ÂKİF VE TASAVVUF

 ÂKİF VE TASAVVUF

Âkif, Safahat’ın altıncı kitabı “Asım“ı 1919’da yazar. Bu tarihte kendisi 46 yaşındadır. Devlet hizmetinde bulunmuş, halk ile aydın arasındaki ilişkileri çok iyi kavramış, halkın ve aydının sosyal ve siyasi hadiselerle ekonomik ve dinî konulara yaklaşımındaki derin uçurumun farkına varmıştır. Üstelik ülke, bu farklılığı aşmanın ötesinde, işgal tehdidiyle sarsılmaktadır. Kendisiyle birlikte yetişen aydının çoğu, halktan çok kendilerini kurtarma sevdasındadır. Dolayısıyla, ülkenin muhtaç olduğu değerler sistemini ihya şuurundan uzaktadır.

Aydın kendi iradesini milletin iradesinin üzerine çıkarma sevdasındadır. Buna gerekçe olarak da dini görmektedir. Batı’dan etkilenen o dönemin okumuşu, Hıristiyan aydının kendi dini için gerekli gördüğü reformu, bizde İslâm’ı ret tarzında ele almaktadır. Geriliğimizin sorumlusu, onlara göre dindir. Bunun için de dinî müesseselerin hepsine top yekûn bir hücum vardır. Dinî değerleri koruyan, yücelten, öğreten ve geleceğe taşıyan bütün kurumlar bu saldırının sağanağı altındadır.

Âkif, bütün bunlara cevap vermeye çalışır. Konumuz, onun tasavvufi eğilimlerini tespit etmek olduğu için, diğerlerini bir kenara bırakarak biz burada yalnızca bu husustaki görüşleri üzerinde duracağız.

Âkif, yoz aydının dergâh ve tasavvuf olayına yaklaşımını şöyle takdim eder:

“Sürdüler Türk’e “Tasavvuf” diye olgun şırayı:
Muttasıl şimdi, “hakikat” kusuyor sıtkı Dayı!
Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, birde şarap;
Kıble: tezgâh başı meyhaneci oğlan: mihrap.
Git o “divan”mı ne karnağrısıdır, açta onu,
Kokla bir kere, kokar mis gibi “sandıkburnu!”

Burada, tasavvuf’u “işret âlemi” şeklinde telakki eden zihniyete lanet vardır. Biliyoruz ki, “ibahiyye” diye bir telakki tasavvufa mal edilerek her şey mubah görünmektedir. Bu zihniyet, tasavvuftaki hoşgörüyü bu noktaya kadar çekerek dinden hareket edip dini yozlaştırmak istemektedir. Din için en önemli tehlike olarak şairimiz bunu görmekte ve bunu da şu mısralarla dile getirmektedir:

“Sonra tenkide giriş: hepsi tasavvufla dolu:
Var mı sofiyye de bilmem ki ibâhiyye kolu?
İçilir, türlü şenaatler olur, bî pervâ!
Hâfızın ortada divanı kitab-ül fetvâ:
“Gönül incitmeden keyfin neyi isterse becer!”
Ürefa mesleği; âlâ, hem ucuz, hem şeker!..

Rahman Sûresi’nde, “Gökte ve yerde olanlar, her şeyi O’ndan isterler. O, her an yaratma halindedir.” (2-Ayet; 29) denilmektedir. Âkif: bu hususa bir kıtasında işaret ederek der ki;

“Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!
Bunların hakkında bilmem bir bahânen var mı? dur!
Mâsivâ bir şey midir, boş durmuyor Hâlık bile:
Bak tecellî eyliyor bin şen-i günâgün ile.
Ey, bütün dünya ve mafiha ayaktayken, yatan!
Leş misin, davranmıyorsun? Bâri Allah’tan utan!..”

Burada aktif bir heyecan var. Zaten şiirin adı da “Durmayalım“. Şair, o kadar ustaca meseleyi ele alıyor ki, hem mistik, hem aksiyonerdir. Ancak, tasavvuf ehlinin, kendisine mesele edindiği “Allah’ın her an bir tecellî halinde” olduğunu, günlük hayatımıza getirip, bize buradan yeni ufukların müjdesini veriyor. Tabii Âkif, kula böyle hitap ederken, Rabbine da sitemden geri durmuyor ve zaman zaman el açıp târizde bulunuyor:

“Tecellî etmedin bir kere Allah’ım Cemâlinle
Şu üç yüz elli milyonu öldüren celâlinle.”

“Her an ediyorsun beni mahkum-u Celâlin
Kurban olayım nerde senin, nerde Cemâlin?”

Böyle bir hayat tarzı, öncelikle sağlanacak ruh sükûnu için yine sakin bir ortamı arar. Muhitin böyle oluşmasını ister. İnsanoğlu, kendi ıstıraplarından kurtulmak için koştuğu bu vadide, yine ıstıraplara tâlip olurken, yalnızca kendini dinlemek ister. Çünkü bu hususi bir hâldir. Vecdinden istiğrak’ına kadar, bütün mest oluş merhalelerin de, Yaratanıyla bir olmayı, o vecd halinin bozulmamasını diler. Tefekküre yönelişte, “inziva” gereği bundandır…

Şimdi Âkif’in yaşadığı ortama bakalım: Düşman topları aylarca Çanakkale Boğazı’nı dövüp, binlerce gencimizin kanını bu sulara akıtmış. O yetmemiş, arkasından İstanbul’a ayak atmış. O yetmemiş, ordularımız terhis edilip, silahlarımızın toplanması istenmiş. Halk aç ve perişan. Aydın korkak ve dağınık. Ordu çaresiz ve başsız, yönetim, kendini kendine kabul ettirecek güçten uzakta. Böyle bir ortamda, her tarafta namusumuz, şerefimiz, bağımsızlığımız için “bedel” aranırken, kalkıp, insanımızı kendi derûnuna davet etmek mümkün müydü? Böyle bir ortamda, tasavvufun kendi kanalından çıkarılan tarafına bakacak ve hayatı yorumlarken, özellikle bu telakkiyi yozlaştıranlara hücum edecekti… Değilse, tasavvufa karşı değildi. “Akıl“dan ve “ilim“den çokça söz etmesine rağmen, dinî hayatın vecd hâline dönüşmesi diyebileceğimiz tasavvufi terimlere de bol bol yer vermiştir. İşte bazı örnekler:

“Vecde dâl, vahdete gel, âlem-i kesretten uzak,
Yalnız sanii gör, san’atı, masnuu bırak,
Ben de bir yer bularak şöylece tenha dalayım,
Varlığımdan geçeyim, mahv-ı temaşa kalayım.”

Vahdet-i vücut” tasavvuf’ta insan ve varlıkların tek varlıktan çıktığı, bütün varlıkların Allah’ın tecellisi olduğu görüşüdür. Âkif bu şiirde, “Vecde gel, vahdete dal” derken bunu kastetmekte ve altında da “Mahv” tabiriyle yok oluşu anlatmaktadır. Ki, bu da, ileri seviyede “Fenafillah“a varır. Yani Allah’ta yok oluş:

“Hakkın bu velî kulları taş türbeye girmez,
Gufrâna bürünmüş, yalnız fâtiha bekler.”

Burada net bir şekilde, velâyetin şeklin dışında olduğu gerçeği ifade edilmektedir. Ki, doğrudur. Bizde “Velî” kabul edilen kişiler için görkemli türbeler yapılırdı. Selçuklu’nun en önemli özelliği yalnızca resmî kişilere değil, devlet ileri gelenlerine, hayır sahipleri ve beylere de türbeler inşa etmesidir. Osmanlı’lar, bunu Padişahlara inhisar ettirmiş, arkasından büyük veliler için de aynı yola gidilmiştir. Äkif, İslâm’ın meseleyi bu dış cephesiyle ele almadığı görüşündedir. Onlar, zaten İlâhi bağışa mazhar olduklarından, yalnızca “Fatiha” gibi bir dua en büyük türbeleridir. Kendisini cemiyetten tecrit eden bir insan dünya hayatındaki gizliliğini, elbette uhrevi hayatında da isteyecektir. Âkif bu inançtadır ve bunun için, Velâyeti şeklin dışına taşımak istemektedir… Vakıa;

İlahi, emrinin âvâre bir mahkumudur âlem
Meşiyyet sende, her şey sende, Hiç bir şey değil Âdem“, derken de cismanî hevesleri bir ruhi meşrep içerisine almakta, eritip insanı kendi hilkatinin özüne döndürmektedir.

Mehmed Âkif, Mısır’dadır. Yaşı da hayli ilerlemiştir. Artık o taşkın ruh arınıp durulmuş, onun yerine mülâyim, içe dönük, tevekkül ve tefekkür duygularının billurlaşarak şahsiyetine oturduğu bir Âkif gelmiştir… Yaşamış nice ıstıraplı mazinin hatıraları üzerine bina edeceği yeni şiirlerinde daha mistik, daha duygusal, daha sessizcedir.

Tasavvuf, hayatı deruni bir anlayış içerisinde ele alır. Aklın ve ilmin irdeleyici tavrının dışında, hilkatin sırrını tevekkül ve teslimiyet duygularıyla yorumlar. Yaratıcısıyla hemhâl olmak isteyen insanın vecdine yön verir. Bir Kudsi Hadis’te, “Ben insanın en büyük sırrıyım. İnsan da benim en büyük sırrımdır“, denilmektedir. Tasavvuf bu sırrın perde arkasına geçmek için İslâm’ın bütün prensiplerine bağlı kalarak ruh dünyamızın prensiplerini ortaya koyar. Cebrail, Resulüllah’ı “Sidretül Müntehâ“ya kadar getirir. İleri geçemeyeceğini beyan eder. Ekmel-i Mahlukat, Cebrail’den ileriye nasıl geçileceğini sorduğunda “Aşkla!..” cevabını alır. İşte, tasavvuf ehli bu aşkın peşindedir. Onunla yanmak, kendi ben’ini eritmek, kendinde Rabbine ulaşmak sevdasına taliptir… Zahir’den Batın’a geçişin çilesine koşar.

Mısır’ın toprağı pişiren çöl ikliminde Nil cömert vadileri yeşile boyasa da, Âkif ruhen kırgındır. Kendi yurdunda, kendi soydaşları arasında sesi istediği yankıyı bulamamıştır. Çölü baştanbaşa geçen Nil nehrinin kenarında kendi sessizliğine gömülürken, yine hassas, yine duyguludur. Maviye boyanan gökyüzü, ehramları kendi koynunda yalnızlığa çekerken, susturamadığı bu yaşlı Nil’e Âkif’in şiirleriyle kendi ruhunun yankısını katar. Âkif, daha yumuşak bir eda ile “Tevekkül‘ü, Bülbül‘ü, Leyla‘yı, Secde‘yi, Gece‘yi ve Hicran‘ı” burada yazar. Bu şiirlerinde daha teslimiyetçi bir eda vardır. Tasavvufî umdeler bu şiirlerin ana tonunu oluşturur. Ve bunlar, o kadar belirginleşir ki, çölün sessizliğinde şairi adeta dervişlerin riyazet hayatına çekilmiş olarak görürsünüz. Ülkenin her tarafını kan gölü haline getiren büyük bir sarsıntıdan sonra kabuğuna çekilen Türkiye, kendisini geleceğin huzurlu günlerine hazırlarken yeni arayışlara girer. Artık, savaşın ıstırapları gerilerdedir. Dış çatışma bitmiştir ama iç sürtüşmeler devam etmektedir. Âkif, kendisini bu iç kargaşanın dışına taşır. Kendi sessizliğine gömülür ve daha da uhrevileşerek adeta bir “Velî” edasına bürünür. Tasavvuf artık bütün cepheleriyle kuşatır Onu. Bülbül’ü; “Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem.!“, Leyla’yı, “Müebbed bir bahar insin bulanmış yurda, Mevlâ’dan.“, Vahdet’i, “La-havle velâ-kuvvete illâ-billâh!“, Gece’yi, “Senin yad olduğun sinende olsun varsa, pâyanım:“, Hicran’ı “Şuhûdundan cüra imanla yoktur kalmak imkânım,” Secde’yi, “Bırak hilkât’le olsun varlığım yek-pâre bir secde:” mısralarıyla bitirirken şiirlerinin hemen hepsine sinen metafizik ürperti, Onu İslâm’ı sadece aksiyon halinde tutan akılcı yanıyla birlikte getirip dergahın yumuşak postuna oturtur. Onun, ömrünün önemli bir bölümünü “Taceddin Dergâhı”nda geçirmesi de galiba bundandır… Herhangi birine bağlanmak yerine hepsinin rengini kendi ruh kumaşına nakşetmesi, Tasavvuf’un sır perdesini aralamadan insanları o cazibe otağına çağırmasındandır… O, Akıl’la İman’ın birbirini tamamlayan İlâhi gücünü bizim var oluşumuzun temel gerekçesi olarak görür.

“Yazar’ın yakında çıkacak “Gül Devrini Arayan Adam” isimli eserinden

MUHSİN İLYAS SUBAŞI
muhsinilyas@gmail.com