Mevlanâ “ney”imiz, Mesnevî kimimiz olur?
Merve Altıntaş
Modern insan, sen, ben, hepimiz; biz kimiz? Bu dünyadaki varlığımızı kendimiz olarak sürdürmemiz öncelikle kendimiz, sonra herkes ve dahi tüm varlık için ne anlam ifade ediyor? Kendi kendini var kılacak kudrette ve yetkinlikte olmadığın açık olduğuna göre seni var eden bir belirleyicinin olması zorunludur. Durum böyle olunca var kılınma, burada ve bu şekilde yaşama amacını hiç irdelemiş miydin ey okur? Şüphesiz ki bunlar çetin sorulardır ve hiçbirimizin bu sorulara bir anda cevap vermesi mümkün değildir.
Günümüzde insandaki bu kendini anlamlandırma eksikliğini, kapitalizm kendi kavramlarıyla istila etmiştir. Her Müslüman bu gibi durumlar karşısında uyanık olup en büyük yaşam amacını kendisini tanımlamak olarak belirlemelidir. Detaylı incelenecek olursa her şeyin zıddıyla kaim olması kuralı gereğince insanın “kendi”ni tanımlaması “kendi olmayan”ı da tanımlamış olmasını gerektirir. Bu noktada “Müslüman olmak” devreye girmektedir. Çünkü İslâm’a göre kişinin mümin olabilmesinin şartı Allah’a, meleklerine, kitabına, peygamberine, ahirete ve kadere iman etmesinden geçer. Saydığımız ilkelerin hepsi insana mahiyetini de verir ki bu açıdan Müslüman olmak kendisini tanımlaması için bir anahtardır. Çünkü insan varlık ve inanç sistemini olması gerektiği gibi tanımladığında Rabbini, kendisini ve “var” olan her şeyi O’nun yarattığı hakikat penceresinden tanımlar yani kendisi ve kendisi olmayanı olması gerektiği gibi tanımış olur. Böylece kendisini ve kendisi olmayanı, yani mutlak kudret sahibi Hakk’ı hakkıyla tanımış olur. Peki, bunun anahtarı nedir? İnsan, kendisini ve Rabbini nasıl tanıyacaktır?
Bunun en doğru yolu kişinin İlâhî kelamı yani Kur’an-ı Kerim’i ve Hadis-i Şerifleri hakkıyla anlayıp hayatında tahkik etmesi yoluyla gerçekleşebilir. Bu noktada İlâhî kelamı doğru anlamak kadar kişinin hayatında uygulaması da önem ihtiva eder. Çünkü kişinin ancak amel ettiği kendisinden bir parça olur ve kişiye ancak amellerinin karşılığı verilir. İslâmî ilimler söz konusu olduğunda da mezkûr “tahkik” boyutunun doğru bir şekilde nasıl gerçekleştirileceğini inceleme şerefine tasavvuf nail olmuştur. Tasavvuf bu boyutuyla kaynağını naslardan almakla beraber onun bâtınî boyutta hakkıyla nasıl yaşama dahil edilmesi gerektiğini kendisine konu edinmiştir.
Tasavvuf işte günümüz “insan”ına bu noktada derman olmaktadır. Tasavvufun bu derman olma noktası insanın mahiyetini arama çabasında da görülmektedir. Tasavvuf eserlerinde insanın mahiyetini açıklamanın en güzel örneklerinden birisini de Mevlanâ’nın Mesnevî adlı eseri teşkil etmektedir.
Mevlanâ Celaleddin Rûmi
Mevlanâ asıl adıyla Muhammed Celaleddin, 6 Rebiulevvel 604’te (30 Eylül 1207) günümüzde Afganistan sınırları içerisinde yer alan Belh şehrinde dünyaya gelmiş İslâm düşünce tarihinin ve tasavvuf tarihinin en önemli simalarındandır. İnsanlar onun kıymetine binaen “efendimiz” anlamına gelen “Mevlanâ” kelimesi ile hitap etmelerinden dolayı kendisinin lakabı kılınmıştır. Ayrıca Anadolu’da ikamet etmesinden dolayı “Rûmî” lakabı da isminin ardından zikredilegelmiştir.
Babası Bahaddin Veled’in, zahir ilimlerinde döneminin ender âlimlerinden olmakla beraber bâtın ilimlerinde de bilgi sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Aslen Belh’te yaşamını sürdürürken dönemin siyasî olaylarından dolayı buradan göç etmiş, oğlu Mevlanâ’nın Rûmîliği bu vesile ile hasıl olmuştur. Bahaddin Veled farklı medreselerde müderrislik yapmıştır. Son müderrislik görevini ise Konya’da Altunpâ Medresesi’nde gerçekleştirmiş olup bu görevi iki yıl ifadan sonra ahirete irtihal etmiştir. Onun yerine bu göreve o zaman 24 yaşında olan Mevlanâ geçmiştir. Görevinde iken babasının arkadaşı olan Seyyid Burhaneddin, Mevlanâ’ya dokuz yıl mürşitlik etmiş, manevî gelişimi için tam olarak tespit edilemeyen bir süre kendisini Şam’a göndermiştir. Dokuz yıl süren bu mürid-mürşid ilişkisinden sonra Seyyid Burhaneddin vefat etmiştir.
Seyyid Burhaneddin’in vefatından sonra Konya’da manevî yolculuğundaki asıl yol arkadaşı olan Şems-i Parende ile karşılaşmıştır. Şems ile Mevlanâ’nın dostluğu kısa sürede kök salmış, Mevlanâ’nın zahir ilimlerden çok bâtın ilimlerde derinleşme arzusu uzun süren hakikat sohbetlerine bürünmüştür. Mevlanâ’nın irşad ve medresedeki müderrislik faaliyetlerinde birtakım aksaklıklar zuhur edince bu dostluk halkın Şems’e kin beslemesine sebebiyet vermiştir. Bu hadise üzerine Şems Konya’dan ayrılmış, bu ayrılık Mevlanâ’yı derinden etkilemiştir.
Şems, bir süre sonra Mevlanâ’nın mektupları üzerine tekrar Konya’ya dönmüştür. Şems’in dönmesinin Mevlanâ’nın sevenleri arasında hoş karşılanmaması üzerine altı ay sonra aniden ortadan kaybolan Şems’ten bir daha haber alınamamıştır.
66 yıl Allah’a adanmış bir ömür süren Mevlanâ, 5 Cemaziyelahir 672 (17 Aralık 1273) günü vefat etmiştir. Mevlanâ, düşüncesini ortaya koyan pek çok eser kaleme almıştır. Bunlara örnek olarak Divan-ı Kebir, Fîhi mâ fîh, Mesnevî ve Mecalis-i Seb’a’sı verilebilir.1 Bu eserlerin hepsi çok kıymetli olmakla beraber en önemlisi kabul edilebilecek olan ve Mevlanâ’yı asıl anlatan eseri, Mesnevî’sidir.
Hem kitap hem samimi bir yoldaş
Mesnevî, altı defter (cilt) ve yaklaşık olarak 25.700 beyitten oluşan Farsça eserdir. Esere, Mesnevî ismi nazım şekline dayanarak verilmiştir. Mevlanâ, bu eserini seyr-i sülûkta bulunanlar için “irşad” kitabı olarak tanımlamıştır. Fakat eser açık, basit üslubu ve verilmek istenen mesaj hikâyeler vasıtasıyla anlatılması sebebiyle herkese hitap eder niteliktedir. İlk 18 beyit bizzat Mevlanâ tarafından kaleme alınmış olup kalan kısımlar Mevlanâ’nın diktesi, müridi Hüsameddin Çelebi’nin yazması ile on sekiz yılda peyderpey yazılmıştır. Hüsameddin Çelebi, Mevlanâ’nın bu eseri yazarken hiçbir kitaba başvurmadığını, eline kalem almadığını aktarır. Bu durum hakikatlerin Mevlanâ’nın kalbine gelen feyiz üzerine yazıldığını bizlere göstermektedir.
Mesnevî’ye göre dış görünüşler âlemini meydana getiren bu dünyadaki suretler, ilâhî isimlerden ibaret olan hakikatlerin tecelligâhından ibarettir. Allah’ın yüce esması suretler vesilesiyle bu âlemde taayyün kazanır. Mutlak cihetten mana olan Allah, âlemdeki bütün cüz’i şeylerle irtibatını ilâhî manalarla sağlar; her şeye manasını veren de şüphesiz O’dur. Dolayısıyla duyulur âlemdeki cüz’i şeylerin manalarını bilmek için suretin ötesine geçmek, hakikatlere böylece vasıl olmak gerekir. Bu suret-mana ilişkisi eserde deniz-köpük, leyla-mecnun, çiçek-meyve gibi istiarelerle açıklanır. Eserin on dokuzuncu beytinde, “Ey oğul, bağı kopar” ifadesiyle insan-ı kâmil olmanın ön şartının bir suretten ibaret sayılan dünyaya dair ilgileri terk yani zühd olduğu ifade edilir ve yola (tarikat) koyulmanın gerekliliği belirtilir. Mevlanâ’ya göre insanın yola başlaması, yolda olması ve hakikati bulunan a’yan-ı sabitesine ulaşması ancak aşkla mümkündür. Aşk, bütün ilâhî ve beşerî fiillerin kaynağı ve gayesi olarak kabul edilir.2
Eseri genel olarak böyle açıklamak ve yorumlamak mümkünse de herkesin bu muciz ve hakikat yolcuğunda gerçek bir dost olan bu eserden elde edeceği feyiz ve mana farklı farklıdır. Özellikle Mevlanâ’nın kendisinin kaleme aldığını söylediğimiz ilk on sekiz beyit, eserin ve yazarın daha yakından tanınması adına ayrı bir incelemeye tâbi tutulmalıdır. Bu beyitler aslında bize hem Mevlanâ’nın kimliğini hem de Mesnevî’nin özünü veciz bir şekilde ifşa etmektedir.
Beyitlerdeki sembolik anlatımlara biraz değinecek olursak, “Dinle!” sözüyle başlanmış olduğunu görürüz. Kur’an-ı Kerim’in “Oku!” ile başlaması göz önünde bulundurulacak olursa burada verilmek istenen mesajın Peygamberin insanlığa ilâhî vahyi bizatihi okuyup anlatması ile hasıl olan bilginin bu kitapta aktarılacağı, hakikat yolcularının bu sözleri dinlemeleri gerektiği anlaşılır. Dinlenecek şey, “ney”in ayrılıktan yakınması olarak açıklanmıştır. On sekiz beyit bir bütün olarak incelendiğinde ise neyin kamışlıktan koparıldığı, onun bu hâlinden tüm kadın ve erkeklerin ağladığı, neyin asıl vatanından ayrı düştüğü, bunun için inlediği, içerisinde ateşin dolaştığı ve bu sırrı ancak sır sahiplerinin anlayabileceği vurgulanmaktadır.
Bu sembolizm üzerinde dikkatlice düşünülecek olursa insanın varoluş hikâyesinin özetlendiği keşfedilecektir. Öncelikle okuyucu, ona hitap eden kişinin Mevlanâ olduğunu açık olarak bilmektedir, fakat burada okura seslenen sanki ney gibidir; çünkü “dinle neyden hikâye etmede; anlatmada” denmiştir. Bu da bize gösterir ki aslında “ney” Mevlanâ’nın kendisidir; yazardır ayrılıktan şikâyet etmede…
Burada ifade edilen neyin asıl vatanından, Allah’la beraber iken Hakk’ın tecellisi ile vahdet hâlinden kesret hâline düşmesi, O’ndan koparılması ve insanlık kazanması ile beraber oluşan ayrılık hâlinden dem vurduğu bu sebeple de var olduğu her bir an tekrar O’nda fena bulma hâlini arzulaması olarak açıklanabilir. Ney yani Mevlanâ yani bizatihi insan-ı kâmil, hayatı boyunca Hakk’ın esmasının tezahürü olarak kimlik kazanmıştır ama bu kimlik kazanmayı O’ndan ayrılarak kazandığı için bunu gerçek bir kazanç olarak görmez ve hep o ilk hâli arzular. Bu dünyada da hakikat mertebelerini aşarak seyr-i sülûk ile bu fena hâlini yakalamaya çalışır. Bu ayrılık acısı neyin içerisinde ateş olarak tezahür etmekte ve bu ateşten dolayı inim inim inlemektedir. İnsan, içerisinde gezen bu ateşin farkında olduğu sürece insanlığını kemâle erdirebilir ve bunun farkında olan gerçek dostlar pek azdır; pişmişin hâlinden ham anlamaz ve ham olan kimselere sözü kısa kesmelidir.
İnsanın asıl varoluş amacı, içerisindeki ateşin farkına varıp ayrılığı vuslat hâline geri getirmek; manevî mertebeler kat etmektedir. Bu cihetle Mevlanâ, bizim için bir insan-ı kâmil yani teşbihle “ney”imiz olmakta, Mesnevî ise içerisindeki herkese hitap eden hikâyeleriyle bu yolda samimî bir yoldaş, sırdaş, önder olmaktadır. Böylece günümüz kapital sisteminde anlam boşluğuna düşmüş modern insan için Mevlanâ bir insan-ı kâmil yani “ney”, Mesnevî ise yoldaş mesabesindedir.
Merve Altıntaş
Kaynakça:
1 Reşat Öngören, “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”, TDV İslâm Ansiklopedisi
2 Semih Ceyhan, “Mesnevî”, TDV İslâm Ansiklopedisi
https://www.dunyabizim.com/hikmet/mevlan-neyimiz-mesnev-kimimiz-olur-h45734.html
#Merve Altıntaş