Dinle ney’den II – Mehmet Çelik

Dinle ney’den II

 

Prof. Dr. Mehmet Çelik

3) Ayrılıktan parça parça sine isterim

    Aşkın derdini ancak, ona söylerim.

Ney’in göğsüne yedi deliğin açıldığını söylemiştik. Böylece ney, içindeki mâzî yükünden kurtulup, kendisini neyzenin nefesine teslim etmiş olur. Neyzenin nefesi ney’in boğumlarına değdiğinde ney artık kendi sözünü unutup, neyzenin sözünü söylemeye başlar. Bu aslında bir çeşit “inşirah” (açılma-yarılma) halidir. Ney’in inşirahı nasıl ki bir usta elinden geçer, âşıkın, hakikat yolcusunun inşirahı da bir kâmil mürşidin dokunmasına kalmıştır. Bu inşirahı Mevlânâ dile getirirken “şerha şerha” ikilemesini kullanır ki bu vurgu Kur’ân-ı Kerim’deki İnşirah Sûresi’nin ilk âyetini çağrıştırır. İnşirâh Sûresi’nde Allah (c.c) şöyle buyurmuştur. “(Ey Muhammed) senin göğsünü açıp genişletmedik mi? (İnşirah sûresi-1 )

Âşık da aşk denen kızgın demirin dağlamasıyla dünya alakalarından kesilir. Kalbi kapkara olur. Bu, tıpkı camın sevdaya (yani çeperinin kara sırra bürünmesi) tutularak aynaya dönüşmesi gibi bir dönüşüm demektedir. Ney’in göğsündeki yedi deliğe mukabil âşıkın göğsünde (esma-i seb’â) Allah’ın yedi güzel ismine mazhar olacak yedi manevî delik açılır. İnsan da ney gibi kendi sözünü unutup, ilâhî kelâm söylemeye başlar. Hakk’ın elinde neyzenin elindeki ney’e dönüşür. Bu esma-i Seb’â şu duadan oluşur: “Bu on iki ismin ilk yedisine “esmâ-î seb’â” (Lâ İlâhe İllallah, Allah, Hu, Hak, kay Kayyûm, Kahhar” denilir.

4) Her kim ki kalırsa aslından uzak

    Tek muradı olur onun kavuşmak.   

Bu beyitte  de Hazret-i Pîr, Cennet’ten Allah’ın cemalinden kopmuş insanın macerasını yeniden ney’e yükleyerek dile getirir. Ney nasıl ki vatanı olan “neyistan” dan uzaklaştırıldığından ağlayıp inlemekte ise insân da aynı şekilde aslına rücu edip kavuşma arzusuyla doludur. Ney’in aslı nasıl ki neyistân (kamışlık) ise insânın aslî vatanı da Cennet’tir. Bu dünya bir sürgün yeridir. İnsanın aslı “Hak’tır, şek değil.” Sürgünle fark makamına düşen insânın asli merâmı gayesi geldiği mekâna ve Hakk’ın cemaline geri dönmektir. Âyet-i kerimede “Biz Âdem’e ruhumuzdan üfledik” (Hicr sûresi-29) diye buyurulmuştur. O halde ruhun nihâî gayesi Hakk’a ulaşmak olmalıdır. Çünkü “Vatan sevgisi imandandır.”

5) Ben her toplulukta her zaman inledim

    Kötü halliyle, iyi hâlliyle beraberdim.

Ney de insân-ı kâmil gibi kâmilleşme yolunda birçok aşamalardan geçer. Ney nasıl ki musikîyi hazdan öte bir şey olarak anlamayan na-ehillerin meclislerinde bir eğlence, bir saz olmaktan başka bir ma’na taşımıyorsa aynı şekilde hakikat yolcusu da mecraını buluncaya kadar, çoğu zaman cahillerin arasında yabancı konumunda, zahirden öte bir ma’na taşımadan oturacaktır. Kötü hallilerden kasıt, zahir ehlidir. Bunlar görüntü dünyasından, duyular aleminden öteye geçememiş olanlardır. İyi halliler ise âşıkın hemhâl olduklarıdır. Yani hakikat yolcusunun kalbinin esrarına nâil olmaya çalışanlardır. Hazret-i Pîr anlaşılmamaktan yakındığı altıncı beyitte şöyle der:

6) Herkes zannınca dost oldu bana

    İçimi bilerek sırdaş olmadı bana.

“Dost insânın ikinci kendisidir.” denilmiştir. Dostluk Mevlânâ’nın en fazla önem verdiği kavramlardandır.

Hazret-i Pîr bir gazelinde şöyle der:

“iyi bir dostu olanın aynaya ihtiyacı yoktur”   

Mevlânâ dostluğu; ikinin birliği olarak görür. Bundan dolayı menakıbnâmelerde şöyle bir rivâyet vardır: Şems, dedikodu ve iftiralardan rahatsız olup kaybolunca Hz. Mevlânâ onun hasretiyle yanıp tutuşmaktadır. Birgün Konya çarşısında dolaşırken biri ona yaklaşır ve şöyle der: “Ey Celaleddin! Müjdemi isterim; Şems geldi.”

Mevlânâ bunun üzerine, üstündeki yüzük, hırka ne varsa müjde armağanı olarak “ Şems geldi” diyen adama verir. Etrafındakilerden biri şöyle der: “ Ey Mevlânâ! Bilmez misin “Şems geldi.” diyen adam Konya’nın en yalancı adamı olarak bilinen kişidir; söylediği de yalandır. Mevlânâ şöyle der: “Bilmez miyiz? Elbette biliriz. Dostun gelişinin yalan haberine malımızı verdik; eğer doğru olsaydı cânımızı verecektik.” Yine Hazret-i Pîr bir gazelinde şöyle demiştir:

“Tüm zevklerimi bıraktım, niye?

 Dostumun zevki öne çıksın diye”

Çünkü Mevlânâ, dostuyla kendi arasında senliği benliği kaldırmıştır. Onun dostluğu Hz. Sıddık (Ebubekir r.a.) ile Hz. Muhammed (s.a.v) dostluğu gibi bir dostluktur. Buna yâr-ı gâr (mağara dostluğu) denmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v) Mekke’den Medine’ye hicretinde yanında Hz. Ebubekir (r.a.) vardı. Sevr mağarasında Hz. Muhammed’in mağara arkadaşı oldu. Hz. Resul (s.a.v) Ona: “Korkma Allah bizimle.” diye buyurdu. Bunun şöyle bir yorumu olmuştur. “İki dost birbirine sâdık ise üçüncü dostları Allah olur.”

Bu yüzden Hz. Mevlânâ Mesnevî’den sonraki en büyük eseri olan Divân-ı Kebir’deki şiirlerin altında ekseriyetle kendi adını değil Şems-i Tebrizî’nin adını mahlas olarak kullanılır. Eser, bu yüzden “Divân-ı Şems-i Tebrizî” diye şöhret bulmuştur. Bu Divân’daki bir gazelinde Hazret-i Pîr dostu Şems’e şöyle seslenir:

“Sen yarsın, mağarasın, ciğer yiyen aşksın bana

Yar sensin, mağara da gözeten bir ulaksın bana

Nuh sensin, rûh da sen, açan da açılan da sensin

Yarılmış sine sensin sırlar kapısının eşiğisin bana.

Nûr sensin, sûr da sen devlete Mansûr da sensin

Tur dağındaki kuş sensin, yorgun ankasın bana”

Mevlânâ’nın  altıncı beyitte ısrarlı olduğu dostluk, sırdaşlık ve Hz. Muhammed (s.a.v) ve Hz. Ebubekir (r.a.) arasındaki dostluğun özlemidir.

 7) Sırrım inlememden uzakta değil

    Lâkin o nûr gözde kulakta değil

Mevlânâ burada sırrın ifşasının doğru olmadığı noktasına işaret eder. Çünkü “söyleyen kendini bilmez; bilenler söylemez” kaidesi vardır. Bu kaidenin çiğnenmesi Mansûr’u dârâ çektirmiştir. Mansûr’a Cüneyd-i Bağdâdî’nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

“Hak sana sırrını verdi. Sen onu hallâç pamuğu gibi atmaktasın. (ifşa etmektesin) sen hallac-ı esrarsın. (sırların hallacı) Bu yüzden ya mecnûn olup dağa kaçacaksın ya da dârâ çekileceksin. Hüseyin Mansûr’un Hallâç lakabının buradan geldiğine inanılır. Hazret-i Pîr ifşayı değil, halden anlayanın hemhal olmasını beklemektedir. Fakat, gözde bu sırrı görecek basiret nûru, kulakta bunu yani inlemekteki sırrı duyacak feraset ışığı yoktur.