MESNEVÎ’DE “BEN” VE “SEN” TANIMLAMASI

MESNEVΔDE “BEN” VE “SEN” TANIMLAMASI

Mevlânâ (ö. 1273), Mesnevî”sinde ve diğer eserlerinde “ben”i şiirselliğin ve sufî düşüncenin derinliğinden yararlanarak, günlük algılamanın dışında bir içerikle tanımlamaktadır. Ancak hemen belirtelim ki Mevlânâ”nın üst bir dil ve anlayışla yaptığı yorum, bütünüyle gündelik hayatla da ilgilidir. Tanım ve yorumlarının etkileyiciliği de buradan kaynaklanmaktadır.

Mevlânâ “ben” tanımlamasında “biz”, “sen” ve hatta “o” kişiliklerini de sorgulamaktadır. Varlığı ve benlik duygusunu irdelediği anlatımlarında farklı bir değer yargısı oluşturmakta, önce “ben”i “sen”le buluşturmakta, sonuçta değeri “senle özdeşleştirmektedir. Konuyu, Mesnevî”deki bir hikâyeyle tartışmaya açmak uygun olacaktır. Söz konusu hikâye başlığıyla birlikte şu şekildedir:

Dostunun kapısını çalan kişinin hikâyesi: Dost içeriden “Kimdir, o?” dedi. -Kapıdaki- “Benim” dedi. Dost, “Madem sen, sensin, kapıyı açmıyorum. Dostlardan “Ben” olan hiç kimseyi tanımıyorum. Git!” dedi

Biri geldi, arkadaşının kapısını çaldı. Arkadaşı, “Ey güvenilir kişi! Kimsin?” dedi.

“Ben” dedi. Ona “Git, zamanı değildir. Böyle bir sofrada ham kişiye yer yoktur” dedi.

Ham kişiyi ayrılık ve hicran ateşinden başka ne olgunlaştırır? İki yüzlülükten nasıl kurtulur?

O zavallı gitti. Bir yıl yolculukta dostunun ayrılığında alevlerle yandı.

O yanmış, olgunlaştı. Sonra geri döndü. Yine arkadaşının evinin etrafında dolaştı.

Dudağından edepsiz söz çıkmaması için yüz korku ve edeple kapının halkasını vurdu.

Dostu, “Kapıdaki kimdir?” diye seslendi. “Kapıda da sensin, ey sevgili!” dedi.

-Dostu- “Şimdi benim gibisin, ey ben! Gir. Evde iki bene sığacak yer yok” dedi, (1)

Günlük kullanımda “Ben” zamiri, konuşanı, diğer bir deyişle etken olanı göstermektedir. Bu şekilde merkezde yer alan bir kişiyi veya kişiliği temsil etmektedir. Gündelik yaşamda, örneğin çocuğun hayatında “Ben” kelimesi bu nedenle büyük bir çekiciliğe sahiptir. Varlık iddiasının özünde yer alan kişilik, kendisini en kolay şekilde bu zamirle ifade etmektedir. Gerçekte birinci, ikinci ve üçüncü kişi ve kişileri adlandırmak için masumca kullanılan “Ben”, “Sen” ve “O” zamirleri, gündelik hayatta benlik ve bizlik gibi baskın ve olumsuz bir kişiliği veya dışlamayı temsil edebilmektedir.

Önce Mesnevî”deki “ben” kişiliğinin olumsuzluğu üzerinde duralım. “Ben” odaklı düşünce ve tavırlar, kişi ve toplum için kötü sonuçlar doğurur. Benlik, yanlışlıkların ve kötülüklerin kaynağıdır:

Ölçüsüzlüğün, tembelliğin ve cimriliğin kaynağı benliktir:

Tembellikten, cimrilikten, biz ve benlikten dolayı karşı koyuyor, kendini baş yapıyorsun, (2)

Halkın merdiveni, bu biz ve benliktir; sonunda bu merdivenden düşülecektir.

Daha yukarı giden, daha aptaldır; onun kemiği daha kötü kırılacak., (3)

İki elle ben ve bize yapıştın. Bütün bu haraplık iki varlıktandır,(4)

“Biz” yıldızları gizlenmedikçe, bil ki dünya güneşi gizlidir.

Kendi”ne gürz vur, benliği kırıp yok et; çünkü beden gözü, kulaktaki pamuktur, (5)

Bütün bu kullanımlar, “ben”e yüklenen olumsuz özellikleri yansıtmaktadır. Bu nedenle kötülüklere yol açan bu kişilik reddedilmelidir:

Kötülerin kötülüklerine acıyın; benliğe ve bencilliğe lânet ediniz.(6)

Mesnevî”den “ben” ve “sen” kişiliği üzerine kurulu bir hikâye, kazanılması gereken anlayışı ortaya koymaktadır: “Kurt ve tilkinin, aslanın yanında ava gitmesi” başlığını taşıyan hikâye özetle şöyledir:(7)

Aslan, kurt ve tilki av aramak için dağa gitmişlerdi…

Erkek aslan onlardan ar duysa da, ikramda bulundu ve yoldaşlık yaptı…

Dağ öküzü, keçi ve semiz tavşan buldular, işleri ilerledi…

Kurt ve tilki, -onların- padişahların adaletiyle bölüşüleceğini ümit ediyorlardı.

Her ikisinin ümidi, aslana yansıdı. Aslan o ümitlerin dayanağını bildi…

Aslan dedi: “Ey kurt! Bunu pay et. Ey koca kurt! Adaleti yenile…

Kurt dedi: “Ey padişah! Yaban öküzü, senin payındır. O büyük, sen de büyük, iri ve çeviksin.

Keçi, benimdir. Çünkü keçi orta boyda, aradadır. Ey tilki! Yanlış yapmadan tavşanı al.”

Aslan dedi: “Ey kurt! Nasıl dedin? Söyle; ben buradayken sen, “Biz ve sen” mi, diyorsun?…

Öne gel, ey kendini satın alan eşek!” dedi. Geldi. Pençesini vurdu ve onu parçaladı…

Ondan sonra, aslan tilkiye yüzünü çevirerek, “Yemek için bunu dağıt” dedi:

-Tilki- secde edip dedi: “Ey seçkin padişah! Bu semiz öküz, senin kuşluk yemeğindir.

Bu keçi, galip padişaha öğle için yahni olur.

O diğer tavşan da akşam için bu lütufkâr ve cömert padişahımıza gece çerezi.”

-Aslan- dedi: “Ey tilki! Sen adaleti parlattın. Böyle bölmeyi kimden öğrendin?

Ey büyük! Bunu nereden öğrendin?” -Tilki- “Dünya padişahı! Kurdun durumundan” dedi.

-Aslan- dedi: “Madem bizim aşkımıza tutsak oldun, her üçünü tut, al ve git.

Ey tilki! Madem bütünüyle bizim oldun, seni nasıl incitirim? Zira sen, biz oldun.

Biz, senin; bütün avlar, senin. Yedinci semaya ayak bas, çık.

“Ben” kimliğinin, “sen” kimliğinin karşısında yok edilmesi tasavvuru ve amacı, Mevlânâ”nın anlatımında manevî hayatla ilgili olduğu kadar gündelik hayat için de geçerlidir.

Mevlânâ, üst bir anlayış ve dille farklı tanımlamalarla düşünce dünyasına ve gündelik hayata zenginlik kazandırmıştır. Örneğin sözlerimizin başında aktardığımız hikâyede varlık iddiasına sahip olan “ben”, “sen” karşısında değer taşımamakta, “sen”in varlığına ulaştığında yücelmektedir.

Benlikçi “Ben” kişiliği, Mesnevî”de efendilik, padişahlık, sevgililik tavrıyla, bir başka görüntü olarak da akıllılık, bilgiçlik ve rehberlik iddialarında yerini bulmaktadır. Bütün bunlar gerek gönülde gerekse günlük yaşantıda gerçeği kavramaya, huzuru ve barışı sağlamaya engel olucudur. Bunların karşılığında bilinçsizlik, bilgisizlik ve bağımlı olmak, üstün kişilik özellikleri görülmektedir. Zira bu özellikler, muhataba yakınlaşmayı, sevilene bağlanmayı ve onunla bütünleşmeyi temin etmektedir. Bu bakış, elbette bir üst anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bu anlayışın esaslarına değinmeden ilgili bazı ifadeleri Mesnevî”den aktaralım:

Bu idrakin mahremi, idraksizden başkası değildir; dilin kulaktan başka alıcısı yoktur,(8)

Herkes bu varlığın tuzak olduğunu, iradeyle ilgili düşünce ve sözün cehennem olduğunu bilmektedir.

Ey doğru yola ermiş! Benlikten benliksizliğe kaçarlar veya sarhoşluğa veya meşguliyete,(9)

Kendini unutunca, anarlar seni; kul oldun mu, o zaman özgür bırakırlar seni, (10)

Birinci noktada benlik dolu “ben”den söz edilmişti. Bu “ben”in “sen” olma süreciyle ilgili bazı değerlendirmeler de biraz önce söze geldi. “Ben”, varlığını terk edip “sen” olunca, artık önceki benlik sahibi “ben” yoktur. Bundan sonra söylenen “ben”, “sen” için söylenmektedir.

Bu noktada kavranılmasında güçlüğe düşülen “Ene”l-Hak” kavramı önümüze çıkmaktadır. Bu kavramı ele almadan önce, “ben”den “sen”e ve sonra farklı anlamdaki “ben”e geçişin zihinlerde doğurabileceği tereddütlerle ilgili, Mevlânâ”nın bazı ifadelerine yer vermek gereklidir.

Aşağıdaki beyitlerde Mevlânâ, “ben”i kullanan iki kişiden söz etmektedir. Bunlardan biri, “Ene”l-Hak (Ben Tanrı”yım)” sözünü Müslümanlar arsında ilk defa söyleyen ve bunun sonucunda ilahlık iddiasında olduğu düşünülerek öldürülen ünlü sufî Hallâc-ı Mansûr (ö. 922). Diğeri de, halkına “Ben, rabbinizim” diyen Firavun”dur. Bunlardan birincisi, “sen”de yani sevgilide kaybolan “ben”i, diğeriyse iddiacı “ben”i temsil etmektedir.

Mevlânâ diyor ki:

Anneleri doğum ağrısı tutmadıkça, çocuk doğmak için hiçbir yol bulamaz.

Bu emanet gönüldedir ve gönül hamiledir; bu öğütler, ebe gibidir.

Ebe der: “Kadının ağrısı yok, ağrı gerekli. Ağrı, çocuk için bir yoldur.”

Dertsiz olan kişi, yol kesicidir. Çünkü dertsizlik “Ene”l-Hak (Ben Tanrı”yım) demektir.

O “Ben”i vakitsiz söylemek, lanettir; o “Ben”i vaktinde söylemek rahmettir.

Mansur”un o “Ben”i kesin olarak rahmet oldu. O Firavun”un “Ben”i ise lanet oldu; gör,(11)

Mevlânâ, benlik duygusunu bir ağaca benzetir: Kişi bu ağaçta bulunurken, gözü eğri ve şaşıdır. Bu ağaçtan aşağı inince, bu iniş nedeniyle Hak, ona yardım eder, böylece onun düşüncesi, gözü ve sözü düzelir. Bundan sonra tekrar bu ağaca çıkabilir, çünkü Allah bu ağacı değiştirip yeşillendirmiştir.(12)

Mevlânâ Firavun”un yanında Hz. Musa”ya karşı iddiaya kalkışan ve daha sonra ona inanan sihirbazların, Firavun”a şöyle dediklerini nakleder:

تو أنا ربٌ همی گویی به عام غافل از ماهیت این هر دو نام

رب برمربوب کی ارزان بود کی انا دان بند جسم و جان بود

نک انا مابییم رسته از انا از انای پر بلای پر عنا

آن انایی برتو ای سک شوم بود درحق ما دولت محتوم بود

Sen, halka “Ben rabbim” diyorsun; ama bu her iki adın mahiyetinden gafilsin.

Rab, terbiye edilene karşı nasıl titrer? “Ben”i bilen cisme ve cana nasıl bağlanır?

İşte, “ben”, biziz; “ben”den, bela ve dert dolu benlikten kurtulduk.

Ey köpek! O benlik, sende uğursuz oldu; bizim hakkımızdaysa, mutlak talih oldu.,(13)

Artık iki benlikten daha açık olarak söz edilebilir:

از انایی ازل دل دنگ شد این انایی سرد گشت و ننگ شد

زآن انای بی انا خوش گشت جان شد جهان او از انایی جهان

از انا چون رست اکنون شد انا آفرینها بر انای بی عنا

کو گریزان و انایی در پیش می دود چون دید وی را بی ویش

Gönül, ezel benliğinin dengidir; bu benlikse, soğudu, utanç oldu.

O bensiz benlikten can hoş oldu; o, dünyanın benliğinden sıçrayıp kaçtı.

“Ben”den kurtulunca, şimdi ben oldu. Aferinler zahmetsiz benliğe!

Çünkü o kaçıyor; benlik, onu, onsuz gördüğü için peşinde koşuyor,(14)

Burada iki “ben” arasındaki farklılığı vurgulayan bir beyte yer verelim:

من که باشم که بوَم من با منت ای گرفته جملۀ منها دامنت

Ey bütün “ben”lerin eteğine tutunduğu! Ben kim oluyorum ki senin “ben”inle birlikte olayım?(15)

Artık bütünlük taşıyan ve sevgiliyi tanımlayan ben, böylece “Ene”l-Hak” ifadesinde yerini bulmaktadır. Bu tanım üzerinde konuyu özelleştirelim. Mevlânâ, konuşmalarından oluşturulan eseri Fîhi mâ fîh”te konuyu şöyle açıklamaktadır:

Halk, bu “Ene”l-Hak” demenin, büyük bir iddia olduğunu sanır. “Ene”l-Hak” büyük bir alçak gönüllülüktür. Çünkü “Ben Allah”ın kuluyum” diyen, iki varlık ispat eder; bir kendisini, bir de Allah”ı. Fakat “Ene”l-Hak” diyen, kendini yok edip mahvetmiştir. “Ene”l-Hak” diyor, yani “Ben yokum, hep odur; Allah”tan başka varlık yoktur. Ben tamamıyla yok özlüyüm, hiçim.” Tevazu burada daha çoktur. Halkın anlamadığı budur.(16)

Senin, “Sen Allah”sın ve ben kulum” demen dava ve kibirlenmedir. O zaman kendi varlığını da ispat etmiş olursun. Bu durumda ikilik gerekli olur. “O, Hak”tır demen de ikiliktir. Çünkü “ben” olmazsa, “o” mümkün olmaz,(17)

Bütün bu ifade ve yorumların vardığı nokta, sevgilerin bütünlüğe götürdüğü, “ben” ve “o” nitelemelerinin ayrılık barındırdığını açıklamaktadır. Sevgili olan “sen”e yakınlık ve bağlılık, bütün benliği sardığında bu nitelemeler ortadan kalkar. Benlikle var olmaya layık sevgili, yaratıcı “ben”le isimlendirilir. Mevlânâ bu izahı, günlük hayata da uyarlamakta, sevilenle ve hatta tüm toplumla bütünleşmeyi amaç olarak göstermektedir. Yukarıda dostun kapısını çalan kişinin hikâyesi ile aslan hikâyesi, bu bakışın günlük hayata yansımasının örneği olarak görülmelidir. Onun şu ifadeleri de bu gözle değerlendirilmelidir:

هرکه بی من شد همه منها خود اوست دوستِ جمله شد چو خودرا نیست دوست

آیینه بی نقش شد یابد بها زآنکه شد حاکی جمله نقشها

Bensiz olanındır, bütün benler; -kişi- kendisine dost değilse, herkes dostu olur.

Ayna, içinde suret bulunmazsa, değer bulur; çünkü bütün suretleri gösterir,(18)

آن یکی را روی او شد سوی دوست وآن یکی را روی او خود روی اوست

Birinin yüzü, sevgilinin yüzüne yönelmiştir; o birinin yüzüyse, bizzat sevgilinin yüzüdür,(19)

هرکجا دلبر بوَد خود همنشین فوق گردون است نی زیر زمین

Yanında dilberin bulunduğu yer, yerin altı değil, gökyüzünün üzeridir,(20)

Mevlânâ”nın ve yoldaşlarının bu ikna edici ifadeleriyle Anadolu”da olgun insanlar “ben” zamirini kullanmadılar, bende, kul, köle, hizmetkâr, fakir ve günahkâr gibi benliği dışlayan sıfatları benimsediler.

Mevlânâ dünya hayatında cesur, yardımsever, özverili ve tok gözlü olmayı öğütlerken muhatabı ve toplumu öne çıkarır. Mevlânâ der ki:

Sözün özü şudur: Topluma dost ol,(21)

Mevlânâ”nın bütün bu anlatımlarıyla kişi, ikinci şahsa yani muhatabına olan ilgisi ve sevgisi ölçüsünce özellik sahibidir. Böylece o, genel anlamda insanı, dar anlamda sevgiliyi özel ve üstün konuma yerleştirmektedir. Onun düşünce sistemindeki sevme, acıma ve fedakâr olma gibi insana onur sağlayan özellikler, bu çerçevede daha geniş anlam kazanmaktadır.

Dipnotlar:

Bu Yazı: Muğla Üniversitesi tarafından düzenlenen “Uluslararası İmgebilim Sempozyu”nda sunulmuştur (26-28 Nisan 2004).

(1)Mesnevî: The Mathnawi of Jalâlu’ddîn Rûmî, nşr., trc., şerh Reynold A. Nichol­son, I-VIII, London, 1925-1940 (1, 3, 5. ciltler metin; 2, 4, 6. ciltler İngi­lizce tercüme; 7 ve 8. ciltler şerh), I, 3056-3063.

(2)Mesnevî, IV, 1996.

(3)Mesnevî, IV, 2763-2764.

(4)Mesnevî, I, 3012.

(5)Mesnevî, VI, 731-732.

(6)Mesnevî, I, 3416.

(7)Mesnevî, I, 3013-3112.

(8)Mesnevî, I, 14.

(9)Mesnevî, VI, 226-227.

(10)Mesnevî, III, 3076.

(11)Mesnevî, II, 2518-2523.

(12)Mesnevî, IV, 3562-3569.

(13)Mesnevî, V, 4128-4131.

(14)Mesnevî, V, 4138-4141.

(15)Mesnevî, V, 4152.

(16)Fîhi Mâ Fîh, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed, nşr. B. Furûzânfer, Tah­ran, 1330 hş./1951, s. 44.

(17)Fîhi Mâ Fîh, s. 198.

(18)Mesnevî, V, 2665-2666.

(19)Mesnevî, I, 314.

(20)Mesnevî, III, 4511.

(21)Mesnevî, II, 2150.