Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Örneğinde Kulluk Stratejimiz
Prof. Dr. Kadir Özköse
Mevlânâ’nın İslâmî ibâdet hayâtı, sâhip olduğu ilmî birikime paralel bir özellik niteliğindedir. İlmî meşgalesi gibi ibâdet hayâtı da yoğun ve dopdolu geçmiştir. Mevlânâ ibâdet hayâtına düşkün birisi olduğu halde, bugün Mevlânâ bazı kesimlerce suiistimâl edilmiş, kendisi hakkında, sanki onun dînî hayatla hiçbir ilgisi yokmuş gibi bir intibâ uyandırılmıştır. Şu bir gerçek ki, hangi özelliği bağlamında ele alınırsa alınsın o bir İslâmî şahsiyet, sâlih ve muttakî bir zâttır, din dışı bir hayat yaşadığı iddialarının aksine o, dindar bir İslâm âlimidir. O, dînî tecrübeyi bütün derinliği ile yaşamış bir mutasavvıftır.1
Kendisi Allâh’a adanmış bir ömür sürdüğü gibi Mevlânâ, etrâfındaki insanları da kulluğa teşvik etmiş, her dâim namazı telkîn etmiş, namaz kılanları takdîr etmiş, namaza devâmın önemini vurgulamış, namazla yükselişin derdine düşmüş, ibâdette devamlılığın ve derinliğin önemine vurgu yapmış, Peygamber Efendimiz’in (sav) icrâ ettiği minvalde ibâdetlerine devâm etmiştir. Hasta yatağında ölümle pençeleşirken bile yanındaki dostlarına irşâd vazîfesinde bulunmuş ve onlara şunları vasiyet etmiştir: “Ben size gizli ve açık her yerde Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, günahlardan çekinmeyi, oruca, namaza devâm etmeyi, dâima şehvetten kaçınmayı, halkın eziyet ve cefalarına dayanmayı, sefih insanlarla bulunmaktan uzak durmayı, iyi kimselerle berâber olmayı vasiyet ediyorum. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd Allâh’a mahsustur. Allâh’ı birleyen kimseye selâm olsun”.
Çoğu Hz. Peygamber’in hadisleri ele alınarak söylenmiş olan bu sözler, Mevlânâ’nın hem zühd ve riyâzet hayâtına hem de ibâdet hayâtına verdiği büyük önemi açıkça göstermektedir.2 Ona göre kulluğun gereği Allâh’a yakınlıktır. Tüm alâkalardan sıyrılıp Allâh’a yönelmek kulluğun kemâlidir. Mevlânâ bu kurbiyetin “Secde et yaklaş”3 âyet-i kerimesinde (secde âyetidir) beyân edildiğine dikkat çeker ve kulluğun göstergesi niteliğinde, bizleri namazda hassâsiyete dâvet eder. Kurbiyetin/yakınlığın hâsıl olup Allah Teâlâ’nın huzûruna mânen çıkabilmek için benlik hicâbının ortadan kaldırılması ve izâfî varlık engelinin aşılması gerekmektedir. Bu gerçekten bakılınca, benlik duvarı ortadan kaldırılmadan yapılan secde, istenen düzeydeki bir secde değil şekil ve sûret boyutunda görülen bir secdedir. Çünkü secdenin mânevî hükümleri nefs üzerinde cereyân etmeden gerçek anlamda secde yapılmaz. Mânâ ve hakîkatine yaraşır şekilde gerçekleştirilen her türlü ibâdet ve itâat insanı kendi mevhum varlığından kurtarır, beden hapsinden âzad kılar, bayağı tutkularından kurtarır, ihtiraslarının zebunu olmaktan uzaklaştırır. Mevlânâ bizden, bizleri kurbiyet makamına yükselten ibâdetleri icrâ etmemizi ister. İbâdetlerden maksadın Allah ile alâka kurup O’na yakınlık kesbetmek olduğunu belirtir. Bunun içindir ki ibâdetler birer münâcât, kurbiyet, miraç, vuslat, nefsin isteklerini terk, mânevî yükseliş ve Hakk Teâlâ’yı müşâhededir.4
“Henüz ayakta duramayan, yürümeyen, bir şey tutamayan çocuk babasının omzunda taşınır. Fakat olmayacak şeyler yapmaya, el ayak sâhibi olmaya başlayınca zahmetlere düşer, kötülüklere uğrar.”5 beyitlerinde de görüleceği üzere Mevlânâ, Allah ile kul arasındaki ilgiyi bebek ile babası arasında kurulan ilişkiye benzetir. Zîrâ bebek kendi irâdesi devrede yokken babasının göğsünde taşınırken, yürümeye başlayıp el, ayak kullanmaya başlayınca ben de yapabilirim, diye kendi benliğini devreye sokar ve artık kucakta taşınmaz olur. Mevlânâ bizlerden bebek sâfiyetini, kendi cüz’î irâdemizi küllî irâdeye teslim etmemizi ister.
Mevlânâ, Allah Teâlâ’nın bize emrettiği bütün ibâdetleri, bizim O’na olan ahdimizde sâdık olduğumuzun bir göstergesi saymaktadır. Bu ibâdetlerin, sâhiplerini dünyâda kemâle erdirdiği gibi, âhirette de haklarında şâhitlik edeceğini beyân kılmaktadır. “Bu namaz da oruç da hac da, Allâh yolunda savaş da hep insanın ezeldeki sözleşmesinin şâhitleridir. Zekât vermek, dostlara armağanlar sunmak, hasetten vazgeçmek, içteki gizli şeye, ezel sırrına şâhitlik etmektir. Misâfir dâvet etmek, doyurmak, iyiliklerde, ihsanlarda bulunmak; ‘Ey büyükler, biz de sizin gibi doğru dürüst Müslümanız, biz de Allâh’ımıza verdiğimiz sözde duruyoruz, biz de sizin gibi iç temizliğimizi gösteriyoruz.’ demektir. Hediyeler, armağanlar, ihsanlar kime veriliyor ve sunuluyorsa ona; “Ben de seninleyim, seni seviyorum.’ diye şâhitlikten ibârettir. Bir kimse mal ile yahut başka türlü bir vâsıta ile hayra çalışırsa, o çalışma; ‘İçimde, gönlümde cömertlik ve iyilikseverlik cevheri vardır.’ demektir. Benim içimde, takvâ ile cömertlikten ibâret bir cevherim vardır ki, bu zekât ve bu orucun ikisi de ona şâhittir. O oruç der ki: ‘Allâh’ım, bu kişi helâl lokmayı bile, Senin emrine uyarak yemedi. Susuzken su içmedi, bu kişi nasıl olur da harama el atar?’ Verdiği zekât der ki: ‘O, çok sevdiği kendi malından ayrıldı,onu yoksula verdi. Bu adam, eline fırsat düşünce nasıl olur da hırsızlık yapar?’ Fakat bu işleri, bu iyilikleri gösteriş için, insanları aldatmak için yapıyorsa, o şâhitler Hakk’ın ilâhî adâlet mahkemesine kabûl edilmezler.”6
“İtâat ve ibâdet ile meşgûl ol. Tâ son nefesine kadar bu yoldan ayrılma. Zîrâ sana Hakk’ın ihsan ve keremi erişir de son nefesin bir başka nefes olur. Rûhun çalışması aydın gönüldedir. Can şâhının (Hakk’ın) gözü ve kulağı pencere (gönül)dedir.”7 Bu beyitte Mevlânâ sülûkunu tamamladığından, kemâle erdiğinden bahseden, sonunda da amel ve mücâhededen elini eteğini çeken hayâl ve evham sâhibi kişilere tembihte bulunmaktadır. Zîrâ ecel vakti gelene kadar amel ve mücâhede ile sorumlu bulunmaktayız.
Diğer yandan sürekli namaz kılıp oruç tutuğum, tesbih çekip zikrettiğim halde hiçbir feyze nâil olamıyorum diyerek ümitsizliğe kapılanlara tavsiyede bulunan Mevlânâ, böylesi bir tutumun yersizliğine dikkat çeker. Son nefeste gerçekleşecek olan ilâhî lütfun, hepsine bedel olacağını söyler.8
O’nun(cc) yolunda durmadan yürümek, engelleri aşmak, nefsin ihtiraslarını yenmek ve son nefesi verinceye kadar çalışmak gerekir. Bu uğurda ne kadar uğraşıp çabalarsak O da bize o ölçüde doğru yolu gösterir. O, bizleri bu âleme kimsesiz ve çâresiz salmamıştır. Hiç kimsemizin olmadığını, yapayalnız kaldığımızı ve çâresiz olduğumuzu hissettiğimiz anlarda bile O(cc) bizlerin en büyük dostu, en yakını ve en sevgilisidir. O, dâima bizleri görür ve yaptıklarımızı hep bilir.9 Bahsedilen bu gerçekler âyet-i kerîmelerde şu şekilde dile getirilmektedir: “Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!”10
“Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbîh ederler. Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibâdet ettikleri için) vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allâh yolunda harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.”11 “Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’ân’dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şâhidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın.”12
Kulluk; Cenâb-ı Hakk’a karşı alçakgönüllülük ve tezellülün nihâî noktasıdır. Allah Teâlâ’ya tam bir teslîmiyetle boyun eğmek, O’nun emir ve yasaklarına titizlikle uymak ve O’na isyandan kaçınmaktır. Kulluk insanın yaratılış sebebidir ve ancak, nimetlerin hakîkî sâhibi olan ve insana hayat bahşedip diğer nimetlerden istifâde imkânı veren Allah Teâlâ’ya yapılır. Allâh’a kul olmak, insanın O’nun dışındaki tüm varlıklara karşı hürriyetini ilân etmesidir. Bu sebeple kulluk insanı köleleştiren, kuvvet ve istidatlarını tahdîd eden(sınırlandıran) bir sıfat değil, onu diğer varlıklardan üstün yapan bir özelliktir.
Kulluğun bir zâhirî, bir de bâtınî vechesi vardır. Zâhirî vechesi “abdiyyet”tir ki bu; gafletsiz namaz, gıybetsiz oruç, minnetsiz zekât, riyâsız(görülsün diye yapılmayan) hac, süm’asız(duyulsun diye yapılmayan) cihâd, bıkıp usanmadan zikir ve mânevî âfetlerden uzak olarak yapılan diğer itaatlerdir. Bâtınî ciheti ise “ubûdiyyet”tir ki bu da; husûmetsiz bir rızâ, şikâyetsiz bir sabır, şüphe karışmamış bir yakîn, gaybeti olmayan bir şuhûd, dönüşü olmayan bir yöneliş ve kesintisi olmayan bir vuslattır.13 İbâdetlerde gözetilen gâye nefsin öldürülmesi değil, bilakis istikâmet kazanması ve eğriliğinin giderilmesidir. Çünkü tabiî ölüm hâriç, nefsin öldürülmesi mümkün değildir. Bu ibâdetler sâyesinde nefsimiz terbiye edilir ve güzel hasletlerle müzeyyen hâle gelir.
Dervişliğin başlangıcında, gaflete düşmek sûretiyle kişi yaptığı ibâdetlere kıymet vermeye kalkışabilir. Onların ilâhî dergâhta paha biçilmez bir değere sâhip olduğu vehmine kapılabilir. Hâlbuki kişinin ibâdetine güvenmesi, Allâh’a karşı bir çeşit varlık ve benlik iddiası demektir. İlâhî dergâhta geçerli olan ise acziyet, tevâzu ve muhtaçlık hâlidir. Onun için kişi ibâdetlerini çokça yapmaya gayret etmekle berâber, onların Allâh’a lâyık olmadığını itirâf etmeli, onları eksik ve kusurlu bilmeli, noksanları için af ve mağfiret dilemelidir. Yûnus Emre der ki: Ben oruç-namâz için süçi içdüm esridüm Tesbih-seccâde içün dinlerem şeşte-kopuz.14
Yûnus Emre bu beyitteki suçi (şarab) kelimesini ilâhî aşk anlamında mecaz olarak kullanmaktadır. Ona göre ibâdetlerin temelinde “aşk” yoksa hakîkate ulaşmak mümkün değildir.
Özetle, ibâdetin en yüksek mertebesi, herhangi bir menfaat düşüncesiyle değil, Allah Teâlâ’ya, ancak O’nun rızâsı için yüksek bir tâzim ve ihlâsla itâat etmektir. Bu sebeple kullukta, mutlak acziyet ile mutlak kudretin buluşup birleşmesinin lâhûtî bir cilvesi tecellî eder. Kendi aczini hissetmeyen mağrurlar, hiçbir korku ve endişe taşımayan gâfiller ve ümîdini tamâmen kaybetmiş bedbinler bu şereften mahrumdurlar. İbâdet, kâlb ve vicdânımızın dışarıdaki bir tecellîsi olması hasebiyle Resûlullâh (sav)’in öğrettiği şekilde yapılırsa îman cevherini koruyup kuvvetlendirmede çok mühim bir rol oynar. Bunun yanında tam bir şuurla yapılan ibâdetler, ahlâkımızın güzelleşmesi bakımından da büyük bir tesir icrâ ederler.15
Allah Resûlü’nün (sav) ibâdet hayâtı, kâinâtın Yaratıcısını tefekkür ile başlamış, iştiyak, teslîmiyet, muhabbet ve hasretle yoğrulmuş ve binbir türlü güzelliklerle bezenmiştir. Hira mağarasına çekildiği inzivâ günlerinde, varlık etrâfında ve onun Hâkim-i Mutlak’ı hakkında tefekkür eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, risâletle müşerref olduktan sonra Cenâb-ı Hakk’ın kendisine öğrettiği şekilde ibâdet ederek ölüm gelinceye kadar kulluğuna devâm etmiştir.16
Dipnotlar:
1 Kara, Selçuklular’ın Dini Serüveni, s. 243.
2 Kara, Selçuklular’ın Dini Serüveni, s. 245.
3 Alậk, 96/19.
4 Çakmaklıoğlu, “M Dindarlıkta Sûretten Mânâya Yöneliş”, Marife, Konya, Kış 2007, c.VII, Sy.3, s. 23.
5 Mevlânâ, Mesnevî, çev. Velede İzbudak, c. I, b. 923-924.
6 Mevlânâ, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, trc. Şefik Can, beyit no: 183-191.
7 Mevlânâ, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, c. I, b. 1822-1824.
8 Mevlânâ, Şerh-i Mesnevî, trc. ve şrh. Tâhirü’l-Mevlevî, c. III, s. 921.
9 Rifaî,, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 258.
10 Hicr, 15/99.
11 Secde, 32/15-17.
12 Yunus, 10/61.
13 Komisyon, Üsve-i Hasene, s. 59-60.
14Yunus Emre, Dîvân, c. II, s. 161.
15 Komisyon, Üsve-i Hasene, s. 110.
16 Komisyon, Üsve-i Hasene, s. 111.