SADREDDİN KONEVÎ İLE MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN’İN MÜNASEBETLERİ HAKKINDA
Doç. Dr. Mehmet DEMİRCİ
Sadreddin Konevî ve Mevlânâ Celâleddin on üçüncü asır Anadolu’sundaki iki önemli şahsiyet olarak dikkati çekmektedir. Her iki si de şöhretlerini Konya’da elde ettikleri gibi, en verimli çalışma ve eserlerini de bu şehirde vücûda getirmişlerdir. Yaşları hemen hemen aynı olup, doğum ve ölüm târihleri birbirine oldukça yakındır. Tam adı Mu hanım ed b. İshak b. Muhammed b. Yusuf b. Ali olan Sadreddin Konevî Mevlânâ ile aynı yıllarda (605/1207) doğmuş ve ondan sekiz ay kadar sonra (673/1274) senesinde vefat etm iştir (1).
Anadolu Selçukluları devrindeki büyük ilim ve fikir adamları, bilhassa mutasavvıflar sayılırken Muhyiddin İbnü ’l-A rabî (638/1240), Evhadü’d-din Kirmânî (697/1297), Irâkî (688/1289) yanında, ilgili eserlerde bilhassa Sadreddin ve Mevlânâ’ya da yer verilir (2). Sadreddin Konevî’den “Ulûm-i şer’iyye ve ulûm-i tasavvuf meyânını câ-mî, mecm au’l-bahreyn…” diye bahsedilir (3).
Biz burada, aynı zaman diliminde ve aynı şehirde yaşamış olan Sadreddin ile Mevlânâ’nın karşılıklı münâsebetleri üzerinde durmak istiyoruz. Geniş çaplı bir mukayese, her iki şahsiyetin de eserlerinin tahlili ve çeşitli fikirlerinin karşılaştırılması ile ancak yapılabilir. Görebildiğimiz kadarı ile, Mevlânâ’nın kendi eserlerinde Sadreddin’le doğrudan ilgili beyanlara pek rastlanmamaktadır. Sadreddin Konevî’n in eserlerine bizzat baş vurmak için şu sırada imkân ve zamânımızın olmadığını da itiraf etmeliyiz (4).
Kaba çizgilerle ifâde edersek Sadreddin Konevî, İbn Arabi’nin eğitimi altında yetişmiş, Anadolu’da onun fikirlerini yayan ve temsil eden en önemli şahsiyet olarak dikkati çekmiştir. Kendisi şer’î ve tasavvufî ilimlere vâkıf olup, bilhassa Hadis öğretimi ile tanınmış tır. Varlıklı idi, Selçuklu başkenti Konya’da önemli bir içtimâi mevkie sahipti. İlim ve fikir çevreleriyle olduğu kadar, idâreci zümrelerle de münâsebetleri gelişmişti. Saltanat kavgaları sırasında Anadolu Selçuklu beyleri arasında bir nevî elçilik veya arabuluculuk görevi yüklendiğine dâir ifâdelere rastlanmaktadır (5).
Bütün bunlarla birlikte, Sadreddin Konevî’nin hayâtının maddî çizgileri hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Ancak Mevlevi kaynaklarında bâzı mâlûbâta rastlanmaktadır (6). Biz de daha ziyâde bu kaynaklara dayanarak Sadreddin – Mevlânâ münâsebetlerini incelemeye çalışacağız.
SOĞUKLUK GÜNLERİ
On üçüncü asır Konya’sındaki bu iki mühim sîmânın araları acabâ nasıldı? Başlangıçta Sadreddin ile Mevlânâ’nın arası iyi değildir, kendisi Mevlânâ’yı beğenmemekte, hâttâ inkâr etmektedir. Eflâkî (761/1360) ’ye göre bir rüyâsı bu kanaatini değiştirecektir. Sadreddin, bir kaç defa rüyâsında kendisini Mevlânâ’nın ayağını ovarken görür. Bu durum hayretini mûcib olursa da Mevlânâ, yine rüyâda : “Canın sıkılmasın, bu işler böyledir, bâzan siz bizim ayağımızı bâzan da biz sizin ayağınızı ovarız. Bizim aramızda birlik vardır, yabancılık yoktur.” deyip kaybolur. Bu hâdiseden sonra araları düzelir, karşılıklı sevgileri artarak devam eder (7).
Görünüşe bakılırsa, muhâlefet günlerine âit olmak üzere Eflâkî şu hâdiselere yer verir •.
Bir gün Mevlânâ arkadaşları ile birlikte Şeyh Sadreddin zâviyesine ziyarete giderler. Zaviyeye yaklaştıkları zaman kapıdan çıkan bir hizmetçi: “Şeyh, zaviyede yoktur” der. Böyle bir karşılama tavrına kızan Mevlânâ söylenmekten kendini alamaz :
“— Sus be adam! Bir şey sorulmadan cevap verme. Şeyhin sana bu kadar şeyi de mi öğretmedi?” der (8).
Uzaklardan gelen zengin bir tacirin bâzı soruları vardır. Konya’da şehrin şeyh ve bilginleri ile görüşmek ister. “Şeyhül İslâm, zamanın biricik muıhaddisi, din ve yakîn ilimlerini bilen birisidir” diyerek Sadreddin’i tavsiye ederler. Kıymetli hediyelerle ziyaretine gidince onu debdebeli bir hayat içinde görür. Bir çok hizmetçiler, köleler, hâcipler, kapıcılar ve harem ağaları bulunmaktadır. Bu duru mu gören tacir hayal kırıklığına uğrar ve suâline de cevap alamaz. Bunun üzerine Mevlânâ’ya gider, onu daha mütevazı şartlar içinde bulur ve tatminkâr cevap alarak maksadı hâsıl olur (9).
Buradaki kaynağımızın Mevlânâ’yı övme sadedinde bu bilgileri vermesi ‘tabiîdir. Ne var ki Konya Tarihi’nden öğrendiğimize göre Sadreddin Konevî’nin gerçekten hayli emlâk ve gayr-i menkule sâhip varlıklı birisi olduğu anlaşılıyor (10). Prof. Uzluk da Mevlânâ ile Sadreddin’i şu satırlar ile karşılaştırır: “Birincisi ömrünü medrese de geçirmiştir, ikincisi kendi evini ilim ‘tedris edilecek bir yurt yapmış, daha ziyâde hadis ilmindeki kudreti ile Muhyiddin Arabi’n in felsefesini yaymaya çalışmıştır. Talebesi arasında mühim sîmâlar bulunmuş, ihtişam ve debdebe ile emîr gibi yaşamış, fakat adına tarikat bırakmamış, oğlu ve torunu tanınmamıştır” (11).
Başlangıçta soğuk olan Sadreddin – Mevlânâ münâsabetlerinin yavaş yavaş düzeldiği görülüyor. Fakat Mevlânâ arada bir mesafe bırakmaya dikkat gösterir. İşte bir örnek : Sultan Rükneddin’in mükellef bir dâveti vardır. Konya’nın ileri gelen büyükleri çağrılmıştır.
Davetliler birer ikişer gelmektedir. Nihayet Mevlânâ içeri girer. Taht’a yakın bir yere, sedire gelmesi için ısrar edilirse de gelmez. Ortadaki havuzun kenarına ilişir. Sadreddin durumu kurtarmak için bir iltifatta bulunmak ister. “Her şey sudan hayat bulur” (12) der. Mevlânâ ise bu iltifata itibar etmez: “Hayır, belki Tanrı’dan hayat bulur’ der (13).
Mevlânâ’nın bu mesâfeli tavrına bir örnek de şudur : Bir gün Sadreddin: “Bu gece Mevlânâ’yı o kadar Tanrı’ya yakın gördüm ki, onunla arasına bir kıl bile sığmıyordu” der. Bu sözü Mevlânâ’ya anlattıkları vakit : “O halde o oraya nasıl sığdı? Çünkü ortağı olmayan Tanrı’nın birlik âlemine hiçbir şerik ve benzer sığmaz. Hz. Peygamber: ‘Benim Allah ile öyle anlarım olur ki o zamanda, o yakınlıkta hiçbir mukarreb melek ve nebiyy-i mürsel benimle boy ölçüşemez’ (14) buyurdu” der (15).
Bir küçük tariz de şu meşhur hâdisede görülür: Bir mecliste “Baş köşe neresidir?” tartışması yapılmaktadır. Herkes fikrini söyler. Sadreddin : “Sûfiler mezhebinde sadr (baş köşe) dergâhlardaki ayakabı çıkarılan yerdir” der. Mevlânâ’ya göre ise “Baş köşe yârin bulunduğu yerdir” (16).
İLERLEYEN DOSTLUK
Başlangıçta Mevlânâ’ya ve semâa mulhâlif bulunan Sadreddin ’in nihayet onunla dost olduğu, bir çok önemli dâvet ve toplantılarda birlikte bulundukları görülüyor (17). Birbirlerine olan dostluk ve güvenleri artmaktadır. Bir gün Sadreddin, Mevlânâ ve bir grup ileri gelen zevat Meram bağlarında gezintiye çıkarlar. Mevlânâ kalıp bir değirmene gider. Geri dönmeyince aramaya koyulurlar. Nihayet onu değirmen taşı karşısında semâ ederken bulurlar. Mevlânâ dönmekte olan değirmen taşını kasdederek .- “Tanrı hakkı için Sübbûh Kuddûs diyor” der. Sadreddin tasdik eder : “Ben ve Kadı Sırâceddin o anda hissedilir bir şekilde değirmen taşında Sübbûh Kuddûs sesinin kulağımıza geldiğini duyduk.” (18)
Artık ziyâretler daha bir dostluk havası içindedir. Sadreddin’le Mevlânâ arasında cereyan eden karşılıklı ikram, incelik ve tevâzu sahneleriyle dolu bir hâdise şöyledir: Sadreddin cuma namazların dan sonra bir meclis tertib eder : âlimler, dervişler, meraklılar dinlemeye gelirdi. Fikrî tartışmalar olur, Sadreddin de sonuca bağlardı. Bir gün bu meclise Mevlânâ da geldi. Sadreddin yerinden kalkıp seccâdesini ona ikram etti. Mevlânâ râzı olmadı. Hiç olmazsa birlikte oturalım, diye ısrar ettiyse de kabul ettiremedi. Bunun üzerine : “Şol seccâde ki sen oturmağa yaramaya, bize dahi yaramaz” diyerek seccadeyi topladı ve bir kenara attı (19).
Kalabalıklardan uzak ve daha mahremiyetti durumlarda Mevlânâ bu tevâzu tavrında ısrar etmiyecektir. Samîmi bir Mevlânâ muhibbi olan Eflâkî aynen şöyle yazar: “Bir gün Mevlânâ şeyhler şeyhi (…), muhaddislerin sultanı Şeyh Sadreddin’i görmeye gitmişti. Sadreddin Mevlânâ’yı tam bir ağırlama ile karşılayıp kendi seccâdesine oturttu. Kendisi de onun karşısında iki dizi üzerine edeple oturup murâkabeye durdular ve nurla dolu huzur deryâsına daldılar (…). Sadreddin’in bir dervişi vardı. Mevlânâ’ya “Fakirlik nedir?” diye sordu. Mevlânâ cevap vermedi. Sual üç defa tekrarlandı. Sadreddin çok üzüldü. Mevlânâ gidince dervişine : “Terbiyesizlik ettin, Mevlânâ’nın cevâbı hareketinde idi, tam derviş velîlerin huzurunda susar…” dedi (20).
Sadreddin’in Mevlânâ’ya hürmet ve inancı artarak devam etmekle berâber, kendi ihtisası olan Hadis sahasındaki bir hâdise ilgi çekicidir:
Bir gün Şeyh Sadreddin hadis dersi ile meşguldü. Mecliste ileri gelen kimseler vardı. Mevlânâda geldi. Sadreddin o günkü dersi Mevlânâ’nın vermesi için ricâda bulundu. Hz. Mevlânâ her bir hadîsi açıklarken, başka hadisler ve vürûd sebeplerini de dikkate alıp o kadar işitilmedik mânâlar çıkarıp derinlere daldı ki, herkes hayran oldu. Sadreddin de hayret ve gıptasını gizleyemedi, hattâ bâzı tereddütlere kapıldı Nihâyet rüyasında Hz. Peygamber’in teyidiyle ve lehinde beyânıyla Mevlânâ’nın açıklamaları hakkındaki tereddütleri tamâmen zâil oldu (21).
Sadreddin ile Mevlânâ aynı saflarda veya biri imam öteki cemaat olarak birlikte namazlar kılmışlardır. Aralarındaki münâsebetlere ışık tutması bakımından burada iki rivâyete yer vereceğiz : Bir gün bir mecliste bulunuyorlardı. Akşam namazı vakti gelmişti. Necmüddin Dâye (Râzi) imam oldu. Her iki rekâtta da Kafirûn süresini okudu. Mevlânâ, Sadreddin’e latife yollu : “Zahir budur ki birini sizin için, birini bizim için okudu.” dedi (22). Bu rivâyetin Sadreddin ile Mevlânâ arasında meşrep farklılığı olduğunu söyleyenleri haklı çıkaracak bir mâhiyet arzettiğini belirtmeliyiz.
İkinci rivâyetimiz Sadreddin’in imamlığı ve Mevlânâ’nın onu nasıl bir gözle gördüğüne dâirdir : Gene ileri gelenlerin bulunduğu bir topluluk var. Akşam namazı kılınacak. Herkes Mevlânâ’nın imam olmasını ister. O ise : “Biz abdallardanız, nerede olsa oturup kalkarız. İmamlık sabit-kademler ve tasavvuf ehli insanlara yaraşır” der ve namazı kıldırması için Sadreddin’e ricâda bulunur, kendisi de ona uyar. Namaz bitince iltifâtını esirgemez: “Kim ki takvâ sahibi bir imamın arkasında namaz kılarsa, sanki Peygamber’in arkasın da namaz kılmış gibi olur’’ (23) der (24).
Rivayetlerden anlaşılan o ki, Sadreddin Mevlânâ’ya karşı samimî bir şekilde dostluk gösteriyor ve yakınlık duyuyordu: Bir gün Muînüddin Pervâne’nin evinde büyük bir semâ toplantısı, vardı. Zamanın ileri gelenleri de orada idi. Mevlânâ’ya karşı Sadreddin şu rubaiyi okudu : “Sensiz gökten inen âyetleri kim haber verebilir? Ey sırları keşfeden söyle! Hakikat âlemindeki nükteleri kim çözebilir?” Sonra samîmi bir şekilde Mevlânâ’ya saygılı hareketlerde bulundu (25).
Sadreddin’in samimiyetini şuradan anlıyoruz ki saygı ve takdirlerini sâdece huzurunda değil, gıyâbında da ortaya koymaktan ve ifâde etmekten geri kalmazdı: Bir gün Mecdüddin Cendî şöyle der : “Ben bugün mecliste Mevlânâ ne söylerse kabul etmeyeceğim, o cevapsız kalıncaya kadar elimden geleni yapacağım.” Sadreddin ise bunun doğru olmadığını ihtar ederek, tarikat büyüklerini imtihan etmenin hatalı olduğunu söyler, fakat dinletemez. Biraz sonra Mevlânâ gelip kapıdan girer girmez “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” der. Orada kimsenin itiraz edemiyeceği bu söz karşısında mahcup duruma düşen Mecdüddin özür diler (26). Ayrıca Sadreddin ’in Mevlânâ’yı çekiştirmek isteyenlere, karşı koyduğu da görülür (27).
Gıyabında ise daha bir saygı doludur. Sadreddin’den Mevlânâ’nın mânevi halleri sorulduğu vakit verdiği cevap, onun üçüncü hicrî asrın iki meşhur mutasavvıfından bile üstün olduğu şeklindedir. Der ki : “Eğer Bâyezîd el-Ristâmî (261/874) ve Cüneyd el-Bağdâdî (297/909) bu devirde yaşasalardı, bu Tanrı erinin atının eğer örtüsünü (bellemesini) omuzlarında taşırlardı ve bu hizmeti canlarına minnet sayarlardı. Muhammed dîninin fakirlik sofrası da odur, biz tufeylî gibi ondan istifâde ediyoruz.” (28)
Mevlânâ da bu dostluğa karşılık vermiş ve Sadreddin’e fazlasıyla ilgi göstermiş olmalı ki, Mevlânâ’nın en yakınlarından biri olan Çelebi Hüsâmeddin bir gün şöyle sormaktan kendini alamaz: “Siz muhaddis Şeyh Sadreddin’e çok inayet ve riâyette bulunuyorsunuz. Acabâ şeyh muhakkik mı, yoksa mukallitmidir?” Sual sâhibini tatmin için midir, yoksa aralarında varlığından söz edilen meşrep farkının bir tezâhürü müdür, bilinmez; Mevlânâ’nın cevâbı ilgi çekicidir: “Şeyh vallahi mukallittir, sizin tahkikinize nisbetle mukallittir” der (29).
Ömrünün son senelerinde Mevlânâ’nın da Sadreddin’e karşı samimî bir muhabbet hissiyle dolu olduğu anlaşılıyor. O ağır hastadır, artık vefatı yaklaşmıştır. Ziyaretçiler; gelip gitmektedir. Dudaklarının kuruluğu gitsin diye şerbet sunmak isterler, fakat kabul ettiremezler, kimsenin elinden almaz. Nihayet Sadreddin verince reddetmez ve bir kaç yudum içer. Duygulanan Sadreddin üzüntüsünü şöyle dile getirir: “Yazık yazık, Hüdâvendigâr’ın mübarek vücûdundan mahrum kaldığımız vakit hâlimiz nice olur?” demekten kendini alamaz (30).
Belki aynı gün ayrılacağı sırada veya son bir hasta ziyâretinde Sadreddin Mevlânâ’ya sağlık temennisinde bulundu ve Allah’tan şifâlar diledi. Mevlânâ’nın mukabelesi ise şöyle oldu. “Bundan sonra Tanrı sizlere şifâlar versin, âşıkla mâşuk arasında bir kıl gömlekten başka bir şey kalmadı. Bunu da soyup çıkarmalarını ve nûrun nûra kavuşmasını istemiyor musunuz?” Sadreddin yanındakilerle birlikte göz yaşları dökerek ayrıldı (31).
SADREDDİN MEVLÂNÂ’NIN NAMAZINI KILDIRIYOR
Ölüm ânına yakm sâhip olunan duygu ve düşüncelerin samimiyetinden şüphe edilmez. Mevlânâ’nın cenâze namazını kıldırmak üzere Sadreddin Konevî’yi seçmesi ona olan sevgi ve alâkasının en önemli delillerinden biri olsa gerektir. Bu durum ayrıca “o zaman Konya’da bulunan yüksek şahsiyetler arasında onun mevkiini gösterir” (32). Bu konudaki rivâyetleri şöyle toparlayabiliriz:
Çelebi Hüsâmeddin, vefâtına yakın Mevlânâ’ya namazını kimin kıldırmasını istediğini sorar. O da : “Şeyh Sadreddin hepsinden evlâdır ’, der. Zamânın ileri gelen âlim ve kadılarının onun namazını kıldırmak istedikleri bilinirse de, Mevlânâ’nın vasiyeti ile bu özel lütuf Sadreddin’e nasib olur. Nihâyet vakit saat gelir. Sadreddin Mevlânâ’nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği vakit birden hıçkırarak kendinden geçer. Daha sonra toparlanarak namazı kıldırır ve ağlar. Rivâyete göre o sıradaki hayret ve sarsıntısının sebebi, namazı kıldırmak için ilerlediği vakit, önünde sıra sıra dizilmiş melekleri ve mücessem olarak Hz. Peygamber’i görmüş olmasıdır (33).
Sipehsâlâr ise bu manzara karşısında Sadreddin’in iyice kendini kaybettiğini, bunun üzerine imamete Kadı Sirâceddin’in geçerek Mevlânâ’nın namazını onun kıldırdığını kaydeder (34).
MEVLÂNÂ’DAN SONRAKİ GÜNLER
Mevlânâ’nın vefatından sonra bir süre daha yaşamış olan Sadreddin, onun irtihâline hayli üzülmüş görünüyor. Bir ziyafette mahfil emîri Kemâleddin, Sadreddin’e hitaben: “Âlemde İslâm dîninin şeyhi…” diye seslenince, Mevlânâ’yı kasdederek şöyle demektenken dini alamaz ; “Dünyâda İslâm’ın şeyhi bir kişiydi, o da gitti. Böylece onun ölümünden sonra cemiyetimizin bağı çözüldü. Mânâ gerdanlığının ortasında ki inci kayboldu. Artık bundan sonra işlerin ve cemiyetin düzeni bozulacaktır” (35).
Bilindiği gibi Mevlânâ’nın temâyüz ettiği hususlardan birisi hemen her vesile ile semâ’ etmesidir. Her devirde olduğu gibi o zamanlarda da semâa karşı olanlar vardı. Mevlânâ’nın sağlığında bu konuda resmî bir yasaklama getirtemeyen bâzı fakihler, vefâtından sonra ortamı kendileri için daha müsâit hissetmiş olmalılar ki, vezir Pervâne’ye baş vururlar. Semâ’ın haram olduğunu, yasaklanması gerektiğini söyleyip ısrar ederler. Bunun üzerine Pervâne Sadreddin’in fikrini almak ister. Bu konuda Sadreddin’in cevâbı şöyledir: “Bana inanırsanız, Mevlânâ’ya saygınız varsa bu işe müdâhele etmeyin (…) velîlerden yüz çevirmek uğursuzluk getirir. Velîlerin bu türlü bid’atleri peygamberlerin sünnetleri mesâbesindedir. Allah’ın işâreti olmadan onlardan bir şey sâdır olmaz.” Pervâne bu sözlere uyar, istek sâhipleri de dağılır (36).
Sâdece câiz görmekle kalmayıp, Mevlânâ’nın çağdaşı başka bâzı mutasavvıflar gibi, Sadreddin Konevî’nin de semâ’ ettiği bilinmektedir. Hattâ bizzat kendi zâviyesinde semâ toplantıları yapılmıştır (37).
Sadreddin Konevî aynen Mevlânâ gibi, o günün bâzı halk âdet ve geleneklerine karşı müsâmahalı görünüyor. Ölen bir delikanlının anne ve babası, o devrin âdeti îcâbı cenâzenin önünde gûyende’lerin bulunmasını ve gazeller okumalarını ister. Ahî Ahmed diye birisi ; “Bu, şeriatte bid’attir, câiz değildir..” diyerek engel olur. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled araya girer, kendisi de gûyendelerin bulunmasını istemektedir. İhtilâfın halli için Sadraddin’e baş vurulur. O da Bahâeddin Veled’i haklı bulur ve şöyle der: “Bu tıpkı şuna benzer : Bir halîfe bir ariften Cüneyd mi yoksa Bâyezîd mi büyüktür? diye sorar. Arif: Bu ikisinden daha büyük bir adam lâzımdır ki bu iki velî arasındaki büyüklüğü ve fazileti tâyin edebilsin. Velîlerin güzel bid ’atleri peygamberlerin sünnetleri gibidir, bunları kaldırmak doğru değildir” der (38).
Netice itibariyle, aynı târihlerde ve ayni şehirde yaşamış olan Sadreddin ile Mevlânâ Celâledd’in arasında yakın bir dostluk olduğu ortaya çıkıyor (39).
BİR İSTİTRAD
Burada Sadreddin Konevî ile Mevlânâ’nın görüş ve fikirlerinin mukayesesine giremiyeceğimizi başta belirtmiştik. Ancak bir istitrad yapmadan geçemiyeceğiz. Şöyleki: Rahmetli olmuş iki değerli araştırıcımızın Gölpınarlı ve Ahmet Ateş’in yazdıklarına bakılırsa, Sadreddin’in mensub olduğu düşünce sistemi ile Mevlânâ’nın düşünce sistemi neredeyse zıt kutuplar şeklinde takdim ediliyor. Gölpınarlı’ya göre: “Padişahça yaşayan Sadreddin ile yoksulca yaşayan ve tam bir halk adamı gibi olan Mevlânâ’nın arası her şeyden önce inanış bakımından açıktı. Sadreddin İbn Arabî mümessili idi, onun yolu ise bilgi ve tevil yolu, Mevlânâ’nın ki, aşk ve cezbe yolu idi.” (40)
Ahmet Ateş’e göre ise: Anadolu’da İbn Arabi’n in fikirlerine ancak Mevlânâ’nın fikirleri karşı koyabilirdi. Fakat Mesnevî’nin iki büyük şârihi, İsmail Ankaravî (1041/1631) ile Sarı Abdullah Efendi (1071/1661) bütün Mesnevî’yi ilk harfinden başlayarak sonuna kadar, arada bir irtibat olup olmadığına bakmadan, İbn Arabi’nin varlık birliği nazariyesine göre şerh ettiler. Bu sûretle Mevlânâ’nın fikirleri tamâmiyle bozulmuş ve ortadan kaldırılmış olduğu gibi, Türkiye’de hâkim yegâne tasavvuf telâkkisi İbn Arabi’nin telâkkisi oldu (41).
İbn Arabî ve Sadreddin Konevî’nin temsil ettiği düşünce ile Mevlânâ’nın fikirleri arasında bu derece farklılık veya muhalefet olduğu görüşüne katılmak, kanaatimizce mümkün değildir. Aralarında yabancılık değil, birlik olduğuna dâir, Eflâkî’nin rivayetine evvelce işaret etmiştik (42). Mevlânâ gibi Konevî de mutasavvıf bir düşünür olduğu için, onun düşünce kaynağını da her şeyden, önce İslâmî inançların teşkil etmesi tabiî bir vâkıadır. Yine bir mutasavvıf olarak Sadreddin insan aklının bağımlı (mukayyed) olduğuna, hakikatleri kavramak için mükâşefe ve müşâhede’ye ihtiyaç bulunduğuna inanır. Bu yüzden de filozofların rasyonalizmine zıt bir tavır takınır (43). Bu durum Mevlânâ için de aynıyla vâkidir (44).
Aslında bu beraberlik tasavvuf düşüncesinin özelliğinden kaynaklanmaktadır. Hemen bütün mutasavvıflar hâdiselere tevhidçi bir gözle bakmışlar, her biri kendi üslûp ve imkânları ile, bir olan Hakîkat’in îzah ve tafsili ile meşgul olmuşlardır. XIII’ yüzyıldan itibaren Anadolu’da İbn Arabî ağırlıklı düşüncenin hâkim olduğu doğrudur. Lâkin bunda en büyük âmil, meselâ Köprülü’ye göre İbn Arabî değil, “… onun karanlık ve müphem nazariyelerini şâirâne bir vecd ile canlandıran ve bu suretle çok mahdut bir zümre arasından çıkarıp daha geniş bir kitleye yayan Mevlânâ Celâleddin Rûmî’dir.” (45)
Konevî ve İbn Arabî ile Mevlânâ arasında aykırılık bir yana, tam bir berâberlik bulmak bile mümkündür. Son neşredilen kıymetli bir Fusus şerhinin takdim yazısında aynen şu satırlara yer verilir: “İslâm tasavvufunun bu iki büyük eseri (Fusûsu’l-Hıkem ve Mesnevi), biri mensur Arapça, diğeri manzum Farsça, aynı mânâ ve hakikatleri dile getirmektedir (…) Fusus’un mücmel cümlelerindeki fikirleri Mesnevi beyitleri ile şerhedilmiştir. Fusus ile Mesnevi ve diğer büyük sûfîlerin eser ve sözlerindeki mânâ birliği, üslûp ve terimleri ne kadar farklı olursa olsun, Hakk’ın ve hakikatin bir olduğunun (…) delili olarak kabul edilebilir.” (46) Bir birliğin tezahürlerini şârihlerde de görebiliyoruz. Meselâ meşhur Mesnevi şârihi İsmail Ankaravî aynı zamanda İbn Arabi’nin Nakşü ’l-Fusûs’u nu şerh etmiştir. Kezâ son devir mevlevîlerinden Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hıkem’in güzel bir şerhini yaptığı gibi, (kendisinin değerli bir Mesnevi şerhi de bulunmaktadır (47).
Mevlânâ’nın eserlerinde doğrudan doğruya Sadreddin Konevî’den bahsetmediğine evvelce işaret etmiştik. Mesnevi şârihlerinden bazılarına göre ise durum böyle değildir. Mesnevî’nin birinci cildin de şu mealde bir beyit vardır: “Rabbü ’l-âleminin mânâ denizi olan Şeyh-i din: ‘Mânâ Allah’tan ibarettir’ ( el-mânâ hüvallah ) demiştir.”Buradaki “Şeyh-i din” tâbiri ile kasdedilen acaba kimdir? Bazı şârihlerce bu, Sadreddin Konevî olabileceği gibi, bazılarınca Muhyiddin Arabî, Attar veya bir başkası da olabilir. Gerçekten bu zatların fikirleri arasında “Mânâ Allah’tan ibârettir” anlamında ifâdeler bulunabilir. Gölpınarlı ise bu görüşlere şiddetle muhâlefet göstererek, şârihlerin yanıldığını, burada kasdedilen kimsenin Şemseddin Tebrizî olduğunu ısrarla belirtir.
Sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki, ilk sıralarda değilse bile zaman içinde, Sadreddin Konevî ile Mevlânâ Celâleddin’in yakın dostluk ve iyi münâsebetler içinde bulundukları açıkça görülüyor. Mevlânâ’nın cenâze namazını Sadreddin’in kıldırmasına dair vasiyeti bunun bir delilidir. Bazı meşrep farklılıkları olmakla beraber, birer mutasavvıf olarak ortak görüşlere sahiptirler.
Bu vesile ile aşağıdaki soru ve düşüncelere de yer vermeden geçemiyecegiz: Söz konusu asırda Anadolu’da her sahada olduğu gibi, tasavvufî düşünce alanında da yeni bir terkibin teşekkülünden söz edilemez mi? Bu terkibin iki önemli unsuru, evvelce Horasan ve Orta Asya’da gelişen tasavvuf cereyanı ile, Endülüs’te gelişen cereyan gibi görünüyor. İşte Mevlânâ ile Sadreddin’in, adı geçen cereyanların temsilcileri olarak dikkati çektikleri ileri sürülemez mi? Bu yeni terkip sonucu gelişen tasavvuf anlayışıdır ki, uzun asırlar Selçuklu ve Osmanlı Türkiye’sinde hakim anlayış olarak kitleleri mayalamaya devam etmiştir denemez mi? Bu sorular ve cevapları araştırıcıların alakasını bekleyen meselelerdir.
- Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hıkem Tercüme ve Şerhi, I, hazırla yanlar : M. Tahralı – S. Eraydın, İstanbul 1987.
- Bu konuda İsmail Rusûhî Ankaravî, Şerhu’l-Mesnevi, I, 608; İstanbul 1289; Tahiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevi, c. I, kitap : 5, s. 1524, İstanbul 1906; A. Gölpmarlı, Mesnevi Şerhi, I, XXXVIII ve 572, İstanbul ’1973; Mesnevi, Veled İzbudak tere. Gölpınarlı’ya ait açıklama kısmı, s. 439-442, İstanbul 1940.
- Bkz. Aksarâyî, Mttsâmeretü’l-Ahbâr, Osman Turan neşri, 110, Ankara 1944; Sübliî, Tabakatii’ş Şâfiyye, VIII, 45, Kahire 1383/1964; Kâtip Çelebi, Keşfü’z- Zunûn, I, ISO, II, 1956 vb.; Taşköprüzâde, Mevzûatü’l-Ulûm, I, 572!, İstanbul 1®13; Ziriklî, el-A’Iâm, VI, 254; İbrahim Hakkı KonyalI, Konya Tarihi, 494, Konya 1964; Nihat Keklik; Sadreddin Konevî Felsefesinde Allah Kâinat ve İnsan, s. XV – XVII, İstanbul 1957.
- Müsâmeretü’l-Alibâr, 91; aynı eser, M. N. Gençosman tere. s. 174-175, Ankara 1943; Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, 245-246, İstanbul 1980.
- Taşköprüzâde, age., I, 572.
- Konevî’nin eserleri için bkz. Bağdadlı İsmail Paşa, Esmâü’l-Miiellifîn, II,,130; Ziriklî, el-A’lâm, VI, 254; Brockelman, GAL, I , ‘585 (449); S, I, 807; Nihat Keklik, age., XIX vd.; Ö. R. Kehhâle, Mu’cemü’l-Müellifîn, IX, 43, Dımaşk, 1379/1960.
- İbn Bîbî, Anadolu Selçuklu Devleti Tarihi, çev. M. N. Gencosman, 2531, Ankara,
- Osman Ergin, Sadreddin Konevî ve Eserleri, Şarkiyat Mecmuası, II, 64, İstanbul 1957.
- Ahmed Eflâkî, Menâkıbü’l-Arifîn, Tahsin Yazıcı neşri, II, 305-306, Ankara 1976; aynı eser, çev. Tahsin Yazıcı (Ariflerin Menkıbeleri), I, 296-297, İs tanbul 1964; Füruzanfer, Mevlânâ Celâleddin, çev. F. N. Uzluk, 159-160, İstanbul 1986.
- Eflâkî, metin, I, 219; I, 211; Eüruzanfer, age., 1-61.
- Eflâkî, metin, I, 95-98, I, 92-95. Benzer konuda Sadreddin lehinde bir rivayet de vardır. Bu gün Konya’da bir semte ismini vermiş olan Hoca Ci han, Mevlânâ ve Sadreddin’in dostlarından olup, zeng;n ve itibarlı birisi dir. Sadreddin Konevî, onun sar’alı bir kızını tedâvî eder, o da kendisine konağını bağışlar, Bkz. Konya Tarihi, 697-689.
- İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, ilgili yerler.
- Osman Ergin makale, Şarkiyat Mecmuası, II, 63. Şu ifâdeler de aynı şahsa âittir : “Sadreddin çok zengindi. Evi âdetâ bir konaktı. Hizmetçi leri, aşçıları, uşakları vardı. Evinde nefis yemekler pişer, Konya’nın ileri gelenleri ziyaretine gelirdi.” AksaraylI Kerîmüddin, Selçuklu Devletleri Tarihi, (Müsâmerebü’l-Ahbar tercümesi) çev. M. N. Gencosman, Ankara 1943, s. 211’de F. N. Uzluk’a ait not.
- “Bütün canlıları sudan meydana getirdik” (En’am 21/30) âyetine telmih var.
- Bkz. Feridun b. Spehsâlâr, Teı-cüme-i Spehsâlâr be Menâkıb-ı Hazret-i Hudâvendigâr, çev. Midhat Bahârî, 120, İstanbul 1;331; aynı eser, çev. Tahsin Yazıcı (Mevlânâ ve Etrafındakiler), s. 89, İstanbul 1977.
- hadîs için bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 244; Ali Yardım, Mesnevi Hadisleri, 58 (Basılmamış doktora tezi), İzmir 1984; Kuşeyrî, Risale, 70 (Telvin-Temkin bahsi), Kahire 1376/1966.
- Eflâkî, metin, II, 609-610, Ankara 1980, tere. II, 30, İstanbul 1966.
- Eflâkî, metin, I, 120, tere. I, 1.15.
- Bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 555 (76 numaralı not), İstanbul 1971.
- Eflâkî, metin, I, 370-’37ıl, I, 361.
- Eflâkî, metin, I, 318, 309; Câmî Nefahâtü’l-Üns, çev. Lâmiî Çelebi, 633, İstanbul 1289; Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü’I-Muhabbe, hazırlayan, Ke mal Eraslan, 363, İstanbul 1970; Füruzanfer, age., 160.
- Eflâkî, metin, 278-279, tere. I, 269-270.
- Eflâkî, metin, I, 302-393, I, 381-302; A. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâled- din, 236, İstanbul 1959. Rüyasında Hz. Peygamber’! gördü, gitti elini öp tü. O da : “O hadîsin mânâsı ve benim maksadım Mevlânâ’mn îzâhı gi bidir. Ona ilâve edilmiş değildir” dedi. Sadreddin sevinçle uyaJidı. Ertesi gün Mevlânâ dergâhının kapısından girince Mevlânâ kendisine : “Doğ rusu seni şâhid ve müjdeci olarak gönderdik” (Ahzâ’b 33/45 ve Feth 48/8) âyetini okudu. Eflâkî, aynı yer
- Câmî, Nefahat 491; Füruzanfer, age., 169; F. N. Uzluk aynı yerde not olarak Kâfirun sûresinin meâlini verdikten sonra şunları yazar ; “Demek ki Mevlânâ’nın Sadreddin’e söylemek istediği şu : Sizin inancınız size, benim inanışlarım da ‘bana. Çok mânâlıdır.”
- Bu sözlerin, bir kelime farklılıkla, hadis olarak rivayeti şöyledir : bkz. Keşfü’l-Hafâ, XI, 355; Zeylâî, Nasbu’r-Râye li-Ahâdîsi’l-Hidâye, II, 26, Hindistan 1393/1973.
- Eflâkî, metin, I, 548, tere. I, 531; Nefahat tere. 5ıl8‘; Füruzanfer, , 160; Gölpınarlı, age., 235.
- Eflâkî, metin, II, 601, 22.
- Eflâkî, metin, I, 421, I, 408.
- Eflâkî, metin, I, 216, 208.
- Eflâkî, metin, I, 360, tere, I, 350-351; Câmî, Nefahat 520; Gölpmarlı, age., 235.
- Eflâkî, metin, I, 471, I, 457.
- Eflâkî, metin, II, 594, teıc. II,
- Eflâkî, metin, II, 581, II, 4; Nefahat tere. 5’19; Füruzanfer, age., 150.
- Osman Ergin, ag makale, Şarkiyat Mecmuası, II,
- Eflâkî, metin, II, 593 ve I 353, tere. II, 14 ve I, 344; Nefahat, tere. 510 ve 633; Ali Sîr Nevâî, age., s. 363; Füruzanfer, age., 160.
- Feridun b. Sipehsâlâr, a.g.e., Midhat Bahârî terc. 156, T. Yazıcı terc. 144-115.
- Eflâki, metin, II, 594, terc. II, 15.
- Eflâki, metin, II, 578, terc. II, 1-2.
- Bkz. Nefahat tere. 487; Eflâkî, metin, I, 151, tere. I, 144.
- Eflâki, metin, II, 823-824, terc. II, 232-233; Aydın Taneri, Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı, 59-60, Konya 1977. Buna mukabil Sadreddin Konevî’ye atfedilen bir Vasiyetnâme’de, kendi cenâze töreninde cenâze okuyucularının bulunmasını istemediği dikkati çeker. Bkz. O. Ergin, a.g.m., s. 81, 82; Konya Tarihi, 497.
- Nihat Keklik, a.g.e., s. IX.
- Bkz. A. Gölpınarlı, a.g.e., 232, 233.
- Bkz. Ahmet Ateş, Muhyiddin Arabî mad. İA, VII, 554.
- Bkz. Burada 7. dipnot.
- Bkz. Nihat Keklik, “Sadreddin Konevî Düşüncesinde İnsan Kader ve Ahlâk”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, IV, 65, 71, İstanbul 1964.
- Meselâ bkz. Mevlânâ, Mesnevi, çev. Veled İzbudak, I, beyit: 3467 vd, III, beyit: 2505 vd, IV, beyit: 2831 ve beyit: 3322 vd.
- Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, 246, İstanbul 1980.
- Mustafa Tahralı, Ahmet Avni Konuk’un Fusûsu’l-Hıkem Tercüme ve Şerhi, I, takdim kısmı, s. XL, İstanbul 1987.
- Bkz. Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’I-Hıkem Tercüme ve Şerhi, I, hazırlayanlar: M. Tahralı – S. Eraydın, İstanbul 1987.
- Bu konuda bkz. İsmail Rusûhî Ankarevî, Şerhu’l-Mesnevî, I, 608, İstanbul 1289; Tahiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. I, kitap: 5, s. 1524, İstanbul 1966; A. Gölpınarlı, Mesnevi Şerhi, I, XXXVIII ve 572, İstanbul 1973; Mesnevî, Veled İzbudak terc. Gölpınarlı’ya ait açıklama kısmı, s. 439-442, İstanbul 1942.
#Mehmet DEMİRCİ