MEVLÂNÂ’NIN DÜŞÜNCE DÜNYASININ SİYASAL VE TOPLUMSAL BOYUTLARI

MEVLÂNÂ’NIN DÜŞÜNCE DÜNYASININ SİYASAL VE TOPLUMSAL BOYUTLARI

Ergin Ergül

Giriş

Türkiye kültürünün dayandığı zengin tarihî birikimde, çoğulculuğu, insancıllığı ve hoşgörü idesini kurumsallaştırarak, bir toplum projesine ve eylem kılavuzuna dönüştürülmesi sürecine katkı yapan birçok düşünür vardır (Kula, s.593)1.

Bizim Mevlana olarak bildiğimiz, Batı dünyasının ise Rumi ismiyle tanıdığı, büyük mutasavvıf düşünür ve bilge Mevlana Celaleddin-i Rumi Türk-İslam düşüncesinin en büyük ve evrensel isimlerinden biridir.2

O aynı zamanda, Hilmi Ziya Ülken’in isabetli tespitiyle, Anadolu’daki kültürümüzün unsurları arasında büyük bir kaynaşma ve birleşme temin eden derin bir ruh ve hamle adamıdır (Yücebaş, s. 10).

Mevlana’nın hayatına baktığımızda, onun yaşadığı dönemde refah ve istikrar olarak derin iniş ve çıkışlar olsa da, Anadolu’da düşüncelerini ifade etmesine elverişli, dini ve kültürel bakımdan çoğulcu, siyasi bakımdan hoşgörülü bir iklim olduğunu görüyoruz. Bu ortam Mevlana ailesi gibi İslam dünyasının her tarafından bilgin, düşünür ve mutasavvıfları Anadolu’ya çeken bir faktör olduğu anlaşılmaktadır.

Mevlana eserlerinde döneminin olaylarına takılı kalmayarak, zamanının gündelik hadiselerinden ziyade, bunların insan doğası ve toplumsal nitelikleri ile ilgili evrensel ilkelerine atıfta bulunmaktadır. Onun eserlerine günümüz sosyal bilimleri perspektifinden bakıldığında, çağdaş hukuk ve siyaset gündeminin birçok konusuna değinildiği görülmektedir. Onun zengin düşünce dünyası ve hayatı derinlemesine incelendiğinde, insanlığın günümüzde karşı karşıya kaldığı birçok sorunun çözümü için ilham kaynağı olabilecek tespit ve önerilerle karşılaşılmaktadır.

Ancak, geçmişteki parlak Türk-İslam medeniyetinin fikri planda kurucu şahsiyetleri olan Mevlana’nın ve benzeri manevi ve fikri önderlerin düşüncelerini günümüze taşımak için her şeyden önce onlara bakışımızın, tarihi bir hatıra görmekten ziyade, siyasi, onları sosyal ve güncel konularda yol gösterici, ilham verici bir kılavuz ve düşünür olarak değerlendirmeye dönüşmesi gerekir. Ancak bu takdirde onların uçsuz bucaksız düşünce dünyasından, kıyısız bilgelik okyanusundan her alanda çok daha iyi yararlanabiliriz.

Mevlana’nın yaşadığı dönem (1207-1273) 13’üncü yüzyıla denk düşmektedir. Bu yüzyıl özelde Anadolu ve İslâm dünyasının, genelde bütün Asya ve Avrupa’nın zor bir çağıydı. Bu dönemde Anadolu ilk olarak Batı’dan gelen Haçlı tehdidine karşı olağanüstü bir varoluş mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. Ardından Türkiye Selçuklularının taht kavgaları, iç  isyanlar  ve  bunu  takip  eden  Moğol  işgali  ve  Selçuklu Türkiye’si üzerindeki vesayeti, Anadolu’da istikrarsız bir siyasi ortamı, bozulan bir sosyal yapıyı ve halkta da ümitsizlik ve çaresizliği doğurmuştu. Dikkatli bir gözle bakıldığında Mevlana’nın eserlerinde, bütün bu gelişmelerin yansımaları ve Mevlana’nın bu kaotik durumdan çıkış için önerdiği kurtuluş çareleri görülebilir.

Onun gündelik siyasi çekişmelerden uzak kalmakla birlikte, halkın, ümmetin ve insanlığın sorunlarını adaletsizlik, kötü yönetim, ayrımcılık, baskı, şiddet, aşırılık ve yolsuzluk gibi sebeplerle açıklaması ve çözüm olarak, adalet, özgürlük, eşitlik, sevgi, kardeşlik, birlik, insanlık onuruna saygı, hoşgörü vb. evrensel insanlık değerlerini öne çıkarması, onun engin düşünce dünyasını günümüzün siyasi ve sosyal sorunlarının çözümünde de adres yapmaktadır.

1.  Mevlana’nın Devlet ve Siyasi İktidara Bakışı

1.1. Siyasi Meşruiyetin Kaynağı

Mevlânâ’ya göre, iktidar ya zora dayanan veya toplumun benimsediği yani rızaya dayanan bir iktidar olabilir. O, zora dayanan iktidarı kalpsiz, ruhsuz ve gözsüz olarak niteler ve böyle bir iktidarın sürdürülemeyeceğini açıkça vurgular. Ona göre, Mutlak iktidar yaratıcıya ait olmakla birlikte, Dünya’da siyasi iktidarın kaynağı halktır ve halkın rızası ile iktidara gelinir ve devamlılığı sağlanabilir. Halk iktidarı koşullu olarak, iktidar sahiplerine adaleti yani hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmeleri koşuluyla ve ödünç olarak yani söz konusu koşulu yerine getirdikleri süreyle sınırlı şekilde verir. Diğer bir ifadeyle, Mevlânâ siyasî meşruiyetin kaynağını, günümüzdeki anlayışa uygun şekilde halkın rızasına bağlar (Ergül, 2015,S. 94). Ona göre, iktidar sahipleri hukukun üstünlüğünden saptıklarında, halka karşı sorumluluk ve yükümlülüklerini yerine getirmedikleri takdirde, halk iktidarı bir borcunu geri alır gibi geri alma hakkına sahiptir. O bu konuda şöyle buyurur:

Adil olmayan iktidarın, hiçbir gücünün olmadığını gör! Zorla sürdürülen iktidar kalpsiz, ruhsuz ve gözsüzdür. Halk sana verdiği iktidarı bir borcunu geri alır gibi alacaktır. Ödünç aldığın iktidarı Allaha ver de (yani halka adil ve hukukun üstünlüğüne uygun şekilde davran da), O sana herkesin kabul ettiği bir iktidarı bağışlasın (Mesnevi, IV/2775; Meyerovitch, s. 1009).

1.2. Siyasi İktidarın Varlık Nedeni ve Görevi

Mevlânâ Mesnevi’de devlet ve hükümetin varlık nedeni üzerinde de durur. Ona göre devletler ve hükümetler, toplum için, onun huzur, güvenlik ve refahı için vardır. O yöneticilerden, yönetilenlerin ilahî adalet için el açıp, yakarmak zorunda kalmayacakları adil bir yönetimi gerçekleştirmelerini ister. Allah’ın Dünya iktidarını bu amacı gerçekleştirmeleri, evrendeki mutlak ve kusursuz ilahi adaleti, toplumsal alana yansıtmaya çalışmaları için onlara verdiğini söyler. Adil devletin/yönetimin sınırlarını ise oldukça geniş şekilde çizer. Devletin görevinin, kişilerin maddi refah ve güvenliklerini sağlamanın ötesinde, onların gönüllerinin incinmesine neden olabilecek her türlü adaletsizlikten, hak ihlalinden kaçınmak olduğunu vurgular. Ona göre, bir devlette, insanlar haklarını, idari ve yargısal yollarla elde edemiyor, siyasi iktidar ve hukuk sistemi haksızlıkları önleyemiyor, dolayısıyla insanlar ilahi yardım için ellerini semaya dua için açmak zorunda kalıyorlarsa, iktidar sahipleri görev ve misyonlarını yerine getiremiyor demektir.

O bütün bu görüşleri hukukçuların ve yöneticilerin piri, adalet sembolü Süleyman Peygamberin ağzından şöyle dile getirir:

Allah bize, devleti/iktidarı/gücü; halk bunalıp ta göklere el açmasınlar, şikâyetçi olmasınlar, ağlamasınlar diye verdi.! Zulüm görenlerin, ağlayanların ahının göklere yükselmemesi, gökyüzünün, yıldızların mustarip olmaması, Yetimlerin iniltilerinden, feryatlarından arşın titrememesi ve hiç kimsenin zulüm hastası olmaması, şiddetle gönlünün yaralanmaması için, ilahî düzen bize iktidarı verdi.

Göklere bir tek Ya Rabbi çığlığı yükselmesin diye, ülkelerde yasayı (hukukun üstünlüğünü) tesis ettik. Ey mazlum gökyüzüne yönelme, çünkü bu geçici dünyada göksel bir kralın var (Mesnevi, III/4639; Can, 2003; s. 365Meyerovitch/ Mortazavi, s. 818).

Görüldüğü üzere, ilk beyit devletin düzen, güvenlik adalet ve refah gibi temel alanlardaki pozitif görevlerine işaret etmektedir. İkinci beyit, haksızlığa uğrayanların, mağdurların haklarının verilmesi, ceza adaletinin sağlanması gereğine işaret etmektedir.

Üçüncü beyit, yetimler üzerinden zayıf ve korumasız gurupların korunması, ihtiyaçlarının karşılanması ve meşru şiddet tekeline sahip devletin bu yetkisini suiistimal etmemesi ile vatandaşların hak ihlalleri ile karşılaşmaması için önleyici politika ve mevzuatın oluşturulması gereğine temas etmektedir. Son iki beyit ise hukukun üstünlüğü ilkesi ile hak arama hürriyetini çağrıştırmaktadır.

Modern anlayışa göre; devletin kuruluş amacı, insanların güvenliklerinin sağlanması, adaletin temini, bireylerin hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasıdır (Aktan, 1997/1, s. 38).Görüldüğü üzere, Mevlana düşüncesinde de, aynı temel öğeleri içeren benzer bir yaklaşım söz konusudur.

1.3. Mevlana’da Hukukun Üstünlüğü İlkesi

Hak ve adaletin gözetilmediği toplumlarda, huzur ve güven duygusundan söz edilemez. Buna bağlı olarak adli, idari, siyasî, sosyal, iktisadî ve ahlâkî bütün ilişkiler etkilenir ve bozulur. Bu ilişkilerin bozulması ise toplumsal düzen, huzur ve barışın zarar görmesi demektir.

Günümüzde siyasi iktidarın meşruiyeti açısından en fazla göz önünde tutulan ilke hukukun üstünlüğü/hukuk devleti ilkesidir. Aslında, bireylerarası ilişkilere uygulandığında adalet dediğimiz ilke, devletle birey ilişkisine ve bundan doğan sorunlara uygulandığında hukukun üstünlüğü ilkesi adını almaktadır (Türkbağ, s. 211). Mesnevî incelendiğinde, Mevlânâ’nın adalet ve adaletsizlik kavramlarını kullanırken genelde devlet yöneticilerini muhatap aldığı göz önüne alındığında, bu kavramların günümüzde hukukun üstünlüğü ile insan hakları kavramlarına denk geldiğini değerlendirmek gerekir.

Adalet kavramı Mevlânâ’nın en sık gündeme getirdiği, Mesnevî’nin tümüne hâkim olan temel kavramlarından biridir. Mevlana’nın övdüğü, gerçekleşmesini istediği “Adalet Devleti”, bugün kullandığımız terimle “Hukuk Devletidir” (Hatemi, s. 33).

İnsanlar genelde adaletsizliğe uğramaktan şikâyet ederler. Mevlana uyarır, “eğer adil olursan, adalet bulursun” (Sarıoğlu, s. 134). Hile, komplo ve hukuk dışı yöntemlerle sonuç almak isteyenlere de hatırlatır: “Eğer hile yaparsan, eline bir şey geçmez.” (Sarıoğlu, s. 134).

Hukuk devletinde amaç adalet, hukuk devleti de araçtır. Adalet ise, günümüz anlayışına göre, hakları ve ödevleri gerektiği gibi paylaştırmak, herkese hakkı olanı vermektir (Akıllıoğlu, s. 37). Mevlânâ’nın Mesnevî’de yaptığı adalet tanımları da yukarıdaki evrensel tanıma uygun tariflerdir. Buna göre:

Adalet nedir? Bir şeyi yerli yerine koymaktır. Zulüm nedir. Bir şeyi layık olmadığı, kötü bir yere koymaktır (Mesnevi, VI/2596; Meyerovitch/ Mortazavi s. 1537; Can, s. 522; Karaismailoğlu, 2004, s. 565).

Adalet nedir? Ağaçlara su vermektir. Zulüm nedir? Dikene su vermektir. Adalet, bir nimeti yerine koymaktır. Her su emen kökü sulamak değildir. Yani hakkı hak sahibine vermektir. Bir şeyi lâyık olmayana vermek ise zulümdür. Zulüm nedir? Bir şeyi konmaması gereken yere koymak. Bu hâl de sadece belâya (felakete) kaynak olur” (Mesnevi, V/1085-1090; Meyerovitch/ Mortazavi, s. 1153).

Mevlânâ “Mecâlis-i Seb’a” kitabında anlatır:

Bütün varlıkların emrine verildiği Süleyman Peygamberin yönetimi sırasında, bir gün rüzgâr buyruğu dinlemeyip yaşlı bir kadının un dağarcığını devirip ununu dökmüştü. Kadın Hz. Süleyman’a gelerek, senin hükmün altında olan rüzgâr benim un dağarcığıma eserek unumu döktü. Unumun hakkını rüzgârdan al ya da rüzgârın terbiyesini ver de bir daha dul kadınlara ilişmesin. Süleyman dedi, hem rüzgârın terbiyesini veririm, hem de senin zararını tazmin ederim. Gidin benim sepet örme kazancımdan yaşlı kadının ununun karşılığını verin ve rüzgârı zindana atın (Gölpınarlı, 2010, s. 57).

Bu hikâye dikkatlice ve hukukçu gözüyle incelendiğinde görülür ki, Süleyman Peygamber ülkesinde herkesin hak arama hürriyetini kullanmasına imkân veren bir ortam ve herhalde yazılı yasal bir çerçeve oluşturmuştur. Nitekim yaşlı bir kadın dahi çekinmeden, rahatlıkla şikâyetçi ve davacı olarak en üst yöneticinin huzuruna gelebilmiştir. Süleyman peygamber emrinde ve hizmetinde olan herkese yasalara aykırı fiilleri nedeniyle hesap verme sorumluluğu getirmiştir. Kimsenin yargı bağışıklığı ve dokunulmazlığı yoktur.

Yaşlı kadın rüzgârın cezalandırılmasını (ceza davası) ya da zararının tazmini (hukuk davası) ister. Süleyman Peygamber, iki davayı da kabul eder. Hem rüzgârı mahkûm ederek cezaevine koydurur. Hem de zararının tazminine karar verir. İlginç olan ve hukukun üstünlüğü ilkesini de aşan ileri bir uygulama ile yürütmenin başı olarak, rüzgârın yasaya aykırı fiilinden kendini sorumlu görerek zararın karşılığını devlet hazinesinden değil, kendi kişisel malvarlığından öder.

Davacı yaşlı, yoksul ve dul bir kadındır. Onun hakkının en hızlı ve adil şekilde teslim edilmesi, günümüzde gündeme gelen mağdur hakları, kadın hakları, zayıf ve hassas grupların korunması ve yeni yeni gündeme gelmeye başlayan yaşlı hakları kavramlarını çağrıştırmaktadır.

Mevlânâ aktardığı bu hikâyeye getirdiği yorumda, hem döneminin hem de daha sonraki zamanların siyasetçilerinde ve yöneticilerine şu uyarıyı yapar: “Bilin ki yükümlü ve emre muhatap olmayan rüzgâr bile, yaşlı bir kadının hakkı için hapsedilirken, Kuranda bugün hükümdarlık kimindir buyuran adalet, yaşlıların, gençlerin yüreklerini yakıp kavuran zalimleri kendi haline bırakmayacaktır.”

Mevlânâ “Yedi Meclis” kitabında Arapça bir şiire yer verir: Devlet adamı ve bürokratları hıyanete düşer de Yeryüzünün yargıcı yanlış hüküm verirse

Göğün yargıcı karşısında, o yargıcın…

Vay haline, vay haline, vay! (Kırlangıç, 2010, s. 95).

Görüldüğü üzere, burada Mevlana hukuku çiğneyen devlet adamı ve yöneticilerin fiillerinden dolayı, adalet önünde hesap vermesi gereğinin yanısıra yargının da bağımsız ve tarafsız şekilde görevini yaparak etkili bir soruşturma ve adil bir karar verme gereğine dikkat çekmektedir.

Hz. Ömer’e gelen Bizans elçisine ilişkin hikâyesinde de, devlet başkanının mütevazı yaşantısını vurgular;

Elçi, Ey insanlar! Halifenin sarayı nerededir, atımı ve eşyalarımı oraya götüreyim.

İnsanlar, onun sarayı yoktur, Ömer’in sarayı aydınlık bir ruhtur.

İnananların devlet başkanı olduğundan, ününe rağmen onun sadece bir kulübesi vardır (Mesnevi, I/1391-1393).

Bütün bunlar göstermektedir ki, hukukun üstünlüğüne dayanan bir rejim kendini güvende hissedecektir. Tersine baskı ve keyfiliğin hâkim olduğu bir ülkenin rejimi ve yöneticileri her an iktidarın ellerinden kayacağı kaygısıyla derin bir güvensizlik içinde olacaklardır.

Mevlânâ günümüzde hep tartışılan hukukun üstünlüğü ilkesi ile güvenlik ikilemine de temas eder. O, aralarında çelişki değil, aksine birbirini tamamlayıcılık gördüğü hukukun üstünlüğü (adalet) ve güvenliği birlikte zikreder: “Şu devrin şaşılacak büyükleri olur, yeryüzüne adalet ve güvenliği yayarız” (Mesnevi, I/3424; Caferi, s. 109).

Günümüzde güven bunalımı ve güvenlik sorunları çağdaş uygarlığın en önemli sorunlarından biri hâline gelmiştir. İnsanlar birbirine güvenini yitirdiği gibi, toplumlar da birbirine güvenini yitirmiş durumdadır. Güven kaybının temel nedeni ise, adalet, eşitlik, özgürlük ve dürüstlük gibi temel erdemlerin göz ardı edilmesidir.

Ulusal ve uluslararası alanda adalet ortamının, hukukun üstünlüğünün egemen olmasının, terör dâhil her türlü güvenlik problemine ortam hazırlayan adaletsizlik, zulüm, haksızlık ve insan haklarının ihlali ihtimalini en aza indireceği konusunda şüphe yoktur. Mevlânâ Büyük Sufi İbrahim Edhem’in Belh sultanlığı sırasındaki hayatından bahsederken şöyle der:

Muhafızları çatılarda kendisine korumalık yaparken o sultan geceleyin tahtında uyuyordu. Bu sultanın gayesi, muhafızları vasıtasıyla hırsızları, kötü kişileri engellemek değildi. Çünkü o biliyordu ki, adil insan saldırı korkusu yaşamaz ve gönlü güvende olur. Gerçek muhafız, şahsın adaletidir, yoksa çatılarda dolaşan korumalar değil (Mesnevi, IV/727, Meyerovitch/ Mortazavi, s. 880).

Günümüzde bile Dünya’da devletler, yöneticiler zaman zaman güvenlik gerekçesiyle insan hakları ihlaline yol açabilen hukuki düzenlemelere ve uygulamalara başvurabilmektedirler. Ancak, insanlık soğuk savaş sonrası dönemde insan haklarına saygının uzun vadede hem siyasî rejimlerin varlığını sürdürebilmesi, hem uluslararası güvenlik ve istikrarın sağlanması için ön koşul olduğunu fark etmiştir. Buna rağmen 11 Eylül şoku en demokratik rejimlerde bile güvenlik mülahazalarını insan haklarına saygının önüne geçiren düzenleme ve uygulamalara yol açmıştır. Bu yaklaşım, demokratik ülkelerin kamuoylarından sivil toplum örgütlerinden tepki almış AİHM kararlarında mahkûm edilmiştir. Bilindiği üzere, eski dönemlerde devletin başındaki sultan, padişah veya kralla devlet özdeşleştirilmekteydi. Bu nedenle Mevlânâ’nın “Gerçek muhafız, şahsın adaletidir, yoksa çatılarda dolaşan korumalar değil!” ifadelerini, “devletin varlığını sürdürmesini sağlayacak olan hukukun üstünlüğü ilkesine ve insan haklarına saygılı bir yönetim sistemidir, yoksa sayıca fazla, suç ve suçlulara karşı iyi örgütlenmiş, herkesi izleyen ve korku salan bir güvenlik ve istihbarat yapılanması değil” diye anlamak gerektir. Çünkü adil olmayan bir rejim kendine güvensiz olacak, temel hak ve özgürlüklerin barışçıl kullanımını bile tehdit olarak algılayacak, olaylara sorunlara sırf güvenlikçi bir yaklaşımla müdahale edecektir. Bu ise gerçekte, özellikle uzun vadede rejimin ve yöneticilerin halkın desteğini kaybetmelerinden başka bir sonuç doğurmayacaktır (Ergül, s. 98).

Öte yandan, Mevlana eserlerinde günümüzde hukuk devletinin gereklilikleri içerisinde değerlendirilen bağımsız ve tarafsız bir yargının varlığı, insan haklarına dayalı ceza adaleti ilkesi ve bu bağlamda suç ve cezada orantılılık, ceza sorumluluğunun şahsiliği gibi ilkelere de değinir.3

1.4. Mevlana’nın Özgürlük Anlayışı

Özgürlük ve adalet bütün insanların tüm zamanlardaki temel ve evrensel arayışıdır. Ancak ikisinin de varlığı, insanları iki kanatlı kuş gibi amaç ve özlemlerine ulaştırabilir. Bu nedenle Mevlânâ bireysel düzeyde en ileri özgürlüğün, sosyal planda da en ileri adaletin savunucusu olarak gözükür. O, söylemiyle, yaşayışıyla gerçek bir özgür ruhtur. Zaten kendini hür bir deniz” olarak tarif eder:

“Ben bir denizim,

Kendi varlığı içinde taşan, Uçsuz bucaksız, Alabildiğine geniş,

Kıyısız, hür bir deniz.” (Kadir, s. 117) İnsanların dedikodusu ile rahatsız olmam, Kimseden de korkmam,

Kafes azığına ihtiyacım yok; özgür bir kuşum ben (Şimşekler, 2013, s. 24).

Bir gazelinde ise şöyle der:

“Kimsenin buyruğuna girmeyen bir özgürlük ülkesi, ne hoş!” (Pala, s. 59). O, diğer yandan,

Ey oğul, zincirlerini kır, özgür ol, (Mesnevi, I/19; Meyerovitch/ Mortazavi, s. 54).

Selvi gibi, süsen gibi hür olun (Mesnevi, VI/4542; Caferi, s. 653).

Yeryüzünde at gibi hür yürü! (Mesnevi, VI/323; Caferi, s. 545; Meyerovitch/ Mortazavi, s. 1398);

Aşağılık kişinin peşine düşmemeyi şiar edindik biz (Kadir, s. 77). diyerek bireyleri hür insanlar olmaya, özgür hareket etmeye, zihinleri-

nin doğal özgürlüğünü ezdirmemeye teşvik eder. Çünkü Nurettin Top-

çu’nun ifadesiyle, “kayıtlardan kurtulan tam manasıyla hür adam, onun aradığı ideal insandır.”

Yine o şu çarpıcı tespitleri yapar:

Kitleler için taklidin gücü ne kadar büyüktür! (Mesnevi, I/371; Meyerovitch/ Mortazavi, s. 75).

Otoriteyi körü körüne takip etmeden (yani taklitsiz) bakmayı alışkanlık edin. Kendi aklının görüşüne göre düşün! (Mesnevi, 6/3344; Nicholson, c. VI, s. 264).

Mevlânâ bu ifadelerle kitlenin içinde güdülen bir birey olmamayı, özgür ve özgün düşünmeyi önerir.

O, her şeyin değerini hürriyet içinde yapılmasında aramıştır. Hürriyeti insanın iç âleminde görmeye çalışan Mevlânâ, sahte ve geçici bağlarla bağlanmanın insanın hürriyetini zedeleyeceğini savunmuştur. İç ve dış bağlardan sıyrılma şeklinde tanımladığı hürriyetin düşünce için çok önemli bir değer olduğunu görmüştür (Usta, t.y.). Dolayısıyla, iç dünyasında hür olmayı başaramamış bir insanın dışsal özgürlüğüne yönelik baskılara cesur bir şekilde karşı çıkamayacağını, gerek kendisinin gerek başkalarının hak ve özgürlüklerini savunamayacağını açıklıkla ortaya koymuştur.

Mevlânâ, hukuk alanında özgürlüklerden yana ve yasaklara karşı bir duruş sergiler. Esas olan serbestliktir. Bir yasaklama insanların yasaklanan şeye karşı daha çok ilgisini uyandırıyor, yasaklamadan amaçlanan sonuç gerçekleşmeyecekse, o konuda yasak getirmek yarardan çok zarar verecektir. O bu gerçeğe şöyle vurgu yapar;

Yasaklanan şeyden kim kaçınır, insan kendine yasaklanan şeyi yürekten arzular (Mesnevi, IV/3659; Meyerovitch/ Mortazavi, s. 1604).

Yapmaetme demek isteği artırır, ancak; başka işe yaramaz (Gölpınarlı, 2009, s.75).

Nitekim geçmişte, dini, siyasî, dilsel ve kültürel alanlarda uygulanan yasaklayıcı politikaların, etkileri günümüze uzanan ne kadar çok soruna yol açtığı veya çok kolay çözülebilecek sorunları nasıl daha da zor hale getirdiği bilinen bir gerçektir.

1.5. Düşünce ve İfade Özgürlüğüne Bakışı

Mevlânâ düşüncenin değerini “sen ancak düşünceden ibaretsin”, “insan düşünceyle insan sayılır, değer kazanır” gibi çarpıcı ifadelerle vurgular. Her türlü gelişmenin, ilerlemenin, başarının kaynağını düşünceye bağlar. Onun “Sen yalnız duyuş ve düşünüşten ibaretsin! Geri kalanların ise sadece et ve kemiktir” diyerek ifade ettiği “insan eşittir düşünce” anlayışı, düşünce ve ifadenin önünde engel ve yasakları dışlayan “özgürlük eşittir düşünce ve ifade özgürlüğü” formülüne götürür. Mevlânâ hukuki açıdan kesin bir şekilde düşünce suçunu kabul etmez. Ona göre;

Düşünceden dolayı suçlanmak yoktur.4 İnsanın içi özgürlük dünyasıdır. Düşünceler latiftir, ona dayanarak hüküm verilemez.

Düşünceler içte oldukça onların, adları, sanları ve işaretleri yoktur. Hiçbir hâkim var mıdır ki, sen içinden böyle ikrar ettin veya şöyle sattın ya da içinden böyle düşünmediğine yemin et desin. Diyemez. Çünkü bir kimsenin içi üzerine hüküm verilmez. Düşünceler özgür kuşlar gibidir (Ambarcıoğlu, s. 135).

Zararlı ve tehlikeli sayılan düşüncelerle mücadelenin en kesin yolu, açık ve serbest tartışma rejiminde bulunmaktadır. Zararlı ve tehlikeli düşünceler, kamuoyu önünde tartışılarak çürütülebildikleri ölçüde tehlike olmaktan çıkarlar (Yokuş,t.y.). Mevlana’nın perspektifinden ifade hürriyeti hakikati keşfedebilmenin, olgun insan olmanın, bireysel gelişimin, müziğin ve sanatın temelidir. Bu gerçeği, şöyle ifade eder:

Mademki insansın… Mademki duyuyor, düşünüyor ve seziyorsun… Büyük gerçeği bulmak için gönlünü ve idrakini yoracaksın! Duyduklarını ve bulduklarını söyleyeceksin. Sen söyleyemezsen, ruhunun eriştiği sırları sazlara ve semalara söyleteceksin!” (Banarlı, s. 219).

Mevlânâ en geniş ifade özgürlüğünü savunur. Nitekim bir rubaisinde “Mademki köle değilsin, padişah gibi seslen. Görüşlerini istediğin şekilde söyle!” (Can, 2008, s. 260) diye seslenir. Rubainin devamında insanı “hakikatin davulunu çalmaya” çağırır.

Görüldüğü gibi ona göre, görüşlerini istediği gibi ifade edemeyen kişi özgür bir birey olamaz. Düşüncesini, görüşünü ifade konusunda, özgür her insan bir padişah gibidir. Padişahın görüşünü ifade etmesine sınır koyacak birisi söz konusu olabilir mi?

Mevlana, ifade edilen düşünceyi akan suya benzetir. Değerini de suyun akmasına benzeterek, ifade edilmesinde görür:

Ey düşüncesi, ayağı bağlı kişi!

Harekette bir sır olduğunu sonunda gördün. Hareketle can sıkıntısı, rahatlığa dönüşür.

Kuyu ve ırmak suyu aktığı için değerlidir.

Mevlânâ bu söylemleriyle, düşünce ve ifade özgürlüklerini, günümüzde bu özgürlükleri kamu güvenliği ve düzeni, genel sağlık ve ahlâkın korunması gibi nedenlerle sınırlanmasına imkân veren insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelerin aksine mutlak haklar olarak kabul eder. Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddesi bağlamında ifade özgürlüğünün, sadece olumlu karşılanan veya zararsız görülen fikirleri değil, aynı zamanda devleti veya toplumun herhangi bir bölümünü kırıcı, şok edici veya rahatsız edici fikirleri de kapsadığını içtihadının da ilerisine geçmektedir. Onun gelecek çağlara da hitap ettiği düşünülecek olduğunda bunda şaşılacak bir durum da söz konusu değildir.

2.  Mevlana’nın Topluma ve Toplumsal Sorunlara Bakışı

2.1. Mevlana Düşüncesinde Çoğulculuk

Batı’da çoğulculuk ve tolerans denildiğinde 1260–1328 yılları arasında yaşamış Meister Eckhart adlı Alman teolog, filozof ve mistik, evrensel bir isim olarak öne çıkartılır (Kula, s. XXVIII). Oysa çoğulculuk, tolerans ve insan onuru gibi konularda Eckhart’tan önce yaşamış Mevlana (1207-1273) çok daha ileri görüşler ortaya koyar.

Mevlana birçok şiirinde çokluğun, farklılıkların güzelliğini dillendirir. Tekleştirmeye uğraşmak yerine, çokluğun yansıdığı tekliği fark etmeye çağırır. O çoklukta birliğin (kesrette vahdetin) en tanınmış temsilcisi olmuştur. Şöyle der:

İnananlar çok, ama inançları birdir. Işık gökteki güneşin aydınlattığı binaların avlularına göre yüzlercedir. Fakat duvarları aradan kaldırırsan, bu parça parça ışıkların hepsinin bir ışık olduğunu görürsün.

Bu ifadeler, bireylerin özgürlük ve özgünlüklerini kaybetmeden uyum içinde bir birlik oluşturabileceklerini göstermektedir. Ayrıca, onun dinî ve kültürel çoğulculuğu karşılıklı tükenmez bir zenginleşme kaynağı olarak gördüğü anlaşılmaktadır.

O bu düşüncesini, inancını sağlığında uygulama ve davranışlarıyla da göstermiştir. Bu yüzdendir ki cenazesinin ardından yalnız Müslümanlar değil, o sırada Konya’da yaşayan Hıristiyanlar, Museviler de gözyaşı dökmüşlerdir.

Onun öngördüğü toplumsal düzen de çoğulcudur, farklılıkları dikkate alır. Zaten, çoğulculuğun gerçekleşmediği bir toplumda adaletin gerçekleşmesi, hukukun üstünlüğünün tesisi mümkün olmaz. Bunun için günümüzde çoğulcu toplumlar büyük karışıklıklar, bunalımlar yaşamadan varlıklarını sürdürürken, tek tipliliği gerçekleştirdiğini zanneden yöneticilerin rejimleri, ülkeleri paramparça olmaktadır.

“Gerçek görüşle hepimiz, bir kişiyiz. Yaratılışınız da, diriltilişiniz de, ancak bir kişinin yaratılması, diriltilmesi gibidir. Kim daha fazla ilerdeyse, bu birliği o, daha fazla anlar” (Gölpınarlı, 1999, s. 19) ve “Mesnevi’miz, birlik dükkânıdır, birden başka ne belirirse puttur” buyuran Mevlânâ’nın birlik anlayışının iyi analiz edilmesi halinde siyasal bakımdan “Çok”un çoğul karakterini kaybetmeden nasıl “Bir” olacağının anahtarını bulmak mümkündür.

2.2. Değişim ve Reform

Dünyamız her an değişmede ve yenileşmededir; her an yeniden yaratılmaktadır. Yeni bir düşünceyi yakalayan insan zihni eski boyutlarına asla dönmez.

Toplumların ve devletlerin hayatiyetini sürdürmesi ve gelişmesinin yolu eski düşünce tarzlarını, kuralları ve kurumları bırakıp, yenilenmeden, değişimden, moda tabirle reformdan geçmektedir. Mevlanâ;

Eski satanların nöbeti geçti, benim pazarım yenilik pazarıdır.”5 Yeniyi istiyorsan, eskiden soyun!

Yeniyi ara, yeniyi ara: Çünkü yeni daha fazla zevk verir, neşe verir (Can, 2008, s. 136).

diyerek yenilikten ve değişimden yana olduğunu ortaya koyar.

Onun şu meşhur rübaisi, her alanda değişim ve gelişim arayışlarının yanı sıra hukuk ve kamu yönetimi alanında da değişim ve reform bağlamında özel bir anlam kazanmaktadır:

Her gün bir yerden göçmek ne iyi. Her gün bir yere konmak ne güzel.

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağızım,

Ne kadar söz varsa düne ait.

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım (Gölpınarlı, 1999, s. 297).

2.3. Toplumsal Hayatta Güven

Mevlânâ hangi dinden, ırktan, renkten olursa olsun, kadın-erkek, zengin-fakir ayrımı yapmadan insana değer vermiş, ona daima saygı duymuştur. O, inancından aldığı ilhamla, herkese ve her varlığa karşı derin bir anlayış, saygı ve müsamaha ile doluydu. Şahsiyetinde, eserlerinde ve tesirindeki evrenselliğin kaynağını, öncelikle burada aramak gerekir.

Onun hayatı, inançlarıyla, inançları da sözleriyle tam bir bütün, tam bir uyum oluşturur (Gölpınarlı, 1999, s. 191). O, “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!” diyerek, birlikte yaşamanın temel şartı olan insanî ilişkilerde ve toplumsal hayatta güveni yerle bir eden dalkavukluk, ikiyüzlülük, çok maskelilik ve kaypaklık gibi davranışlardan sakındırır. Kalp, lisan ve beden dilinin uyum içinde olmasını ister. Bir mektubunda şöyle buyurur: “Bütün dünya, sana karşı bir başka şekle girer, değişirse bile, sen kendi yolunda yürümeye bak; bir başka şekle girme; değişme” (Gölpınarlı, 1999, s. 101).

Onun bu düşüncesini Muhammed İkbal şu ifadelerle daha da açar: “İnsanlar riyakârlığa saygı gösteriyor ve övüyor. Ben riyakârlıktan elde edilen ün, saygı ve bağlılıktansa, unutulmuşluk içinde ölmeyi ve kimsenin ardımdan ağlamamasını tercih ederim” (İkbal, s.9).

Yine Mevlânâya göre, “Dağınıklık, perişanlık, insanların birbirleriyle anlaşamamaları, hep nifaktan, ikiyüzlülükten meydana gelir. Rahatlık, huzur, kutluluksa birlikten doğar. Bir ülkede birlik olmasa, o ülke perişan olur” (Can, s. 406).

2.4. Aşırılık ve Fanatizm

“Bir şeye sımsıkı sarılmak, bir şeyde taassup göstermek hamlıktır.”6 diyen Mevlânâ, Mesnevî’de sık sık ham insanlardan şikâyet eder;

Bu sözlerin izahı, yorum yapmayı gerektiriyor; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum. Zayıf akıllı ve dar görüşlüler, düşüncelerine yüz türlü kötü hayal getirirler (Mesnevî, I/2761-2766; Caferi, s. 92; Meyerovitch/ Mortazavi, s. 233).

Ham, olgunun halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam (Mesnevi, I/18; Meyerovitch/ Mortazavi, s. 54).

O bir şeyi, bir fikri körü körüne izlemenin kişiyi yanlışa sevk edeceğini belirtir: “Taklitten doğan bilgi canımızın vebalidir, iğretidir. Bizse o bizim malımızdır diye oturup kalmışız” (Can, 2009, II/3540, s. 355).

Mevlânâ her türlü fanatizmi en şiddetli şekilde eleştirmektedir. Mesnevî’deki hikâyelerden birinde, “haklı olmayan bir dava için hayatını verebilecek kadar fanatik olunabileceğini açıklamakta ve şöyle demektedir: “İnsan bazen öyle bir psikolojik hale gelir ki, bakar, fakat görmez; dinler, fakat işitmez” (Meyerovitch/ Mortazavi, s. 19).

2.5. Şiddet ve Terör

O, “Kin ve nefret duyguları kalpleri karartır. Barış dalgaları kalplerden kinleri atar; savaş dalgaları ise sevgileri altüst eder.” sözleriyle de, bir bakıma kolay ve ilkel olan kin ve intikamı değil, zor ve erdemli olan sulh ve kardeşliğe teşvik eder, sevgi duygusunun en yoğun ve güçlü şekli olan aşka dayanan gelişimi savunur. Çünkü, çağdaş bir bilim adamının çok güzel açıkladığı gibi sevgiye dayanmayan bir gelişimin sonuçları çok yıkıcı olabilmektedir: “Sevgisiz bir gelişim, ötekinin elinden insanlığını alan bir zorbalığa dönüşür. Çünkü, dünya düşman olarak algılanır, tehlikeli görüldüğünden yeniye güven duyulmaz. Bunun sonucunda insanın hormon yapısında değişim olur; stres durumunu dengeleyen serotonin azalır, bu da sinirliliğin artmasına ve şiddetin ortaya çıkmasına yol açar. Böyle bir gelişim aynı zamanda düşük bir kendilik değerinin ortaya çıkmasına neden olur. Bu değersizlik duygusu da, örneğin yabancılara düşmanca davranmak gibi onay bulan tutumlarla dışa atılır. Sözde düşmanın cezalandırılması çağrısı bile değersizlik duygusunun azalmasını sağlar” (Gruen, 2010, s. 71).

Diğer yandan, o tek bir görüşe, bakış açısına takılı kalan kişiye her şeyin çirkin geleceğini söyleyerek, insanı suçlu ve terörist olmaya götüren psikolojik süreci çok güzel ortaya koyar (Mesnevi, IV/2883, Meyerovitch/ Mortazavi,s. 984). Yine bir rubaisinde şiddetin temel kaynaklarından olan “açgözlülük, kıskançlık ve kini gönülden kovmaya” (Meyerovitch, 1993, S. 28.) davet eder.

Mevlânâ, aşağıdaki dizeleri ile ise, büyük, küçük her türlü çatışmanın beyhudeliğini çok güzel ortaya koyar:

Beri gel, daha beri, daha beri

Bu yol vuruculuk nereye dek böyle? Bu hır-gür, bu kavga nereye dek?

Sen bensin işte, ben senim işte Ne diye bu direnme böyle?

Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye? Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek

Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye? Zengin yoksulu hor görür, ne diye?

Sağ soluna yan bakar, ne diye?

İkisi de senin elin, ikisi de

Peki kutlu ne, kutsuz ne? (Kadir, s. 105).

Görüldüğü gibi, o insanlık ailesini “bir tek olgun kişi”, “bir tek inci” olarak görür. O, insanların birbirini hoş görmesini, kavgasız ve güzellik içinde yaşamalarını isterdi. Bir gün kavga eden iki kişiden biri öbürüne diyor ki: bir söyle, bir işit! Bunu duyan Mevlânâ araya girerek şunları söyler:

“Sen ne söyleyeceksen bana söyle. Benimle didiş. Sen bin söyle, benden bir bile duymayacaksın.” Bu sözler üzerine kavga edenler utanıp barışır (Gölpınarlı, s. 194). O, “barışı savaştan ayırt et; çünkü savaş iyi değildir.”7 diyerek savaştan sakındırır, barışa çağırır. Mevlânâ felsefesinin temelini, fanatizme karşı açılan savaş teşkil eder. Fakat O, diğer din mensuplarını da aynı savaşa davet etmektedir (Aydın, 2007/3 s. 58).

Şöyle der:

Elimde taş tutmuyorum ben; kimseyle savaşmıyorum ben; kimseye baskı yapmıyorum ben; çünkü gül bahçesi gibi hoşum ben (Değirmençay, 2008. s. 19).

Kavgayla işim yok benim” (Şimşekler, s. 97) diyen evrensel bilge Mevlana, gerçek bir barış insanıdır. Evrensel bir barış idealine de ancak böyle bir kişiliğin görüşleri kılavuzluk edebilir:

Savaşa dair ne düşünürsen, Bil ki uzağım ben ondan. Sevgiye dair ne düşünürsen,

Oyum ben; ibaretim ben ondan (Şimşekler, s. 97).

Onun şiiri evrensel bir barış çağrısıdır. Divan-ı Kebir’de şöyle seslenir: Allah barışı diler; barışı ister.

Aşkına tutulalı ey Allah’ım Barışa eş oldum;

Savaştan ayrıldım!

Şeytanın inadına:

“barış daha hayırlıdır” de; Kör et şeytanı!

Barış şarkısını söylemekten başka bir iş-güç var mı? Barışın yüceliğine karşı şu şeytanlığımız hoş mu?

Hadi, hadi;

Barış şarkısını söyle; ‘barış daha hayırlıdır’ ‘barış daha hayırlıdır’ ‘barış daha hayırlıdır’ Söyle, söyle de;

barış göğünde savaş sisi kalmasın artık! (Şimşekler, s. 100).

O , “Sevgiyle birleşen sevgiyi; kinle birleşen ise kini doğurur” (Şimşekler, s. 96) ve “Kin ve nefret duyguları kalpleri karartır. Barış dalgaları kalplerden kinleri atar; savaş dalgaları ise sevgileri altüst eder.” Buyurur. Bu çarpıcı ifadelerle, bir bakıma kolay ve ilkel olan kin ve intikamı değil, zor ve erdemli olan barış ve kardeşliği teşvik eder.

O misyonunu şöyle anlatır: “Bu dünyaya, ayırmaya, bölmeye, parçalamaya gelmedik biz. Biz, kırıkları onarmaya, ayrılanları birleştirmeye, hâsılı insanlar arasında köprü olmaya geldik” (Fürûzanfer, s. 8). Görüldüğü üzere, Mevlana bu düşünceleri ile Dünya’nın etnik, dini, ideolojik, ekonomik çıkar kaynaklı çatışmalarla boğuştuğu zamanımızda insanı ve insanlığı birbirinin kurdu olmaktan çıkmaya, tek bir sağlıklı beden olmaya çağırmaktadır.

O, dünyada dinlerin ve bağlılarının barış içinde bir arada yaşaması gerektiğini, ne kadar isteseler de dünyaya tek bir dinin hâkim olması gibi bir durumun gerçekleşmesinin mümkün olmadığını söyler. Mevlânâ’ya, şöyle denir: ‘Rumlar, Moğol’a kız verelim de din bir olsun; şu yeni din, şu Müslümanlık ortadan kalksın diyorlar.’ Mevlânâ’nın cevabı bunun imkânsızlığını açık bir şekilde ortaya koyar:

Bu din ne vakit bir olmuş ki? Daima ikiydi, üçtü. Aralarında da daima çekişme ve savaş vardı. Dinleri nasıl bir yapabilirsiniz siz? Din orda, yani kıyamet kopunca öbür dünyada bir olur. Fakat burada, Dünya’da buna imkân yoktur. Çünkü burada herkesin bir amacı, başka bir dileği var; bu burada birliğe imkân vermez. Ancak orada bir olacaklar, aynı yöne dönecekler, aynı dile ve kulağa sahip olacaklardır.” (Gölpınarlı, 2010, s. 53).

Mevlânâ, aşağıdaki dizelerle dil örneğinde farklılıkları değil farklılıkların arkasındaki birliği insan gerçeğini görmeye dolayısıyla, tüm insanlığı barışa ve birliğe çağırır.

“Dünyada nice diller var, nice diller Ama hepsinde de anlam bir

Sen kapları, testileri hele bir kır

Sular nasıl bir yol tutar gider

Hele birliğe ulaş, kavgayı, hır-gürü bırak

Can nasıl koşar, bunu canlara iletir.” (Kadir, s. 107).

Yine o, çıkar çatışmalarına karşı insanları “hepiniz birsiniz, ikilik hevesine düşmeyin” (Sağıroğlu, s. 141) diye uyarır.

Görüldüğü üzere Mevlânâ ayrışanları, ayrılıkları, aykırılıkları birleştirebilecek çok güçlü bir söyleme sahiptir. Özellikle, şiddet, çatışma, terör ve savaşın yoğun bir şekilde yaşandığı zamanımızda Mevlânâ düşüncesi ve retoriği önemini daha çok ve güçlü şekilde hissettirmektedir. Şiddetin dışlanması ve bireylerin ve toplumun vicdanında mahkûm edilmesi için Mevlânâ’nın söylemi çok etkileyici ve ikna edicidir. Her türlü bağnazlığın, fanatizmin kolayca filizlenebildiği, en büyük insan hakkı ihlali olan şiddet ve terör eylemlerine dönüşebildiği ve terörün küresel bir tehdit halini aldığı günümüzde, Mevlânâ’nın kendisiyle ve çevresiyle barışık, olgun insan tipine her zamankinden daha fazla ihtiyaç bulunmaktadır.

Sonuç

Çok yönlülüğünün ve evrenselliğinin içinde yetkin bir hukukçu, siyaset bilimci ve sosyolog düşünür kimlikleri de barındıran Mevlânâ, eserlerinde çağlar öncesinden hukuki, siyasi ve sosyal konulara ilişkin olarak da günümüzdeki kavram ve ilkelerle uyumlu, hatta onları aşan tespitler, görüşler ortaya koymakta, reçeteler sunmaktadır.

Günümüz insanı, özellikle hukukçuları, siyasetçileri ve yöneticileri yaşayışı, düşünceleri ve mesajları ile tüm insanlık için evrensel bir değer olan Mevlânâ’yı anlamalıdır. Bilhassa onun insana bakış açısını, adalet ve özgürlük anlayışını, siyasal ve sosyal mesajlarını keşfetmeli ve uygulamalıdırlar.

Anadolu insanının kolektif bilinçaltında ayrı ve özel bir yeri olan Mevlânâ’nın düşünceleri iyi ortaya konulduğu ve kavrandığı takdirde, ülkemizde çoğulculuk, hoşgörü ve hukukun üstünlüğü gibi değerler toplumsal planda çok daha kolay kök salacaktır. Ancak, ülkemizde eğitim sisteminin ve sivil toplum faaliyetlerinin yüzeysel ve basmakalıp bir söylem dışında, Mevlânâ düşüncesi farkındalığı oluşturacak düzeyde olmadığı görülmektedir. Oysa toplumu oluşturan tüm renkler ve görüşler olarak bugün Mevlânâ’nın düşüncesini, bilgeliğini konuşuyor, tartışıyor olsaydık, kesinlikle insanlarımızı ayıran birçok konu, düşünce ve sorunun fasit dairesine takılı kalmayacaktık. Başkalarını, toplumu, dünyayı değiştirmek için verilen, ancak toplumsal barış ve huzur yerine, insana, topluma sadece acı ve şiddet yaşatan kutuplaşmalar, mücadeleler, rekabetler yerini, insanın içsel mücadelesine, kendi kendiyle yarışa bıraktığı takdirde, kişilerdeki içsel değişim, dış mücadelelere gerek kalmadan toplumsal ve küresel değişim, dönüşüm ve gelişimin yolunu açacaktır. Zira Mevlânâ’nın düşüncesi fanatiklik, ideolojik körlük, tarafgirlik, şiddet ve aşırılık hastalıklarına karşı toplumsal bağışıklığı güçlendirici, bunların semptomlarını ise tedavi edici özellik taşımaktadır.

Mevlânâ’nın Mesnevî’sine odak yaptığı, adaletin, ehliyet ve liyakatin, yardımlaşmanın, hoşgörünün, güvenin, çoğulculuğun, başkalarının haklarına ve farklılıklara saygının güçlü sosyal değerler olarak, günümüz terminolojisi ile bağı, uyumu ortaya konularak işlenmesi halinde, şiddet ve çatışma duyguları azalırken gelişmiş toplumların özelliklerinden olan toplumda güven ve güvenlik düzeyinin yükseleceği açıktır.

Mevlânâ’nın olaylara, sorunlara insan odaklı ve bütüncül yaklaşımı, olumlu ve çözüm merkezli bakışı, benimsediği gönül ve sevgi dili, ülkemizin ve insanlığın karşı karşıya olduğu yapısal sorunların çözümüne yönelik yeni modeller ve stratejiler için değerli bir ilham kaynağı olarak önümüzde durmaktadır. İnsanlık, küresel sorunların çözümü için ihtiyaç duyduğu yol haritasını onun eserlerinden, düşüncelerinden çıkarabilir.

NOTLAR

1 Yazar bu bağlamda, İslam kültüründe Mevlana’nın yanısıra, İbni Sina, İbni Rüşt, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Şeyh Bedrettin ve Niyazi Mısri’yi saymaktadır.

2 Hilmi Ziya Ülken Türk, ilk baskısı 1933-1934’ de iki cilt olarak yayımlanan ve alanında klasikleşen Türk Tefekkür Tarihi adlı eserinde, Mevlana’ya 26 sayfa ayırır. Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkürü Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2007, s. 261-287

3 Bu konuda ayrıntılı açıklama ve örnekler için bkz. Ergül, a.g.e., s. 64-72

4 Aynı ifade Gölpınarlı’nın çevirisinde, “Düşünce yüzünden hiç kimse sorumlu olamaz” (s. 84), Meyerovitch’in Fransızca çevirisinde, “Düşünceler cezalandırılamaz” (s. 133) olarak geçmektedir.

5 Can şöyle tercüme etmektedir: Eski mallar satanların yani eskiden gelmiş bilginlerin aşk hakkındaki görüşlerinin nöbeti geçti. Biz aşk hakkında yeni görüşlere sahibiz. Bu aşk pazarı şimdi bizim pazarımızdır (Divan-ı Kebir, Seçmeler, c. 1, s. 179).

Mesnevi, III/1295 (Can, s. 93; Caferi, s. 244), Meyerovitch/ Mortazavi ise şöyle çevirmektedir. (Dünyaya) yapışmak ve aşırı derecede bağlanmak hamlık göstergesidir (s. 607).

7 Gölpınarlı, Mecalis-i Seba, s. 18. Hafız-ı Şirazi de şöyle der : «Yetmiş iki millet harb ediyorlarsa onların bu savaşını mazur gör. Çünkü hakikati görmeyerek efsane makamından çaldılar, masala daldılar, hayallere daldılar. »

 

Kaynaklar

AKILLIOĞLU, Tekin. “Adalet Kavramı ve İnsan Hakları”, Adalet Kavramı, (Editör, Adnan Güriz), Ankara, 1994.

AKTAN, Coşkun Can. Devlet Niçin Yeniden Yapılandırılmalı?, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, Yıl 1, Sayı 1997/ 1.

AYDIN, Mehmet. Mevlânâ Hümanizminin Boyutları, Türk İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi, Mevlânâ Özel Sayısı, 2007/3.

CAN, Şefik. Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, Ötüken yayınevi, İstanbul, 2003.

CAN, Şefik. Rubailer, Mevlânâ, Kırkambar, İstanbul, 2008. CAN, Şefik. Dîvan-ı Kebir, Seçmeler, c.1, Ötüken, İstanbul, 2009.

CAFERİ, Ali Yaver. Mesnevî, Mevlânâ Celaledin Rumî, Tablet, Konya, 2007.

DEĞİRMENÇAY, Veyis. Mevlana ve Barış, Ed. Adnan Karaismailoğlu, Mevlana Araştırmaları 2, Ankara, 2008.

ERGÜL, Ergin. Hukukçu ve Yöneticiler İçin Mevlana Bilgeliği, Türkiye Adalet Akademisi Yayınları, Ankara, 2015.

FÜRÛZANFER, B. Mevlâna Celaleddin, (Çev. Feridun Nafiz Uzluk), Konya Valiliği İl, Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Konya, 2005 .

GÖLPINARLI, Abdulbâki. Mevlânâ Celâleddin Mektuplar, İnkılap, İstanbul, 1999. GÖLPINARLI, Abdülbâki. (çev.), Fîhi Mâ-Fîh, İnkılap, İstanbul, 2009.

GÖLPINARLI, Abdülbâki. Mecâlis-i Seba, İnkılap, İstanbul, 2010.

GRUEN, Arno. Demokrasi Mücadelesi, Radikalizm, Şiddet ve Terör, Çitlembik Yayınları: İstanbul 2010.

HATEMİ, Hüseyin. Devlet Ne Demek Oluyor?, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, Yıl 1, Sayı 1997/ 1.

İKBAL, Muhammed. Yansımalar, Kaknüs yayınları, İstanbul, 2001. KADİR, A. Bugünün Diliyle Mevlânâ, Say yayınları, İstanbul, 2002. KARAİSMAİLOĞLU, Adnan. Mesnevî, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004.

KIRLANGIÇ, Hicabi. Mevlânâ Celaleddin Rumi Yedi Meclis (Mecalis-i Seb’a), Kurtuba Kitap, İstanbul, 2010.

KONER, M. Muhlis. Mesnevînin Özü, Tablet, Konya, 2005.

KULA, Onur Bilge. Anadolu’da Çoğulculuk ve Tolerans, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2012.

NİCHOLSON, Reynold A. The Mathnawi of Jalalu’ddin Rumi, Konya Metropolitan Municipality, Konya, 2011.

BANARLI, Nihad Sâmi Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri, Kubbealtı, 4. Baskı, İstanbul 2008, s. 219.

PALA, İskender. Mevlânâ, Gendaş, İstanbul 2002.

SARIOĞLU, Halil İbrahim. Mevlana Celaleddin-i Rumi, Rubailer, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara 2013.

ŞİMŞEKLER, Nuri. Mevlana şiirleriyle Gönle Yolculuk, kandil oldum doğudan batıya, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya 2013.

Tahirü’l Mevlevî, Mevlânâ, Mesnevi, Kırkambar Yay., İstanbul 2010.

USTA, Mustafa. Dünde ve Bugünde Eğitim Anlayışı ve Mevlânâ, http://sufizmveinsan.com/aksam/dunde. html, erişim tarihi: 21.08.2011.

ÜLKEN, Hilmi Ziya. Türk Tefekkürü Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2007. Vitray-Meyerovitch, Eva De. Le livre du dedans, Babel, Paris 2010.

Vitray-Meyerovitch, Eva De., Mortazavi, Djamchid. Mathnawi, La quête de l’absolu, édition du Rocher, Paris 2004.

YOKUŞ, Sevtap. Özgürlük-Güvenlik İkilemi, http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-344-2014091559guvenlik-22.pdf. Erişim Tarihi: 10.05.2015).

YÜCEBAŞ, Hilmi. Edebiyatımızda Mevlana, İstanbul 1959.

Array