“MÂNEND-İ BEYT-İ MESNEVΔ: MEVLANA VE ŞEYH GALİP’TE ÇOCUK
“LIKE A COUPLET OF MATHNAWI”: CHILD IN MAWLANA JALÂL AL-DÎN MUHAMMAD RÛMÎ AND SHEIKH GHALIB
Dursun Ali TÖKEL1
ÖZ
Divan edebiyatının hayattan ve insandan kopuk olduğuna dair yaygın kanaat, bu tip araştırmalara fırsat tanımamaktadır. Maalesef, bu tür küçük ama son derecede önemli insani dokunuşlar inceleme evrenimizde kendine pek yer bulamıyor. Şairler de insandır; babadır, evlattır, merhamet sahibidir, duyguları vardır, insana ve topluma karşı birtakım vazifeleri bu vazifeleri yaparken içine düştüğü zaafları vardır. Şairlerin pek çoğu çoğunlukla kıtalarda ve diğer nazım biçimlerinde de bu düşüncelere dair görüşlerini dile getirmişlerdir. Bu çalışmada, Mevlana ile Şeyh Galip’in özellikle çocuk, çocukluk veya çocuk eğitimi ve kişiliği meselelerine dair dikkatlerine yer verilmeye çalışılacaktır. Şeyh Galip bazen 7 beyitlik bir manzume ile bir doğum tebriği yazmış ve doğan çocuk için sevinçlerini belirtmiş, bazen de birinin vefatı için bir ağıt yani mersiye kaleme alarak üzüntülerini belirtmiştir. Başlığa bakıldığı zaman vefat eden kişi sanki yaşlı bir kişiymiş gibi algılanıyor. Halbuki bir başka kaynağa baktığımızda Şeyh Galip’in İskender Dede diye bahsettiği ve derin üzüntülerini kalem aldığı kişinin bir çocuk olduğunu görüyoruz, hem de 6 yaşında vefat eden bir çocuk. Bazen de Şeyh Galip’i çocuğun kimliğine bir çocuğun kim olduğuna ve önemine dair fikir beyan ederken veya bu konulardaki toplumsal inançları aktarırken görüyoruz. Şeyh Galip, aynı zamanda ilk ninni yazan divan şairi olarak bilinir. Bu yazıda, divan şairinin de bir insan olduğu gerçeğinden yola çıkarak Şeyh Galib’in çocuk, çocukluk ve çocuk eğitimi meselesini ele alış biçimine değinilmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Mevlana, Şeyh Galip, Divan Şiiri, Kıt’a, Çocuk, Çocuğa bakış
ABSTRACT
The widespread opinion that Divan literature is disconnected from life and people blocks the path of research on pedagogy and education in classical literature.. Unfortunately, such small but extremely important human touches do not find much place in our universe of study. Poets are people too: The poet is a father, a son, has compassion, has feelings, has some duties towards people and society, and has weaknesses while performing these duties. Many of the poets expressed their views on these ideas, mostly in stanzas and other verse forms. This study attempts to focus attention of Mawlana Jalâl Al-Dîn Muhammad Rûmî and Sheikh Ghalib, especially on the issues of child, childhood or child education and personality. Sheikh Ghalib sometimes wrote birth congratulations in 7 couplet poems and expressed his joy for the born child, and sometimes he wrote laments for the death of someone, that is, an elegy, expressing his sadness. Looking at the title, the deceased is perceived as if he was an old person. However, when we look at another source, we see that the person Sheikh Ghalib mentioned as Iskender Dede and for whom he penned his deep sorrows was a child, a child who passed away at the age of 6 years. Sometimes we see Sheikh Ghalib expressing an opinion on the identity of the child, who that child was and their importance, or conveyed social beliefs on these issues. Sheikh Ghalib is also known as the diwan poet who wrote the first lullaby. This article, starting from the fact that the diwan poet is also a human being, attempts to touch on the way Sheikh Ghalib deals with the issue of the child, childhood and child education.
Keywords: Mawlana Jalâl Al-Dîn Muhammad Rûmî, Sheikh Ghalib, Diwan Poetry, Couplet, Child, Overview of the Child
Extended Abstract
It is possible to argue that the most important issue in the progress of civilizations is education.. Societies that have educated their children and young people in the best way have established great civilizations, produced great technologies, and dominated the world. Societies that are left behind in education, that do not care about their children and young people and push them around, have not gone beyond being imitators of the societies that educate their children.
In classical Turkish literature, poets and prose writers represent both thought and art. Over the centuries, changing civilizations, encountering different cultures, and people’s tendency to take it easy have led us to view some negative behaviors in people. In the Ottoman Period and before, what was the status of the testimony of Classical literature besides the historical records on the issue of child education? In other words, our classical literature detailing family, child education, view of marriage, etc. Has the subject been adequately studied? Since the research of diwan literature researchers on macro subjects has not reached the level of micro subjects yet, these issues come to the agenda of researchers only on certain occasions. But it cannot be thought that any period’s literature is indifferent to such matters, which are among the most basic human issues.
Since our subject in this article is Sheikh Ghalib’s view of the child, we want to focus on this issue. The emphasis on children in Sheikh Ghalib’s diwan has always drawn my attention. However, since he is the spiritual founder of Mawlawiyah, it is necessary to look at Rûmî and the child issue in Mawlawi in detail. Rumi brought up many humanitarian issues that the global public was not aware of until recently.. Rûmî touched upon almost every issue related to child education and put forward views on this subject, perhaps much more advanced than modern pedagogy would say. I think that Sheikh Galib, who is a Mawlawi, has the same sensitivity as Rûmî about children. After all, they were primarily fed from Mathnawi and Mawlawi culture.
A very good example of how seriously children were taken and how important this was in our ancient culture is seen in Akşemsettin’s address to his son Hamdullah Hamdi. Akşemsettin loved his son when he was still in his mother’s womb, saying, “My Aristotle is a smart, scholarly, writer, scholar son…”. Lullaby, which is a folk literature verse type, is also found in diwan poetry. Other diwan poets wrote the lullaby, the first example of which we see in Sheikh Ghalib’s work called Hüsn ü Aşk.
In this article, we tried to focus on the meaning of the word child in Sheikh Ghalib. This word has not only been used in its concrete and primary meaning, of course, there are also metaphorical uses by the poet. There is no doubt that we need to examine the diwans and, of course, the other works of diwan poets in this respect. The views of diwan poets, who are themselves sons and fathers, about children undoubtedly stand as hidden treasures in their diwans. Sheikh Ghalib, being a Mawlawi, seems to have shown in his works the importance Rûmî gave to the education and raising of children. The most important feeling that a person seeks throughout his life is the feeling of “being valuable” and “respected”. It is possible to see how much importance Rûmî gave to children in his works and it is understood that Sheikh Ghalib also had the same sense of importance. We see this clearly in the descriptions in the poems he wrote for the births and deaths of children. This study is undoubtedly an introduction to this issue, and I am sure that we will see the guiding and eye-opening thoughts of our poets on this important subject in more detail with more comprehensive studies. And I am sure that the behavioral models presented with the expression “ideal child education” were living and were being kept alive in the deepest way in our ancient culture. We need to study and scrutinize the ancient texts in detail in order to rediscover them.
Giriş
Klasik edebiyatımız ve klasik şairlerimiz, genelde eğitim felsefesi ve özelde de aile, kadın ve çocuğa bakış meselesinde nasıl bir duruş sergiliyorlardı? Batı toplumunda düşüncenin felsefe ve dil sanatının edebiyat olarak tezahürü bilinen bir şeydir. Bizim kadim kültürümüzde müstakilen felsefeci misyonunu taşıyan düşünürlerimiz yok. Bizim için şair ve nasir hem düşünceyi hem de sanatı temsil eder. Yani bizim ediplerimiz hem şairlerimiz hem nasirlerimiz hem kanaat önderlerimiz ve hem de filozoflarımızdı. En başta Ahmet Yesevî hazretleri olmak üzere daha sonraları Anadolu’ya akınlar halinde gelip İslam’ı yayan Horasan erenleri ve onların talebeleri, Mevlana, Aşık Paşa, Ahmet Fakih, Sultan Veled, Yunus Emre vb. Anadolu erenleri hemen tamamen mutasavvıf şair kimselerdi. Onların aile, kadın, çocuk ve eğitim meselesi hakkındaki fikirlerine dair neler biliyoruz, biliyor muyuz? Eğer bilmiyorsak kurucu felsefemizin, bizi çok kısa zamanda cihan hakimi yapan dinamikleri hakkında ne kadar sağlıklı konuşabiliriz?
Bir medeniyetin en büyük davası, eğitim davasıdır. Çocuklarını, gençlerini en iyi şekilde eğiten toplumlar büyük medeniyetler kurmuşlar, büyük teknolojiler üretmişler ve dünyaya hâkim olmuşlardır. Eğitimde geri kalan, çocuğunu, gencini önemsemeyen, onu itip kakan toplumlar ise, çocuğunu eğiten toplumların taklitçileri olmaktan öteye gidememişlerdir. Çocuğunu, gençliğini kaybeden neyi bulmayı ummaktadır ki: “Çocuğu kaybetmişler, hayat sahasında faziletli ve fedakâr insan arıyorlar.” (Topçu, 2008, s. 28).
Pek çok konuda olduğu gibi çocuk eğitimi ve çocuğa bakış tarzımızda da Hz. Peygamber Efendimizi örnek almayı bir yana bırakalı çok uzun yüzyıllar oldu. O, kadına ve çocuğa aşağılayıcı tutumu tamamen ortadan kaldırarak onları fevkalade yüceltici bir tavırla insanlık tarihinde benzeri olmayan bir insan eğitim modeli yaratmıştı. Bu model, Müslümanların kırk elli yıl içerisinde, dünyada eşi görülmedik büyük fetihler gerçekleştirmesine yol açmıştı. Bu durumu anlatan Mehmet Akif’in şu dikkati hayli ilginçtir:
“Şu cihan-ı medeniyet, bırakalım Peygamberi, acaba Ebu Bekir gibi, acaba Ömer gibi, Ali yahud diğer Ashab-ı Kiram gibi adam yetiştirdi mi? Yetiştirebildi mi? Pek a’lâ onlar o siyaseti nerden öğrendiler? Kable’l-İslam hepsi cehalet içinde idiler. Dünyanın ücra bir köşesinde oturuyorlardı. Onları din-i islam terbiye etti. Evet, din-i islam’ın şekl-i sahihi…” (Ersoy, 2012, s. 209).
Evet bu şekl-i sahih ile cihana hükmedenler sonra ne oldular?
Aradan yüzyıllar geçti, medeniyet değiştirmeleri, farklı kültürlerle karşılaşma, insan fıtratının kolaya kaçma temayülü bizi insana bakışımızda bir takım olumsuz davranışlara itti. Bilhassa kadın ve çocuk meselesinde dinimizin asli kaynaklarında ve Dede Korkut’ta ifadesini bulan millî duruşumuzun yerini İsrailiyyat ve mitsel birtakım inançların alması bizi bu konularda aşırılığa sevk etti. Onlara bakışımızdaki küçümseyici, olumsuzlayıcı, hafife alıcı, eğitimleri konusunda gayrı ciddi davranıcı temayül bizi ileri götürmedi, haklı çıkarmadı, aksine geride bıraktı, bundan kaynaklanan pek çok olumsuz sonucun doğmasına sebep oldu.
Kadının saçının uzun aklının kısa olduğu, saçının her telinin dibinde bir şeytan yattığı, ona sorulursa alınacak cevabının tersinin yapılmasının doğru olduğu, sırtını sopasız, karnını sıpasız bırakmamak gerektiği, okumuş kadının şeytan olacağı, bilhassa kız çocuklarının kesinlikle okutulmaması gerektiği, çocuğu muhatap olarak ciddiye almamanın doğru olacağı, onu kucağa alıp sevmenin, hele hele de öpmenin erkekliğe yakışmayacağı, karşısında ciddi ve asık suratlı olunmazsa çocuğun şımaracağı, çocuk eğitiminde sopanın cennetten çıkma olduğu, dayak atmazsan çocukların başa çıkacağı vb. pek çok fasit görüşün ne dinimizle ilgisi vardı ne de milliyetimizden gelen inançlarla. Ama bunlar bizi bir örümcek ağı gibi kapladı ve yüzlerce yıl hâkim oldu. Sonuçta da kaybeden biz olduk. Kaygılar haklıydı belki ama bu kaygıları yok etmek için tutulan yol, uygulanan yöntem fevkalade yanlış oldu. Bu durumdan nasıl çıkılacağımız aslında bellidir: Bizi cihan hakimi yapan o eğitimin şekl-i sahihine dönerek:
“Bizim adam olabilmemiz için çocuklarımızı okutmaktan, îcab-ı asra göre terbiye etmekten başka çare olmayacağını anlamayan ya hiç yoktur ya pek azdır. Kendimiz ister okumuş ister okumamış ister iyi bir terbiye görmüş ister görmemiş olalım artık maziye karışmış sayılacağımız için bu gün düşüneceğimiz bir şey varsa o da istikbâldir, evlatlarımızdır.” (Özgen, 2013, s. 4).
Akif’in bu dikkati bize tam da şu atasözünü hatırlatıyor: Yiğit düştüğü yerden kalkar. Çocukların eğitimi meselesine sadece Mehmet Akif değil, özellikle son dönemde pek çok Osmanlı aydını kafa yormuş, görüş belirtmişti. Bu konunun ne kadar önemli olduğuna dair Ahmet Mithat Efendi’nin, bir soru eşliğinde dikkatini paylaşmak istiyorum.
O Kadar Beylik Varken Neden Cihan Hâkimi Osmanlı Beyliği Oldu?
Böyle bir soru sorulmuştur ve hakikaten de sorulmalıdır. Kayı boyu Anadolu’ya geldiğinde yaklaşık beş yüz (dört yüz kırk dört diyen de var) çadır olduğu söylenir. İnsanları bu soruyu sormaya iten temek faktör, Osmanlılar henüz üç beş yüz çadır halinde beylik olmak yolunda ilerlerken Anadolu’da devletler halinde beyliklerin olduğudur. Osmanlılar Söğüt havzası ve civarında iken Anadolu’da Aydınoğulları, Candaroğulları, Germiyanoğulları, Karamanoğulları, Karesioğulları, Menteşeoğluları vb. pek çok beylik vardı. Neden onlar büyük bir imparatorluk kuramadılar da bu, Osmanlı’ya nasip oldu?
Bu sorunun muhtemel pek çok cevabı vardır şüphesiz. Konumuz doğrudan bu olmadığından biz meselenin başka bir yönüne eğiliyoruz. Bu soruya cevap verenlerden biri de büyük edibimiz Ahmet Mithat Efendi idi. O, meseleye tamamen “eğitim”, bilhassa “çocuk eğitimi” zaviyesinden bakmış. Onu bu soruya verdiği cevap şu: “Söğüt nahiyesine nüzul eden 400 çadır halkının pek az zaman içinde Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birer kısm-ı cesimini kabza-i tasarrufa geçirmeleri dahi az acip vukuattan değildir. Bunun da sebeb-i sahihi terbiye-i etfal meselesidir.” (Ahmet Midhat, 2013, s. 88).
Evet, Ahmet Mithat Efendi’ye göre Osmanlı’yı cihan hâkim yapan asıl sır onların çocuk eğitimine fevkalade önem vermeleri idi. Demek bu önem daha sonraları verilmedi ki baht izmihlale döndü.
Devamı:…
1 Prof. Dr., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, İstanbul, Türkiye E-mail: datokel@fsm.edu.tr
#Dursun Ali TÖKEL