MESNEVÎ -14-
Z. Özlem ABAY
MÂŞUK DİRİ, ÂŞIKLAR ÖLÜDÜR*
Akla arkadaş olmak akıldan geçmekten başkası değildir. / Nitekim dile de kulaktan başka müşteri yoktur.
Allâh’a vuslatı dileyen, gönül yolundan yürümelidir. Çünkü sadece akıl ile Allâh’a vâsıl olmak mümkün değildir. İnsanda akıl iki türlüdür.
Birincisi; «Akl-ı meâş».
İkincisi; «Akl-ı meâd»dır.
Nefsânî arzularının peşine düşen, dünyanın gāilesine kapılıp haz ve lezzetlerle gününü geçirmek isteyen «akl-ı meâş»tır.
Âhiret hayatını düşünen; Rabbine kulluk yolunda yürüyen, ölüm gerçeğini idrâk edip hazırlık yapan ise «akl-ı meâd»dır.
Akl-ı meâda ulaşmak için akl-ı meâştan geçmek gerekir. Bunun için de kulak, insân-ı kâmile açılmalıdır. İnsân-ı kâmilin sohbeti, derdi, dünyanın peşinden koşan aklı; âhiret derdine, ölüm gerçeğine ulaştırır.
Îman teklifi, akladır. Çünkü mecnunların bundan nasîbi yoktur. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ilâhî vahiyde pek çok kere; «Akletmez misiniz?» diyerek kullarını uyarmaktadır.
“Allâh’ın daveti karşısındaki tavırları itibarıyla kâfirlerin hâli; tıpkı çobanın çağrısını duyduğu hâlde, bu sözleri mânâsız bir ses ve gürültü olarak algılayan sürünün durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Çünkü akıllarını kullanmazlar.” (el-Bakara, 171)
Âyet-i kerîmede; çobanın çağrısını duymayan koyunlar gibi kâfirler de İslâm’a daveti duymazlar. Kulakları ilâhî davete kapanmıştır. Dünya, hayat, arzu ve hevesleri ile şeytanın fısıltıları onları ilâhî vahiy gerçeğinden uzaklaştırmıştır.
Sözlükte mastar olarak; «men etmek, engellemek, alıkoymak, bağlamak» gibi anlamlara gelen akıl kelimesi felsefe ve mantık terimi olarak; «Varlığın hakikatini idrâk eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher, maddeden şekilleri tecrit ederek kavram hâline getiren ve kavramlar arasında irtibat kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç» demektir. (TDV İslâm Ansiklopedisi)
Kur’ân-ı Kerîm’e göre insanı ilâhî vahye muhatap kılan, insan olma özelliğini sağlayan da akıldır.
Çünkü akıl, nefs-i emmâreyi bağlar. Kişiyi arzu ve hevâsına karşı frenleyerek ilâhî vahyi rehber kabul eder. Eğer akıl bu özelliğini kullanamıyorsa, kişiye gereken faydayı sağlayamıyordur. Çünkü aklın kemâli, nefs-i emmâreyi frenleyebilmesindedir.
Kur’ân-ı Kerim’de bilgi edinmeye yarayan güç olarak geçen akıl, aynı zamanda aklın doğru kullanılmasını da ister. Akıl, kişiye davranışlarında rehberdir. Lâkin mânevî konular ve âhiretle ilgili meselelerde asıl olan kalptir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hadîs-i şeriflerinde;
“Kişi, kendisini hidâyete sevk eden ve kötülükten çeviren bir akıldan daha üstün bir şey kazanmamıştır.” (Münâvî, V, 4444) buyurmuştur.
Hakikatte akıl; akıl sahibi olarak kendisini günahlardan alıkoyup Allâh’a itaat ettiği müddetçe makbul kabul edilmiştir. Allâh’ın gazabını celbeden bir kişideki akıl, makbul kabul edilmemektedir. Bu yüzden kâfirleri;
“…Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akletmezler.” (el-Bakara, 171) diyerek yermiştir.
Cehennem azâbından kurtulmanın da yine aklı doğru kullanarak olacağı âyet-i kerîmede şöyle beyan edilmiştir:
“Ve diyecekler ki:
«–Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık!»” (el-Mülk, 10)
İlâhî kelâma kulak verip dinleyen, aklı ile özümseyen kimsenin, cehennem mahkûmlarından olmayacağını cehennem ehli böyle itiraf etmektedir. Cehennem ehli; nefislerine uyduklarını, âhiret hayatında şeksiz şüphesiz kabullenirler. Lâkin çok geç kalmışlardır.
Mevlânâ Hazretleri;
“Sen aklı Mustafâ huzûrunda kurban et! O’nun pazarında; sünnetine ve şerîatine mukabil, onu sat ve kurtul.” (Mesnevî, IV, b. 1407) demiştir.
Yani; “Aklı, ilâhî vahyi getiren Rasûl -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunda kurban et. O’na tâbî ol. Kendi aklını tek yol gösterici kabul etme!” diyerek de bizleri ihtar etmiştir.
Allah aşkına tâlip olan kişi de; aklını bu yolda doğru kullanarak, Rabbine yakınlaşacak vesileler aramalıdır. Gerçek akıl, kişiyi hatalardan koruyup gerçeğe götüren akıldır. İnsan; aklının sınırlı olduğunu idrâk edemiyorsa, pek çok hatayı yapacaktır. Akıl ile aşk arasında kalan kişi, aşkı tercih etmelidir. Çünkü aşkta; teslîmiyet, gönül verme, muhabbet vardır. Akılda ise; kendi nefsini düşünme, fayda ve menfaatleri doğrultusunda kendine pay çıkarma özelliği vardır. Mânevî bir seferdir aşk.
Hazret-i Mevlânâ uyarır:
“Akıl zarûrîdir; ama insanda, ancak aklın sınırlı olduğunu anlayacak kadar akıl olmalıdır.”
Mektûbât-ı Rabbânî’de tercümesi şöyle olan bir şiir vardır:
Akılla yol almak isteyen kimse delidir,
Tahta bacaklar üstünde yürüyen gibidir.
Aklına uydurmak ister yolları, uyduramaz,
Oradan oraya sallanır ayakta duramaz. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 92. Mektup)
İkinci mısrada Mevlânâ Hazretleri; «Dil için en güzel müşteri kulaktır.» der. Sâlik için ilim ve irfan öğrenmenin yolu, mürşid-i kâmilin ağzından çıkan sözleri iyi anlayabilmek ve kavrayabilmektedir. Mesnevî’nin ilk beytinde de Mevlânâ Hazretleri; «Dinle!» diye başlamıştı.
Dinlemek; kişiye ait münasebetlerde, kişi üzerinde tesir bırakmaktadır.
Dinlemek; aynı meclisi paylaşmak, ruh ve kalp birlikteliği sağlamak kişi üzerinde olumlu etkiler meydana getirir. Gönül dünyasını hareketlendirir. Aynı safı paylaşmak, namazda omuz omuza olmak, Ramazân-ı şerifte aynı sofrayı paylaşarak iftar açmak sevgi bağını kuvvetlendirir. Bu yüzden Hazret-i Pîr; kişinin ilâhî vahye kulağını iyi açmasını ister, âhiret saâdetine ulaşmak istiyorsak, Cenâb-ı Hakk’a teslim olup biz de İbrahim -aleyhisselâm- gibi;
“Âlemlerin Rabbine boyun eğdim!” (Bkz. el-Bakara, 131) diyebilmeliyiz.
Hazret-i İbrahim-aleyhisselâm- gibi emrolunduğumuz gibi teslim olup, ilâhî emirleri yerine getirebilmeyi Rabbim cümlemize nasip etsin.
Yazımıza Mevlânâ Hazretleri’nin sözleri ile son verelim;
“Tâzim-i Hudâ nedir? Hakk’ı yüceltmektir. O’nun huzûrunda kendini toprak görmektir.
Tevhid-i Hudâ nedir? Hakk’ı tanımaktır. Vâhid-i hakikî de aşk ile kendini yakmaktır. Kendi varlığını Hakk’ın varlığında eritmektir. Madenlerin kimya ile erimesi gibi erimektir. Bütün âşık ve mâşuklar perdedir. Mâşuk diri, âşıklar ölüdür.”
#Z. Özlem ABAY