MEVLÂNÂ’DAN GÖNÜL VE DÜNYA GÜZELLİKLERİNE

MEVLÂNÂ’DAN GÖNÜL VE DÜNYA GÜZELLİKLERİNE

İnsanoğlunun Hz. Adem’den itibaren çektiği acılar, duyduğu hüzün­ler, hissettiği neşeler, yaşadığı güzellikler sanki gözlerden, zihinlerden uzakta kalmış. Eldeki bilgilerin, tecrübelerin daha huzurlu daha canlı ve daha mantıklı bir nizam oluşturulmasına zemin hazırlaması gerekmez miydi acaba? Çağımızda yaşadığımız acı olaylar; yüce Peygamberlerden, bilge insanlardan bize ulaşan hakikatlere ne kadar uzak kalındığını göstermektedir.

Burada Hz. Mevlânâ’nın eserlerinden istifade ederek, onun söyleyiş tarzıyla gönül ve dünya güzelliklerine doğru bir zihinsel yolculuk yapmak arzu ediliyor. Fakat önce insanlığın sahip olduğu, ancak yararlanamadığı birikime ve tecrübeye Mesnevî’den bir örnekle işaret edelim. Söze, tefekküre ve edebe vesile olan Mesnevî’deki hikayelerden biri “Tuti ve Tacir” hikayesidir. İzahlarla birlikte yaklaşık 15 sayfada tamamlanan ve 301 beyit olan bu hikaye şöyledir:

Bir tacir Hindistan’a ticaret maksadıyla gitmeye niyet eder. Ev halkına nasıl bir armağan istediklerini sorar. Kafesteki papağan “Hindistan’da hencinslerimi gördüğünde selamımı söyle, bu halimi anlat” der. Tacir yola çıkar. Hindistan’da bir grup papağana bu sözleri nakleder. Bunlardan biri yere düşer ve ölür. Tacir geri döndüğünde herkese hediyesini verir. Papağana ise olayı anlatır. Kafesteki papağanı yere yığılır ve ölür. Tacir her iki hadiseden dolayı çok üzülür. Sonra ölü papağanı kafesten çıkarır, atar. Papağan uçar bir dala konar. Üzüntüler içerisindeki tacir bu defa hayretlere bürünür. Hikayedeki olay bu.

Mevlânâ’nın bu kısa hikaye içerisinde aklın, fikrin gıda yolu kulaklara duyurdukları ise bu abd-i âcizin bakışıyla yirmi beş önemli husus. Sadece bir miktarını öz bir şekilde arz edeceğim. Hikâyenin anlatılan seyri göz önünde bulundurularak bu nükteler dinlenirse ikisi arasında bağlantı kurulacaktır.

  • Dostların vefası böyle mi olur? Ben hapiste siz gül bahçelerinde!

  • Benim ayrılığım kötü davranışımdan dolayı ise, sen de kötü kişiye kötülükle mukabele edersen aramızda ne fark kalır.

  • Bir söz bir âlemi yakar, ölmüş tilkileri aslana çevirir.

  • Olgun insan toprağı tutsa altın olur, ham kişi altını tutsa toprak olur.

  • Gönül ateşi ve gözyaşından gıdalan rızık edin. Bahçe, bulut ve güneş sayesinde yeşerir.

  • İlim ve hikmet helal lokmadan doğar, aşk ve incelik helal lokmadan oluşur.

  • Ey dil hem sınırsız bir hazinesin hem şifası olmayan bir hastalıksın.

  • Bütün sultanlar (idareciler), kendilerine bağlı olanların kölesi olursa, bütün insanlar da kendileri için ölümü göze alanların uğrunda ölürler.

  • Ucuz alan ucuza verir. Çocuk bir somun ekmeğe bir mücevher verir.

  • Kim güzelliğini ortaya dökerse başına yüzlerce kötü kaza gelir.

Yukarıda anlatılan hikayenin ve sıralanan nüktelerin ayrıca tasavvufî anlamları ve izahları vardır ki, ayrı bir değerlendirmeyi gerektirir.

Şu anda konuya başlarken önce üzüntüye, kedere, ağlamaya olan ihtiyaç dile getirilecek, Hz.Mevlânâ’nın eserlerine başta âyet-i kerime ve hadis-i şerifler olmak üzere dini ve insani kaynaklardan intikal eden ve onun etkileyici, aydınlatıcı edebi ifadeleriyle dile gelen güzellikler sunulacaktır. Gönül faaliyeti olan üzüntü ve bunun maddi tezahürü ağlamaya dikkatler çekildikten sonra gönül gözüyle dünyaya bakış ve dünya güzellikleri söz konusu edilecektir.

Üzüntü ve keder, beden rahatsızlığı ve geçim derdi olmayanların çok uzağında. Saraybosna pazar katliamını, Dinar depremindeki çaresizlikleri, Çeçenistan Grozni bombardımanını, bebeklerin eşkıya tarafından öldürülüşünü, yurdundan edilen asırlık ninenin patlayan ayaklarıyla göç edişini gördüğümüzde yada sevdiğimiz bir insanın vefatıyla üzüntüyü tadıyor, gözyaşı dökebiliyoruz ancak.

Gerçekte üzüntü ve keder huzurun mutluluğun yoldaşı. Bütün dertlerin, sıkıntıların çözüm yolu, Mevlânâ’dan beyitlerle konuyu derinleştirelim:

“Gam neşenin gölgesidir, gam neşenin arkasından koşar.

Neşeyi bırak, çünkü bu ikisi birbirinden ayrılmaz.

Gece gündüzün; gam ise neşenin ardındandır.

Gündüzü görünce bil ki gece kaçınılmazdır.

Sen gamın peşinde koştukça neşe de senin ardından koşar.

Fakat sen neşenin ardınca gidersen yolda karşına gam çıkar”

(Divan, Gazel nu. 1078; krş. Divan-ı Kebir, III, 461)

“Git kendine dert ara, dert bul, dertlerden bir dert seç.

Çünkü (yaşamak için) bundan başka çare yoktur.

Bahtın yar olmadı diye üzülme sakın.

Ancak derdin yoksa o zaman üzgünlük göster”

(Rubai, II, 77)

“Ey gönül neşeyi belâdan ayrı görürsen vesveseden paramparça olursun”

(Mesnevî, I, 1747)

“Kederden mutlu ol! Zira gam (Hak’la) buluşmak için tuzaktır.

Bu yolda aşağıya doğru yükselme vardır.

Keder bir hazine, zahmetinse maden ocağı.

Fakat bu söz çocukları nasıl etkiler.”

(Mesnevî, III, 509-510)

Sabır, gam ve aynanın ilişkisini şu beyitlerde görelim:

“Bana göre sabır, hastalık gösteren ay nadir, gamlı âşığın aynasıdır.

Dert olmazsa sabırlı kişi anlaşılmaz.

Kişinin gönlü aydın mı, karanlık mı bilinmez.”

(Divan, 512… krş. Divan-ı Kebir, V, 26)

“Madem parayla da kederlisin, para olmadan da.

Öyleyse paralı üzüntülü olmak daha iyi.

Madem yürüyorsun, bari köye götürecek bir yolda yürü.”

(Divan, 2300; krş. Divan-ı Kebir, II, 176)

Şu anda dünyada yanı başımızda nice dertler mevcut, dertlerle dertlenecekler için ne büyük üzüntü kaynakları var. Gerçekte insanoğlunun mihnet için, imtihan için geldiği bu dünya ayrılık mekanı, Hak’­tan uzakta kalma mekanı, gurbet. Özünde dert var dünyanın, insanın.

“Dinle. Bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları anlatıyor:

Beni sazlıktan kestiklerinden itibaren feryadımdan kadın, erkek inlemektedir.

Gönül isterim ayrılıktan parça parça olmuş, iştiyak derdini anlamak için.

Vatanından ayrılan herkes kavuşma zamanını arar”

(Mesnevî, I-4)

Beyitleriyle başlayan Mesnevî, şu fani dünyaya, ruhlar âleminden kimler daha iyi amel edecek diye imtihan maksadıyla beden kafesine konularak gönderilen insanın durumunu ve bunu idrak edenlerin üzüntüsünü, ağlayışını dile getiriyor.

İnsan kiminle baş başa, derdinin şifası nerede?

“Ey gönül sen ve onun derdi; işte derman budur.

Biraz arzular tarafına ayak basar, arzularını çiğnersen,

nefis köpeğini öldürmüş olursun.

İşte kurban da budur.”

(Rubai, 174)

“Biricik Sultanımın rızası için derdime ve elemime âşığım.

İki göz denizinin inciyle dolması için keder toprağını gözüme sürme yapıyorum.

Halkın onun için döktüğü gözyaşı, incidir, ama insanlar onu gözyaşı sanır.”

(Mesnevî, I, 1778-1780)

“Nedir altın, nedir can? İnci, mercan da nedir?,

bir sevgiye harcanmadıkça,

bir sevgilinin güzelliğine feda edilmedikçe.”

(Divan, 2528; krş. Divan-ı Kebir, VI, 37)

Yaratıcıyı, ruhu, âlemi ve yaşanan maddi hayatı idrak ederek huzura ermek için gönül canlı olmalı, taze tutulmalı. Adım adım, şu yaşadığımız dünyadan, genel varlık âlemini, ondan hayal âlemini ve daha sonra uçsuz bucaksız yokluk, birlik âlemini idrak ve mutlak varlık Zât-ı İlâhi’yi bütün benlikle ve benliği aşarak hissetmek, o azamet karşısında yok oluşu yaşamak gönül sayesindedir. Bir gün eskimiş bir elbise gibi bir kenara bırakılacak bedeni özenle süsleyerek değil, kafesinden kurtulan bir kuş misali ruhlar âlemine, vatana dönecek cana, ruha özen göstermekle özellikler kazanır Ademoğlu. Ve gönül gözüyle görmek, gönül kulağıyla duymaktır huzur verecek olan.

Gönlün imarıyla ilgilenen Hz. Mevlânâ’dan bazı beyitler:

“Sen Âdemin soyundan isen istekli ol, onun yolunda bulun.

Gönül ateşinden ve gözyaşından azık edin. Zira bahçe, bulut ve güneşle yeşerir.

Sen göz yaşının zevkini ne bilirsin, çünkü görmemişler gibi ekmeğe âşıksın.

Sen bu mide ambarını boşaltırsan ululuk incileriyle doldurmuş olursun.”

(Mesnevî, I, 1636-1639)

“Mum ağlamadıkça alev gülmez, beden zayıflamadıkça can güçlenmez.”

(Divan, 2300; krş. Divan-ı Kebir, 11, 176)

Gönülle ilgili tavsiyelerini anlatmak için, Mevlânâ’nın beyitlerinden birçoğunu çeşitli bakış açılarıyla burada aktarabiliriz. Sadece bir iki örnekle iktifa edelim:

“Gönül definesini arzuluyorsan sus, zira hidayet definesine gönül varır, dil değil.”

(Divan, 910; krş. Divan-ı Kebir, III, 132)

“Ağzını kapa, gönül penceresini aç, ruhlarla bu yolla konuş.”

(Divan, 110; krş. Divan-ı Kebir, VI, 113)

Övülen derdin ve safânın yeri gönül dünyasıdır. Şu garip dünyaya tahammül ve gereğinin yapılması da gönülde yeşeren güzelliklerle gerçekleşir. Bu gönül ne de zengin, ne de büyük ve ne de güzeldir:

“Bu dünya su küpü; gönülse ırmak. Bu dünya oda; gönülse şaşılacak şeylerle dolu bir şehir.”

(Mesnevî, VI, 811)

“Gönül ovasına girmek gerekir. Çünkü dünya ovasında ferahlık yoktur.

Dostlar, gönül emin yerdir. Orada pınarlar gül bahçesi içinde gül bahçesi vardır.

Ey gece, yürüyen kalbe dön ve yürü. Orada ağaçlar, akarsular vardır.”

(Mesnevî, III, 514-516)

“Bil ki, lezzet içtendir, dıştan değil. Köşk ve kaleler aramayı ahmaklık bil.”

(Mesnevî ,VI, 3420)

“Gönül ağaçları gizli bir bahçedir. Yüz türlü görünür ama o bir çeşittir.

Uçsuz bucaksız bir okyanustur. Her canın içindeki dalga yüzlerce dalga vurur.”

(Rubai, II, 70)

“Toprakta yeşeren gül bahçesi yok olur. Gönülde yeşeren gül bahçesi ise ne hoş!”

(Mesnevî,VI, 4650)

Gönülde dünyasını oluşturan; bir düzene, huzura kavuşan; yolunu, hedefini belirleyen insan için dünya hayatı, anlamlı; dertleri, çaresizlikleri çözümlüdür. Dünyanın güzelliklerini de hisseder, görür, nimeti tadar bu insan ve şükrünü eda eder, şükrettikçe de nimeti artar. Bilgi ve hikmet böyle olunca oldurur, öldürmez. Huzur verir, dünya tasası değil. Sözü latife ile süsleyen, hikayede manayı, mefhumu sadeleştiren Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden bir hikayeyi özetleyelim:

Bir bedevi Arap, devesine iki çuval yüklemiş, üzerlerine de kendisi oturmuş giderken biriyle karşılaşır. Şahıs çuvallarda ne bulunduğunu sorar. Bedevi “birinde buğday diğerinde kum” diye cevap verir. “Kumu da çuval boş kalmasın diye” doldurduğunu ilâve eder. Adam “Akıllılık edip buğdayın yarısını bir çuvala diğer yansını da öteki çuvala koy, yük hafiflesin” der. Bu fikri çok beğenen iyi kalpli bedevi, yaya, pejmürde adama acır, devesine bindirmek ister. Ahvalini sorar ve “Sen bu akılla ya vezirsin ya padişah, doğru söyle” der. Bilge kişi “İkisi de değilim. Halktan bir adamım. Halime, elbiseme baksana!” şeklinde cevap verince inanmaz, malını, mülkünü, parasını sorar ve ilmini över. Adam ise “Bu kadar hikmet, fazilet ve hünerden ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim” deyince, Arap şöyle söyler: “Yürü yanımdan uzaklaş, senin uğursuzluğun başıma yağmasın, bir çuvalımda buğday, diğerinde kum olması senin hikmetinden daha iyi! Hayırsız! Benim ahmaklığım, çok mübarek bir ahmaklık. Gönlümde azık var, ruhum da muttaki.” (Mesnevî, II, 3176-3200)

Ölçülerin doğruyu göstermediği, adaletin ve sulhun hakim olamadığı şu dünyada, gönül dünyası bir sığınak, üzüntülüyken de neşeli iken de huzurun karargâhı. Kainatı idrak eden, her mevsimi, hatta her günü şöyle görür:

“Her nereye baş koysam, ona secde edilecek yerdir orası. Altı yönde de onun dışında da yaratıcı O’ dur. Bağ, gül, bülbül, Semâ, güzel; bunların hepsi birer bahane, hep aranılan istenilen O’ dur.”

(Rubai, 206)

Bir bahar gazeliyle mevzûya son verelim:

“Kızıl gülün giydiği elbiseyi nereden giyindiğini bilirim ben.

Söğüt yaya saf düzer. Olup geçeni kaza-kader yapar.

Susen kılıçla, yasemin kalkanla, her biri gaza tekbiri getirir.

Zavallı bülbül neler çeker, o gülden âh, neler eder o!

Bahçe gelirlerinin her biri o gül bize doğru işaret ediyor der.

Bülbülse, o gül ben yoksul için cilveler ediyor der.

Çınar ağlayarak el kaldırmış. Ne diye dua ettiğini sana

Her an değişen yüzleri seyreden gönül ehli bir başka seyreder âlemi.

Bu noktada artık çevredeki güzellikleri, beden ve gönül gözü güzel görenlerden birinin, Mevlânâ’nın sözlerinden izleyelim:

“Gönül bülbülleri bir başka, duygunun sesi ona göre kuzgun sesi gibi.

Bahçenin, çimenliğin dışında olan bülbüllerle sırdaş olamaz.”

(Divan, 877; Divan-ı Kebir, II, 326)

“Bu yıl bülbüller ne haberler veriyor! Allah’ım papağanlara ne

şekerler veriyorlar!

Bu yıl bahçeye gir de bak, o kuru dallar ne meyveler veriyor.”

(Divan, 877; Divan-ı Kebir, II, 326)

“Bağa gelin de yeşil giyinmiş dilberleri seyredin!

Her köşedeki çiçekçilere bakın!

Gül bülbüllere gülerek diyor ki, susun;

Susun da şu susmuş baharı seyredin.”

(Rubai, 501)

Etrafta bahçeler, güller, çiçekler, ağaçlar, kuşlar var, her birinde ayrı bir güzellik. Bu güzellikler neyi temsil ediyor. Görülmeyince bu güzel­likler, gözlerden neler uzak kalmış oluyor. Bir rubaiyle bu mefhuma biraz daha yaklaşalım:

“Goncanın başına kim külah koyuyor. Menekşenin sırtını kim iki büklüm yapıyor.

Gerçi sonbahar mevsimi çok cefalar etti. Bak bahar nasıl vefalı davranıyor..

Sonbahar mevsiminin yağmaladıklarını, bahar mevsimi geldi, geri veriyor.

Gülü, bülbülü, bahçenin güzellerini anmak hepsi bahane, neden yapıyorlar.

Aşk gayreti bu, yoksa dil Allah’ın inayetini anlatabilir mi? Hatırınızı gözetiyor.”

(Divan, 1000; krş. Divan-ı Kebir, V, 44)

Bu güzelliklere, beden ve gönül gözüyle ulaşan, huzuru bulan, mak­sadı kavrayan ve gönülden güç alan insan, gönüllere vesvese düşürmez. Onun yolu açık, ufku geniş, menzili maksudu aşikârdır.

Mevlânâ Güldestesi -6, Konya Büyükşehir Belediyesi Yay., Konya, 1996, s. 83-91