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını.
«Aman sakın kendini!» diye tembihlenir. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği:
«Bırak kendini, ko gitsin!»”
Bu ifadeleri romanın baş karakteri Ella’nın ne kadar düzenli, mazbut, listeler yapan ve uyan biri olmasıyla birleştirince Elif Hanım’ın aslında Mevlânâ gibi, akılcı felsefecilerle âşık sûfîleri değil, NLP öğretisine göre sağ beyin insanıyla sol beyin insanını karşı karşıya koyduğunu anlıyoruz. Çünkü tasavvuf ehli için aşk sadece «koy gitsin» basitliğinde bir iş değildir. Aksine Mevlânâ sûfîlere;
“Kendini koyuvermekle ancak nefis devesinin çekip götürdüğü yere gidileceğini.” öğütlemektedir.
Doğrusu ya, kitabı okumadan önce içinde aşkın 40 kuralından bahsedildiğini duyunca ümitlenmiştim. Sanmıştım ki bu kurallar, aşkı süflî içgüdülerden ayıran kaidelerdir. Oysa karşımda aşkla hiç ilgisi olmadığı gibi kuralla bile alâka kuramadığım, felsefesi daha çok kuralsızlık olan klişeler bulunca bütün ümitlerim söndü.
Mevlânâ’nın yüzlerce yıl öncesinden yazara şöyle seslendiğini hayal etim:
“Sen şehvetine aşk adını takmışsın, Fakat şehvetten aşka dek uzun bir yol var…” (Rubâîler, 29)
Doğrusu kitaba hâkim dilde, Mevlânâ ile tasavvuf ile hiç ilgisi olmayan ifadeler bir hayli fazla. Hepsini yazmaya lüzum yok. Bu hatalı bakışın sebebini anlamak için Elif Hanım’ın akademik tezinin konusuna ve röportajlarına bakabiliriz:
Ona;
“Acaba ilâhî aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevî, semâvî ya da cismanî mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. «Aşk»ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.” dedirten dünya görüşünün adı “heterodoksi” veya daha tanıdık ifadesiyle Bâtınîlik…
Elif Hanım; tasavvuf yolunu, günah-sevap, cennet-cehennem farkını silen bir vecd ve kendinden geçme hâli olarak anladığını söylüyor:
“Şöyle geri çekilip bir baktığımızda ben mistisizme, heterodoksiye çok büyük ilgi duyuyorum. Onların nesini seviyorum, döngüselliğini. Benim master tez çalışmam da bu döngüsellik ve onun sonuçları üzerine. En basit kodlarla bakarsak çizgisel bir zamanda ne vardır, şu anda yaşadığın hayattan ötürü, hatalarını günahlarını tartar ve gelecek seni yargılar. Ama döngüsel âlemde eğer çembere herhangi bir yerinden dalabilirsen, yani mutlak ölüm yoksa insanların idrakleri değişir. Cennet-cehennem tasavvurları değişir, hattâ ortadan kalkar. O anlamda cezalandıran ve yargılayan tanrı kalkar, günah kalkar, günahkâr kalkar… Ben o döngüsel zihniyeti seviyorum.”
Bu sözlerinden Elif Hanım’ın zihninde, İslâm dînini ikiye böldüğünü anlıyoruz. Bazı Bâtınîlik araştırmacılarından etkilenerek o da âhiret inancını lineer (çizgi gibi, daima ilerleyen) zaman telâkkisine bağlıyor; Bâtınîliği ise zamanın dönemler hâlinde tekrarlandığını kabul eden uzak doğu felsefesi ile aynı kefeye koyuyor.
Hâlbuki İslâm tasavvufunun zaman telâkkisi; ne modern batının zaman anlayışı gibi, ulaşacağı bir kıyâmet noktası olmadan, gayesizce ilerleyen bir çizgidir; ne de doğununki gibi dönüp dolaşıp geleceği bir hesaplaşma olmadan mânâsızca sürüp giden sarmal dairelerdir. Aksine İslâm itikadının zaman telâkkisi; «Rûhun meâdına yani anavatanına dönüşü» şeklinde tek bir daireden ibarettir ki sûfîler bunu Allah’tan gelip Allâh’a dönen bir seyr ü sefer olarak görürler.
Dünya hayatını yaşamakta olan bir yolcu için âhiret ilerideki bir menzil, bir istikbaldir ama bu basitçe; «âhiret dünyanın yarını» demek değildir. Aksine Peygamberimiz mîracında zaman-mekân kayıtlarından çıkınca âhiret sahnelerini şimdiki zaman gibi seyretmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de de âhiret sahnelerinden, geçmiş zaman sıygasıyla bahsedilmesi müslümanları şaşırtmaz. Bu yüzden tasavvuf dünya görüşünün zaman telâkkisi, İslâm kaynaklarından apayrı değildir. Bu sebeple tasavvuf ve İslâm diye ikilikten söz edilemez; ikisinin de temeli birdir. Biri diğerinin özü ve rûhu, diğeri de öbürünün temel umdeleridir.
Sadece bu romanın yazarının değil, tasavvufu İslâm’dan ayrı gibi gören bütün kanaat sahiplerinin problemi aynıdır aslında… Hepsi de İslâm’a ve tasavvufa hıristiyanların gözlüğüyle bakmanın şaşılığını yaşamaktadırlar. Her şeyden önce heterodoksi kelimesi bile bu şaşılığın sebep olduğu, biri iki görmeyi anlatmaktadır. İslâm’da ortodoksi yoktur ki heterodoksi olsun!
Roman yazarının master tezine ismini veren “kadınsılık” kavramı da aynı şaşılığın sonucudur. İslâm tarihinde, Orta Çağ Avrupa’sında görüldüğü gibi; kilise babalarının, hastalara ot kaynatan kadınları bile büyücü diye yakalayıp işkencelerle öldürdüğü vahşi bir cadı avı yaşanmamıştır. Roma işgaliyle askerî-siyasî otorite eliyle gelen kurumlaşmış bir dînin, yerli inançları baskıyla ve zorla yok etmeye uğraştığı, baba-oğul, yani erkek tanrıların hâkimiyeti önünde ana tanrıçaların yenildiği bir çağ yoktur İslâm medeniyetinde. Bu yüzden İslâm’ın daha kadınsı bir yorumuna da ihtiyaç yoktur.
İslâm zaten hıristiyanlık gibi, rahip sınıfına (erkeklere/akla) din üzerinde konuşma hakkı tanıyan, aklı ve siyasî hâkimiyeti üstün tutan bir din değildir. Aksine kadılar, müderrisler ve imamlar Allâh’ın hükümleri karşısında, bir hanımın beyine itaati gibi teslim olmalıdırlar. Hattâ Peygamber Efendimiz yaşlı kadınlar gibi îman sahibi olmayı övdüğü için en büyük âlimler vefatlarından önce;
“Keşke felsefî-kelâmî tartışmalara hiç bulaşmasaydık, bir yetki yüklenmemiş ve din üzerine bir söz söylememiş olsaydık da Peygamberimiz’in buyurduğu gibi «kocakarı îmanı» üzerinde ölseydik.” diyebilmişlerdir. Zaten tasavvuf yolu da işte o şüpheden, vesveseden de, delil arayışından da uzak, samimî kocakarı îmanının yaşatıldığı irfan müesseseleridir.
Elif Hanım tasavvuf irfânını New Age akımıyla karıştırarak, hurâfeler dünyasını meşrûlaştıran bir yol da zannetmemelidir. Yazarın kendisiyle yapılan bir röportajda;
“Hurâfeler dünyasının kadınlara, bilhassa başka bir kudreti olmayan kadınlara apayrı bir iktidar bahşettiğini gözlemledim. Bakıyorsunuz cahil, okutulmamış, alt sınıftan bir kadın, kocası-babası tarafından çok ezilmiş meselâ, ama bir gül dikeni, bir cin, bir ayna ile iktidar kapıları açılmakta ona…” dediğini görüyoruz. Merak ettik doğrusu o gözlemi nerede yapmış? Doğduğu Strasbourg’da mı? Orta öğrenimini tamamladığı İspanya’da mı? Uluslararası ilişkileri okuduğu Ortadoğu Teknik Üniversitesinde mi?
Çünkü bizim gördüğümüz kadarıyla falcılık ve büyücülük piyasasında da kadınlar iktidar sahipleri değil, aksine duygu ve hayallerinden dolayı avlanarak istismar edilenlerdir. Falcılığı yasaklayan semâvî dinler, bu yasakla kadınlara zulmetmemiş, aksine kadınları, yalancıların zulmünden kurtarmıştır.
Elif Hanım ilmî bir temele sahip olmayan popüler kitaplarda telkin edilen;
“Bir zamanlar dünyada anaerkil bir düzen vardı. Semâvî dinler ana tanrıçalara tapan pagan kültürü silip süpürerek yerine ataerkil bir kültür yerleştirdi.” propagandasından o kadar etkilenmiştir ki, bütün düşüncelerini bu anlayış üzerine kurmuştur. Oysa tarihte anaerkil bir çağın yaşadığına dair bir delil olmadığı gibi, ilâhlarına kadın adı veren toplumlarda kadınların durumunun semâvî dinlerim hâkim olduğu toplumlardan daha iyi olduğu da görülmemiştir. Çünkü putperest dinlerin de rahipleri, kâhinleri ve büyücüleri erkektir. Bu toplumların bazılarında tapınağa bağışlanan kızlar, ilâhelerin kızları diye takdis edilmekte ve ruhbanlara gelir olsun diye zenginlere satılmaktadır.
Zaten kadın ilâhlara tapan milletlerin o ilâhelere yakıştırdıkları sıfatlar kadınlara bakışlarını ortaya koymaya yeter. Eski Yunan’da Hera üvey oğluna her kötülüğü reva gören kıskanç bir kadın olarak tasvir edilmiştir. Hint’te de erkek olarak tasvir edilen Brahma; bilge ve olgun biri olarak düşünülürken, kadın olduğu kabul edilen Şiva hırçın ve acımasız bir varlık olarak hayal edilmiştir. Örnekler çoğaltılabilir.
Bir yazıya sığması mümkün olmadığı için tenkitlerimi burada bitiriyor, İslâm’da kadın ve âyetlerin Bâtınî yorumu gibi konulara hiç girmiyorum. Her şeye rağmen kendi kültürüne alâka duyduğu için romanın yazarı genç hanımı tebrik ediyorum.
“Onun gibi Avrupa’da doğmuş ve yetişmiş bir gencin Mevlânâ ve Şems hakkında doğru bilgi sahibi olmaması, onları başkalarının gözlüğünden görmesi biraz da bizim suçumuz.” diye düşünüyorum. İnşâallah müslümanlar olarak daha fazla çalışır ve İslâm tasavvufunu doğru olarak anlatmaya muvaffak oluruz. “Doğru yerinden kalkmadan yalan dünyayı dolaşır.” diye meşhur bir söz vardır. Akademisyenlerin bile kitlelere empoze edilen popüler yalanlara teslim olması da bu sözü doğrulamakta ve bu durum hakikat âşıklarının yüreğini acıtmaktadır.
Bu vazifeyi yapmak bir tarafa, Mevlânâ’ya ait olmayan bu «Aşk»ın, Kur’ân kurslarında bile ellerde dolaşması bu eleştirinin yazılmasını zarûrî kıldı.
Hazret-i Mevlânâ’yı da Şems’i de onların yolundan, toprağı oldukları Ahmed-i Muhtâr’ın yolundan gidenlerden okumalı…
#H. Kübra ERGİN