Şihabüd-din Sühreverdi –
Allahu Teâlâ, şöyle buyurmuştur: “Peygambere indirileni dinledikleri zaman, onun hak olduğuna aşinalıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup boşandığını görürsün.“ 1 “Onlar ki sözü dinler ve en güzeline tâbi olurlar.“ 2 “Onlar, bir bahçede neşelenirler.“ 3 Mücâhid, 4 “neşelenmek”ten kastın “dinlemek” olduğunu söylemiştir. Peygamber (s.a.v.), şöyle demiştir: “Allah, peygamberin güzel sesiyle yaptığı zikri dinlediği gibi hiçbir şeyi dinlememiştir.“ 5 “Çünkü bizim yanımızda bukağılar ve ateş var. Boğazda kalan bir yiyecek ve acı bir azap vardır.“ 6 âyeti, Hz. Peygamberin yanında okunduğu zaman, bayıldığı rivayet edilmiştir. “Her ümmetten bir şahit ve seni de bunlar üzerine şahit getirdiğimiz zaman, bakalım bunların hâli nasıl olacak!“ 7 âyeti okunduğu zaman da Hz. Peygamberin uzun süre ağladığı rivayet edilmiştir. Âişe (r.a.)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Yanımda bir câriye vardı ve bana bir şeyler söylüyordu. Bu hâlde iken, içeri Rasûlullah (s.a.v.) girdi. Sonra aynı hâldeyken Ebû Bekir, sonra Ömer içeri girince ben utandım ve Rasûlullah (s.a.v.) güldü. Ömer (r.a.); ‘Ya Rasûlallah! Niçin gülüyorsunuz?’ dedi. Ona gülmesinin sebebini anlattı, Ömer; ‘Rasûlullah (s.a.v.)’in dinlediğini dinlemedikçe çıkmayacağım.’ dedi. Cariyeye sözlerine devam etmesini emretti ve Ömer de onu dinledi.”
Zünnûn el-Mısrî’ye semâ sorulduğunda, o şöyle cevap vermiştir: “Kalbi, Hakk’a karşı gafletten uyandıran, Hak varididir. Kim onu hakkıyla dinlerse, hakikate erer. Kim nefsiyle dinlerse zındık olur.” Serî Sekatı ise bu konuda şöyle demiştir: “Semâ anında âşıkların kalpleri coşar, tövbe edenlerin kalpleri korkar, hasret çekenlerin kalpleri ise yanar, tutuşur.”
Semâ yağmur gibidir, toprağa yağarsa toprak yemyeşil olur. Semâ’nın, tertemiz kalplere çok gizli faydaları vardır. Semâ, kalpte saklı olan, kalpte gizlenmiş olan sevinci, hüznü, korkuyu, ümidi ve coşkuyu harekete geçirir; bazen onu ağlatır, bazen de onu sevince boğar, denilmiştir. Semâ’da bedenin her uzvu için bir zevk vardır. Göz ağlar, dil çığlık atar, el oynar, beden raks eder ve kendinden geçer. Semâ8 yapanlar üç gruptur: Rabbini dinleyen, Rabbiyle semâ eden; kalbini dinleyen, kalbiyle semâ eden; nefsini dinleyen, nefsiyle semâ eden. Şeyhlerden biri, şöyle demiştir: “Semâ, kalbi diri, nefsi ölü kimse için uygundur. Ama nefsi diri, kalbi ölü kimse için uygun değildir.” Semâ sadece, arzularını, hevâ ve hevesini yok etmiş, geriye sadece haklan kalmış, beşeriyeti, hayvanı yönü sönmüş kimseler için doğrudur. Sûfilerden birinin şöyle dediği anlatılmıştır: “Hızır (a.s.)’ı gördüm. Ona ‘Arkadaşlarımızın yaptığı semâ hakkında ne dersin?’ diye sorduğumda, ‘Semâ, üzerinde ancak âlimlerin ayaklarının sabit kalabildiği bir safâdır, bir temizliktir.’ diye cevap verdi.” Denilmiştir ki: “Semâ, muhabbet ateşiyle kavrulan ve nefsi mücâhedeyle pişmiş kişilerin kalplerindeki fitili tutuşturan bir çakmak taşı kıvılcımıdır.”
Sûfilerin semâdaki âdâblarından bazıları da şunlardır: Semâ yapmak için kendilerini zorlamazlar. Semâ için belirlenmiş bir vakitleri yoktur. Oyun ve eğlence olsun diye semâ yapmazlar. Tövbe ederek, korku ve ümit içinde, kendilerini sâlih ameller işlemeye sevk edecek şekilde, sâdık ve samimi irâdelerini tazeleyerek semâ ederler. Bunları bilmeyen kimse, kendini bu hususlarda eğitecek mürşitleri bulmalıdır.
Nasrabâzi’ye9 “Semâya çok düşkünsün!” denildiğinde, “Evet. Semâ, boş oturmak ve gıybet etmekten daha hayırlıdır.” demiştir. Ebû Amr b. Nüceyd, 10 ona şöyle demiştir: “Hiç öyle şey olur mu yâ Ebâ Kasım? Semâda yapacağın bir hata, bir sene şurada burada insanları çekiştirmekten daha kötüdür.” Ebû Ali er-Ruzbârî, şöyle demiştir: “Bu işte biz, kılıcın ucuna geldik, böyle gidersek ateşteyiz.”
Her şey kendi hâlinde seyredip mecbur kalmadıkça, sâdık bir sûfinin semâya kalkmak için kendini zorlaması, üzerinde bir hâlin zuhur etmesi için çaba sarf etmesi, sekre ulaşmadan ve hâl gösterisi yapmak için semâya kalkması, semâ âdabından değildir. Böyle durumlarda, semâyı terk etmek daha iyidir. Rivayete göre, Peygamber (s.a.v.) nasihat ederken, mescitteki bir adam bayıldı. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Bizi ve dinimizi karıştıran kimdir? Eğer sâdık ise nefsini meşhur etti. Eğer yalancı ise Allah müstahakkını versin.” buyurdu.
Gençlerin, şeyhlerin huzurunda semâya kalkması ve hâl izhar etmesi hoş karşılanmaz. Anlatılır ki’: Bir genç, Cüneyd-i Bağdadî’nin sohbetine katılıyordu. Bir şeyler dinleyince, sayha atmaya başladı. Cüneyd-i Bağdadî ona: “Eğer bundan sonra aynı şekilde davranacak olursan, benim sohbetime katılma.” dedi. O genç, bundan sonra nefsine hâkim olmaya çalışmış, fakat bazen saçlarının arasından terinin süzüldüğü görülmüştür. Ta ki bir gün, bir sayha atmış ve o sayhayla birlikte ruhunu teslim etmiştir.
Oğlanların, semâya kalkıp, semâ etmelerine asla izin yoktur. Şeyhlerin çoğu, onların semâ meclisine gelmelerini dahi hoş görmezler. Bilhassa ciddiyet gerektiren durumlarda, semâ etmek için kişinin kendini zorlaması ve ortama uymak için semâ edenlerin arasına katılması caiz değildir.
Anlatılır ki: “Zünnûn el-Mısrî, Bağdat’ta iken bir gün yanma, aralarında kavval (gazelhan) bulunan bir grup gelmişti. Kavvalın bir şeyler söylemesi için izin istediler. Zünnûn el-Mısrî, onlara izin verince, kavval şu şiiri okudu:
Senin hevânın küçüğü bana azap veriyor.
Her şeye galip olsa, onunla nasıl başa çıkarız.
Dertlileri görmez misin?
Dertsizler gülerken, onlar ağlar.
Gönlüme bir tek muhabbet bıraksan,
Ona ortak olursun.
Şiiri dinledikten sonra Zünnûn el-Mısrî coştu, ayağa kalktı ve vecde geldi, yüzüstü yere düştü. Alnından kanlar süzüldü. Sonra gruptan biri ayağa kalktı. Zünnûn el-Mısrî ona bakıp; ‘O ki kalktığın vakit seni görüyor!’11 dedi. Bunun üzerine adam tekrar yerine oturdu.”
Kalp huzuru ile sakince oturmak, himmeti cem etmek (gayreti bir noktada toplamak), semâ edenlerin hâllerine vâkıf olmaya çalışmak, onlara katılmaktan daha iyidir. Çünkü orası, istikâmet ve temkin mahallidir.
Semâya gelenlerin edebi, susup dinlemektir. Allahu Teâlâ, şöyle buyurmuştur: “Ona geldiklerinde ‘Dinleyin!‘ dediler.” 12 “Rahmân’ın heybetinden sesler kısılmıştır. Artık bir hışımdan başka bir şey işitemezsin.“ 13 Bir semâ meclisi tertip edildiğinde, Kur’ân’la başlanır ve yine Kur’ân’la bitirilir. Anlatıldığına göre, Mimşâd ed-Dîneverî, 14 rüyasında Rasûlullah (s.a.v.)’i görür ve ona; “Sûfilerin semâ için toplanması” meselesini sorar. Peygamber; “Kur’ân’la başlatıp Kur’ân’la bitirdikleri müddetçe beis yoktur.” diye cevap verir.
Müridin, gazel/aşk şiiri ve insanın vasıflarını anlatan şiirler dinlemesi mekruhtur. Çünkü bunlar, dipsiz kuyulara inmek ve susuz çöllerde yürümek gibidir. Şeyhlerden birinin, şöyle dediği anlatılır: “Semâ, gerçekleştirilmesi hiç de güzel olmayan, şüphe çukurundaki bir arzudur; basiret ve fıtnat (derin anlayış) sahibi bir arif, arzularını hile ve hurda ile veya işi kılıfına uydurarak elde etmez, şüpheli şeye elini sürmez.” Cüneyd-i Bağdadî, şöyle demiştir: “Semâya meylettiğini gördüğünüz her müridde, aptallıktan bir kalıntı vardır.” Denilmiştir ki: “Semâ, uzunca bir yoldur. Onu ya yakın ve vecd sahibi ya da şüpheci ve inkarcı kişiler hedefler. Semâ, o yola sülük edeni ya ılliyyînin en üstüne, cennetin doruklanna çıkarır ya da es-fel-i sâfilîne, cehennemin diplerine düşürür.” Bir mürid, şeyhlerden birine, “Şeyhler semâ yapmayı severler değil mi?” diye sorunca şeyh, ona; “Onlar gibi ol, sen de semâ et.” diye cevap vermiştir. Semâ, ya sona eren bir anlık sevinç ya da öldüren bir anlık kederdir.
Gülüp eğlenen kimseler, semâ meclisine gelmemelidir. Ebû Abdullah b. Hafifin şöyle dediği anlatılır: “Şeyhim Ahmed b. Yahya15 ile birlikte Şiraz’da bir davete gittim. Semâ yapmaya karar verdiler. Şeyh, neşelenince ayağa kalktı, vecde geldi ve dönmeye başladı. Onun safında, bizim tam karşımızda dünyaya gönül vermiş birileri vardı. Onlardan biri güldü. Şeyh orada bulunan bir feneri aldı, ona doğru attı. Fener, üçayağı üzere duvara saplandı. Şeyh, otuz sene akşam abdestiyle sabah namazını kılmıştı.”
Şeyhlerden birine, “Kalbin, ruhun ve nefsin semâda içtiği şey nedir?” diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “Kalbin içeceği, hikmet; ruhun içeceği, nimet; nefsin içeceği ise karakterine uygun bir zevki hatırlamaktır.”
Şeyhe, “Semâdaki tekellüf/zorlama nedir?” diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “O, iki türlü olur: Birincisi, dünyevî bir makam ya da menfaat talep edenlerde görülür. Bu aldanma ve ihanettir. İkincisi, hakîkat talebinde ortaya çıkar. Onun durumu, tevâcüd (vecd için kendini zorlama) vecde ulaşmaya çalışan kimsenin durumuna benzer. Yine bu durum, ağlamaya çalışmanın, ağlamaktaki yeri gibidir.” Peygamber (s.a.v.), şöyle buyurmuştur: “Musibete uğramış kimseleri gördüğünüzde ağlayın. Ağlayamazsanız, ağlamaya çalışın.“ 16
Ebû Nasr es-Serrâc17 (rh.a.) şöyle demiştir: “Semâ ehli üç kısımdır: Bir kısmı, semâda Hakk’ın hitabına mazhar oluncaya kadar semâ ederler. Bir kısmı, hâllerinin, makamlarının ve vakitlerinin muhatabı oluncaya kadar semâ ederler; onlar ilme bağlıdırlar ve bundan dolayı işaret ettikleri şeylerde doğruluğu, sadâkati talep ederler. Bir kısmı ise her türlü bağlarını koparmış, kendilerini soyutlamış fakirlerdir/dervişler ki onlar, kalplerini dünya sevgisiyle, onu almakla ve geri çevirmekle kirletmezler. Onlar, kalplerinin temizliğiyle/samimiyetiyle dinler ve semâ onlara layıktır. Onlar insanlara; selâmete en yakını, fitneden en uzak olanıdır. Dünya sevgisiyle kirlenmiş her kalbin semâsı ise nefsânîdir, zorlamadır ve yükten başka bir şey değildir.”
Hâli zayıf olan kişi semâya ihtiyaç duyar, kuvvetli olan ise bu türden şeylere ihtiyaç duymaz. Musri şöyle demiştir: “Kendisini rahatsız edecek, zor duruma düşürecek bir şeyi isteyen kimsenin hâli ne düşüktür! Hayatım üzerine yemin ederim ki çocuğunu kaybeden anne, ağıtçı kadına ihtiyaç duymaz.”
Semâ, bir grup için gıdadır, bir grup için devadır, bir grup için hastalık ve bir grup için de sakinleştiricidir. Ebû Abdurrahmân es-Sülemî18 şöyle demiştir: “Vecd, bir grup için fazlalık ve lüzumsuz iken, başka bir grup için eksiklik olabilir. O silah gibidir; onunla Allah yolunda cihad da edilir, evliya da öldürülür! Güneş de tıpkı öyledir; bir şeye iyi gelirken, başka bir şeye iyi gelmeyip bozabilir.”
Semâ, semâ yapan kişiye göre değişir. Sufilerden biri, bir gün semâ ederken “Ey yaban kekiği, beni arındır!” diye bağırmış ve kendinden geçmişti. Bu durum, kendisine sorulduğunda ise şöyle cevap vermişti: “Sandım ki ‘Rahat ol, görürsün, takatin kesilir’ diyor.” Şiblî (rh.a.) de bir keresinde semâ ederken şu şiiri okumuştu:
Leylâ’yı arıyorum. Onun evinin yerini bilen,
bana ondan haber verecek kimse var mı?
Bunun üzerine bir sayha attı ve şöyle dedi: “Hayır! Vallahi iki cihanda da ondan haber verecek kimse yoktur.” Subeyhî19 şöyle demiştir: “Vecde gelen kimse eğer gerçekten vecde gelmişse, vecd hâlinde iken korunur. Hiçbir dil, onun hâlini kötüleyemez.” Taat, zahirî sıfatların sırrı olduğu gibi vecd de bâtını sıfatların sırrıdır. Zahirin sıfatları, hareket ve sükûn; bâtının sıfatları, hâller ve ahlâktır.
Semâ esnasında düşen hırkanın hükmü: Eğer birisinin desteğiyle hırka düşecek olursa, o hırka cemaate aittir. Gazelhânların gazeli ve şiir söyleyenlerin şiiri sebebiyle düşerse: Eğer cemaat yoksa sadece gazelhanlara aittir; eğer cemaat varsa, şeyhlerin bu konudaki fikirleri farklı farklı olmuştur: Bazıları, gazelhâna mahsus olduğu görüşündedir. Çünkü bunun sebebi gazelhânın okuduğu şiirler sebebiyle semâ eden kişinin sırrında vecde gelmesidir. Bazıları da o hırkanın cemâate ait olduğu görüşündedir. Bu konuda gazelhân, cematten biri gibidir ve oraya inen bereket, sadece gazelhânın sözleri nedeniyle inmemiştir. Peygamber (s.a.v.), Bedir savaşında: “Şurayı tutan şu kadar, savaşan şu kadar, esir alan şu kadar ganimet alacaktır.” buyurunca gençler hemen koşuştular. Yaşlılar ve ileri gelen sahâbiler, sancağın yanında durdular. Allah, Müslümanlara fetih ve ganimet nasip edince, gençler bunun kendilerine verilmesini istediler. Yaşlılar ise şöyle dediler: “Biz, size arka çıktık ve sizlere örtü olduk, sizleri koruduk. Bizi bırakarak ganimetleri götürmeyin.” Bunun üzerine Allahu Teâlâ, şu âyeti indirdi: “Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki; ganimetler Allah ve Rasûlü’ne aittir.“ 20 Peygamber (s.a.v.), ganimeti aralarında adaletli bir şekilde dağıttı.
Düşen hırka konusunda, bir başka görüş de şudur: “Gazelhan, cemaatten biri ise hırkayı alma konusunda onlardan birisi gibidir. Eğer cemaatten değilse -hırkanın gazelhana tesir edecek bir kıymeti olmadığından-, dervişlerin hırkasından ona bir hisse düşmez. Hırkaya, dervişler daha layıktır.” Bazıları da şöyle der: “Gazelhan ücretle tutulmuşsa, ona hırkadan bir pay yoktur. Gönüllü ise, uygun olan neyse o yapılır.”
Bütün bunlardan sonra, şöyle diyebiliriz: “Semâ anında düşen hırkanın farklı hükümleri olabilir. Fakat esas olan şudur: Sûfîler, semâ ettikleri müddetçe hırkayla ilgilenmezler. Vakit sona erdiğinde, semâ bittiğinde hırka ortaya toplanır. Orada muhip (gönlü tarikate ısındırılmak istenen kimse) varsa, o anın bir gereği olarak, karşılık beklemeden ve kimseye duyurmadan ona o hırkayı hediye etmek gerekir. Eğer hediye ilan edilir veya bir karşılık beklenirse, böyle bir davranış hırkanın ve hırka sahiplerinin haklarını hafife almak anlamına gelir. Eğer orada hüküm yetkisine sahip bir şeyh varsa, bu durumda hırka hakkında hüküm vermek şeyhe aittir. Hırkayı cemaate taksim etme, değiştirme ve sahiplerine iade etme gibi kararlar ona arz edilir.
Şamlılar, her dervişin kendi hırkasını almasının daha doğru olduğunu söylerler. Sûfîlerin çoğunluğu, bu görüşü kabul etmemiş ve şöyle demişlerdir: “Eğer hırka, birisinin desteğiyle veya tekellüfle yani zorlamayla düşmüşse, o hırkayı sahibine vermek daha doğrudur.” Şeyhlerin çoğunluğu, yardım alarak hırka atmayı hoş görmezler. Çünkü onda, hakikate aykırı bir zorlama söz konusudur. Orada hüküm verecek bir şeyh yoksa, duruma göre karar verirler ve bunu ertelemezler. Teberrük etme dışında, hırka yırtıp dağıtmak hoş karşılanmaz. Düşen hırkadan yama yapanların, kendilerine fazla bir pay almaları doğru değildir. Herkes kendi nasibini almalı ve kimse mahrum bırakılmamalıdır. Kimseyi atlamadan, orada olan herkese bölüştürülür. Çünkü ganimet, olaya şahit olan herkesin hakkıdır. Onlarla birlikte gelen muhiplere de hırkalardan verirler.
Peki, bu nasıl taksim edilir? Bu hususta şeyhler ihtilaf etmiştir: Bir kısmı, miras ve ganimet taksiminde olduğu gibi, üstünlüğe göre dağıtılması gerektiğini söylemiştir. Bir kısmı ise şöyle demiştir: “Eğer şeyh taksim ederse, bunu üstünlüğe göre yapmalı, kendi aralarında paylaşırlarsa eşit olarak paylaşmalıdırlar. Hırkada, bir hak sahibinin hakkından feragat etmesi evlâdır. Düşen hırka, muhiplerden birinin ise onu satmak veya parçalamaksızın gazelhana vermek daha doğrudur.”
1 Mâide, 5/83.
2 Zümer, 39/18.
3 Rum, 30/15.
4 102/720’de vefat etmiş’imam ve müfessir.
5 Tefsîm Kurtubî, 1/11.
6 Müzzemmil, 73/12,13.
7 Nisa, 4/41.
8 Semânın kelime anlamı dinlemek, demektir. Sûffler, eskiden beri ilâhî âlemin sesini duymak, ilâhî âleme kulak vermek için semâ yaptıklarını söylerler.
9 Şiblî ve Ruzbârf nin sohbetine katılmış, pek çok ilim ve hâl sahibi Horasan şeyhlerindendir. Vefatı 367/977’dir.
10 Ebû Osman el-Hîrî’nin müridlerinden, hadis de rivayet etmiş şanı büyük bir sûfî. Vefatı 366/976’dır.
11 Şuarâ, 26/218.
12 Ahkaf, 46/29.
13 Tâhâ, 20/108.
14 Tevazu ve edep sahibi, sûfflerin büyük tanıdıkları şeyhlerden bir olup, 299/911 ‘de vefat etmiştir.
15 “Cellâ” olarak adlandırılan, marifet ve muhabbet konularına önem vermiş Şam şeyhlerindendir. *
16 İbnMâce, Sünen, H/1403.
17 Tasavvuf klasiklerinden ilki sayılan “Lüm┑ isimli eserin sahibi, zühd ve fü-tüvvet ehli bir sûfî. Vefatı 378/988’dir.
18 412/1021’de vefat etmiş tefsir, tasavvuf, hadis ilimlerinde eser sahibi, büyük şeyhlerdendir.
19 Ebû Abdullah es-Subeyhî: Basra ehlinden verâ sahibi bir âlimdir.
20 Enfal, 8/1.