Alvarlı Efe Divanında Nûr-i Muhammedî İzleri

ALVARLI EFE DİVANINDA NÛR-İ MUHAMMEDÎ İZLERİ

Nisan 2013 sonlarında Erzurum’da Alvarlı Efe Sempozyum düzenlendi. Tebliğ sunacaklar arasında ben de vardım. Son anda ortaya çıkan bir sağlık sorunu dolayısıyla katılamadım. Hazırlamış olduğum bildirinin bir özetini aşağıda veriyorum.

ALVARL~1Avlarlı Muhammed Lutfi (1868-1956), Erzurum’un son dönem gönül erlerinden biridir. Bu kafilenin mensupları, târihimiz boyunca toplumumuz ve insanımızın öncelikli olarak neye ihtiyacı varsa o konuda önderlik etmiş ve mesai vermişlerdir. Bu çok defa eğitim öğretim yönünde olmuştur. Ama fervkalâde zamanlarda ve meselâ düşman istilâsı söz konusu olunca, vatan savunmasına koşmak da bu aziz insanların önem verdikleri işlerdendir. Tasavvuf tarihinde bunun geleneği vardır. Necmeddin Kübrâ’lar, Sarı Saltuk’lar, Gazi-dervişler, Alp-erenler bu anlayışın örneklerindendir.

Alvarlı Efe de benzer yolu tutanlardandır. Rus istîlâsı süresince Tercan’ın Yavi köyünde imamlık yapmıştı. Rusların çekilmeye başlamaları ve Ermeniler’in katliama girişmeleri üzerine Yavi ve komşu köylerden topladığı bir müfrezeyle Ermeniler’e karşı koydu. Ruslara âit büyük bir silâh deposunu ele geçirdi. Daha sonra Türk ordusuna katıldı ve ordu ile birlikte Erzuruma girdi (12 Mart 1918). Erzurum’un düşman işgalinden  kurtulmasında gösterdiği gayret ve kahramanlık gönüllerde yer etti

Daha sonra Hasankale’ye bağlı Alvar köyü halkının isteği üzerine oraya yerleşti. Halk arasında Alvar İmamı ve Efe Hazretleri unvanıyla tanındı. Bir Nakşibendî-Hâlidî şeyhi olarak 1939’a kadar bu köyde, bu târihten sonra da  Erzurum’da bölge halkını irşad ile meşgul oldu.

İlim ve irfan hayâtımızda yeri olan birçok kimse üzerinde etkili oldu. Mahviyet sâhibi ve mütevazı idi, küçükle küçük, büyükle büyük olabilen birisiydi. Şiirleri Hulâsatü’l-Hakāyık adıyla yayımlanmıştır (İstanbul, 1999. Metin içindeki sayfa numaraları bu baskıya aittir).

*

NÛR-İ MUHAMMEDÎ KAVRAMI

Nûr-ı Mu­hammedî veya Hakîkat-i Muhammediyye, mânevî bir varlık, bir nûr, bir hakîkat veya bir özdür. Hz. Muhammed’in mânevî şahsiyetinde sembolleşmektedir. O, Hz. Âdem’den önce yaratılmıştır. Allah ka­tında en sevgili ve en değerlidir. Başka varlıklar, nûrlar, ne­bîler hep onun gerçeğini tafsil ve beyan için yaratılmışlardır. Geçmiş bir nebî veya velî yoktur ki Hz. Muhammed’in hakîkatini yansıtmamış olsun. Bir peygamber olarak o, mânen en evvel, cismen en sondur.

Tasavvufta amaç insanın olgunlaşması, kemâle ermesi, insân-ı kâmil olmasıdır. Tasavvufî anlayışa göre Hz. Muhammed insân-ı kâmilin en mükemmel örneğidir. O aynı zamanda bir beşerdir. Hakîkat-i Muhammediyye anlayışı içinde bir beşerin alabildiğine yücel­tildiği görülür. Bu İslâm tasavvufunda insana verilen değerin bir tezâhü­rü sayılır.

Buradan hareketle, kemâle doğru yol almak isteyen bir kimse için Hakîkat-i Muhammediyye, ulaşıl­ması arzu edilen bir ideal sayılır.

Bu ideale mânevî bir yolculukla, ruh tasfiyesi ve mârifetle ulaşılır. Şüphesiz bunun da yolu Hz. Muhammed’i, “üsve-i hasene”, uyulacak en güzel örnek kabul etmek ve onun ahlâkiyle ahlâklanmaktan geçecektir.

İbnü’l-Arabî’nin ifâdesi ile, kemâl ubûdiyettedir. Hz. Muhammed de sırf kul idi. O, bütün davranışları sırasında dâimâ Rabbini müşâhede hâ­linde idi. Nitekim Hz. Ayşe Nakleder: «Resûlullah bütün zaman­larında Allah’ı anardı.” [1]

Şiirimizde ve edebiyatımızda Nûr-i Muhammedî kavramı çokça işlenen bir konudur. Özellikle Hz. Peygamber övgüsü demek olan “Na’t”lerde bu inanışa bir şekilde mutlaka yer verilir. Aşklı, şevkli ruhlarda bunun misalleri daha çoktur. Fethullah Gülen, Alvarlı Muhammed Lütfî’yi şöyle tavsif eder: O, “medrese ilimleri ile tekkenin aşk ve şevkini te’lîf etmeyi başarmış” biridir.’ Bu haliyle onda, nûr-i Muhammedî izlerine bolca rastlanır.

İlk yaratılan şey Nûr-i Muhammedî’dir. “Küntü kenzen mahfiyyen..” diye başlayan kudsî hadis kalıbında bir ifâde vardır: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim, beni bilsinler, tanısınlar diye mahlûkatı meydana getirdim.”

Bilinmeyi, tanınmayı murad eden Hak Taâlâ isim ve sıfatlarıyla tecellî eder. Bu oluşun, bu tecellînin bir takım safhaları vardır, bunlara “Merâtib-i vücud” denir. Mertebelerden birincisi; Zât, lâ taayyün mertebesidir. İkincisi, ilk zuhur, ilk tecellî, taayyün-i evvel diye bilinir.

Buna mertebe-i vahdet, Hakîkat-i Muhammediyye, akl-ı evvel gibi isimler verilir. Merâtib ve tecellîdeki en önemli safha budur.

Hakîkat-i Muhammediyye İlâhi zâtın, O’nun bütün isim ve sıfatlarnın tam mazharıdır. O, kâinat ağacının çekirdeğidir. Çekirdek ağacın mebdeidir.

Ebû Hüreyre’nin şöyle dediği rivâyet olunur: “Yâ Resûlallah sizin için peygamberlik ne zaman sübut buldu (gerçekleşti) diye sordular. O da dedi ki: Âdem ruh ile ceset arasında iken.” [2]

“Meyseretü’l-Fecr’den: -Yâ Resûlellah ne zaman peygamber oldu­nuz? dedim, Âdem ruh ile cesedi arasında iken, diye cevap ver­di.” [3]

ALVARLI’DA NÛR-İ MUHAMMEDÎ

Avlarlı şöyle der:

Hudâ halk etti Ahmed’i mukaddem kendi nûrundan
Mübârek kalb-i pâkin kenz-i esrar eyleyen Mevlâ

Ona göre sevgili Peygamberimiz Cenâb-ı Hakk’ın nûrundan ibârettir:

Nûr-i Mevlâ’dan mürekkebsin mükerremsin güzel
Ey kerîm-i hilkat kerem-şan Mürtezâ derler sana (s. 106)

*

İmâm-ı enbiyâdır bu, emîr-i evliyâdır bu
Ezel nûr-i Hudâ’dır bu dü-âlem muktedâ derler (s. 208)

*

Heyûlan nûr-i hüdâ şems-i saâdet ebedî
Ey hidâyet güneşi nâşir-i feyz-i samedî (s. 518)

*

Kütüb-i münzelesinde seni medh etti Hudâ
Kendi nûrun kabz edip habîbim ol dedi Hudâ  ( s. 518)

*

Nûrullahdan mürekkeptir Muhammed
Feyzullah’tan mürekkeptir Muhammed

Indellah’da mukarreptir Muhammed
Ya Rab Muhammed’e bağışla bizi (s. 562)

*

Bütün Cibrilleri hayrette koymuştur kemâlâtı
O, vücûd-i nûr, vücûdundan gelirdi bûy-i Rahmânî  (s. 578)

*

LEVLÂKE LEVLÂK

Na’t türü manzûmelerde en çok kullanılan motiflerden biri “Levlâke Levlâk..” ifâdesidir Hâkim Nîysâbûrî’in Müstedrek’inde ve Taberânî’de şu şekilde hadisler vardır:

Ömer b. el-Hattab Hz, Muhammed (as)’ın şöyle dediğini nak­leder: “Âdem, o mâhut hatâyı işlediği vakit, ya Rabbi Muhammed hakkı için beni bağışlamanı istiyorum, dedi. Allah: Ey Âdem ben Muhammed’i (cismen) yaratmadığım halde sen onu nasıl biliyorsun? dedi. Âdem dedi ki: Ya Rabbi sen beni elinle yaratıp bana rûhundan nefhettiğin vakit başımı kaldırdım ve arşın di­rekleri üzerinde Lâilâhe illallah Muhammedün resûlüllah yazılı olduğunu gördüm. Biliyorum ki sen kendi ismine ancak yaratık­ların en sevgilisini izâfe edersin, Yüce Allah, doğru söyledin ey Âdem, dedi. Onun hakkı için istiyorsan bağışladım gitti. Eğer Muhammed olmasa idi seni yaratmazdım”[4]

İbn Abbas’dan: “Allah Îsâ’ya şöyle vahyetti: Ey Îsa Muhammed’e îman et, ümmetinden kendisine ulaşacaklara da ona îman etmelerini emret. Şâyet Muhammed olmasa idi Âdem’i yaratmaz­dım, şâyet Muhammed olmasa idi cennet ve cehennemi yarat­mazdım. Arşı su üzerinde yarattığım vakit hareket hâlinde idi, üzerine ‘Lâilâhe illallah Muhammedün resûlüllah’ yazdım da sükûnet buldu.”[5]

Demek ki “Levlâke levlâk”, yani “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” ifâde­sinin bu lâfızla olmasa bile mânâ itibariyle doğru olduğu görü­lüyor.

Muhammed Lütfi bu inanışı benimseyen ve çok da seven biri görünüyor. Şu alıntılar ondandır:

Hil’at-i Levlâki zât-ı pâkine verdi Hudâ
Metn-i neşr-i şârih-i Tâhâ Muhammed Mustafa (s. 87)

*

Gönderdi sana hil’at-i Levlâke “le-amrük”
“İnşirah” ile “Ve-d-Duhâ” hem sûre-i “Tâhâ” (s. 90)

*

Senindir rütbe-i Levlâk senindir sırr-ı “Mâ evhâ”
Seni fevc-i, risâlette alemdar eyleyen Mevlâ (s. 99)

*

Muhammed’dir rahmeten lil-âlemîn
Emr-i Levlâk ile Memdûh-i Muîn (s. 139)

*

Rütbe-i Levlâkine Lütfî dayandı yâ Nebî
Âsiyân-ı ümmete göster cemâlin yâ Resul (s. 329)

*

Sultân-ı serîr-i kürsî-i Levlâk
Cemâline âşık ashâb-ı eflâk

Nûrullah’tan mürekkeptir zât-ı pâk
Rahmeten li’l-âlemîndir efendim  (s. 344)

*

Hil’at-i Levlâk ile müzeyyen etdi Mevlâ
Câmi-i kütüb oldu kitâb-ı Muhammedî  (s. 578)

HİLKATİN SEBEBİ

Bu inanışın bir sonucu olarak Hz. Muhammed hilkatin sebebidir. Kâinât onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Başta Hz. Âdem olmak üzere bütün peygamberler sevgili Peygamberimizin nûrunu tafsil için geldiği kabul edilir. Avlarlı bu inanışı şöyle nazma çekmiştir:

Kamu âlemleri halketdi Mevlâ
Muhammed hürmetine Hak Taâlâ (s. 617)

Sebeb–i hilkat-i eşyâ ola ol
Hilkat-i eşyâya da asl-ı usûl (s. 66)

Sebeb-i hilkat-i mahlûk-ı Hudâ nûr-i verâ
Meded ey kāfile-sâlâr-ı rusül huz bi-yedî, (s. 519)

Nûr-i zâtın enbiyâya rûh ola
Hem vücûdun hikmet-i fütûh ola, (s. 66)

HZ. ADEM, O GELSİN DİYE YARATILDI

Cedd-i pâk-i Muhammed Mustafâ
Havvâ  Ana cennette şems-i safâ

Âdem ü Havvâ  ki oldu müşteher
Cennet-i a’lâ içinde mu’teber

Cennet-i a’lâyı seyrân ettiler
Zevk u safâ ile devrân ettiler

Emr kıldı Âdem’e Rabb-i Muîn
Şecere-i hıntaya olma yakîn

Şecere-i hınta ki gördüler
Hüsn ü elvânına  hayrân oldular

Ne güzeldir bu şecere dediler
Emrden gaflet ederek yediler

Hakîkatte şecerenin hikmeti
Dünyâya gele Muhammed hazreti, (s. 68)

NÛRUN HZ. ÂDEM’DEN İNTİKALİ

İlk olarak yaratılan ve ilk insan olarak da Hz. Âdem’de beliren Nûr-i Muhammedî denen “hakîkat”, onun çocuklarına intikal eder ve peygamberler zinciri ile Hz. Muhammed’e kadar ulaşır: Alvarlı’dan tâkip edelim:

Hazret-i Âdem’i halketdi Hudâ
Nesl-i pâkinden gele nûr-i hüda

Cedd-i paki ola zât-ı Ahmed’in
Hâmil olan nûrunu Muhammed’in

Hâmil-i nûr-i Muhammed habbezâ
Şânına “alleme’l-esmâ”dır sezâ

Nûr-i Ahmed erişti Âdem’e
Hep melekler secde etdi Âdem’e

Nûr-i Ahmed Âdem’i gör neyledi
Mele-i a’lâda sultân eyledi  (s. 67)

Havvâ Ana, Şît’e oldu hâmile
Nûr-ı Muhammed ile de kâmile

Şît vücûda geldi nûr-ı Ahmed’i
Gösterirdi cemâl-i Muhammedi

Nevbet ile Nûh’a geldi nûr-i pâk
Görse Yûsuf der idi “rûhî fedâk”

Tâ ki  İbrâhim’e erişti bu nûr
Kâinâta doğdu bir şems-i sürûr

İsmâil düşünce  rahm-i mâdere
Nûr nüzûl etdi o demde Hâcer’e

İsmâil arş-ı berîn bir nûr idi
Nûr-i muhtar-ı Hudâ’ya Tûr idi (s. 69)

Ced-be-ced nakletti nûru Ahmed’in
Eşref idi ecdadı Muhammed’in

Her kime uğradı ise işbu nûr
Her kemâlat etdi anlardan zuhur (s. 70)

ÂMİNE’DE GÖRÜNEN NUR

Hz. Âdem’den beri sürüp gelen ve son olarak Hz. Muham­med’in babasında beliren “nübüvvet nûru”nun müşahhas olarak te­zâhürü ve intikali konusunda târihî kaynaklarda bilgiler var. Atın alnındaki beyazlık şeklinde de târif edilen, Abdullah’ın iki gözü arasındaki o parlaklık Hz. Muhammed’in annesi Amine’ye intikal etmiştir.

Muhammed Lütfi hâdiseyi şöyle nazmeder:

Hazret-i Abdullah’a gelince nûr
Mekke oldu ol zaman dâru’s-sudûr

Ol zaman mihr-i münevver Âmine
Ana olacak Muhammed Emîn’e

Âmine Abdullah’ın âilesi
Oldu âhir hazretin hâmilesi

Hâmil oldu Nûr-i Muhammed’i ol
Sâhibine nûrunu ede vüsûl  (s. 70)

….

Bu gelendir enbiyâlar serveri
Nûr-i Hak âhir zaman peygamberi (s.71)

Avlarlı Muhammed Lütfi’ye ait şu mısrâlar da onun derin Hz. Peygamber sevgisindeki Nûr-i Muhammedî izlerinin yansımalarıdır.

Feyz-i Feyyâz âleme verdi safa
Âlemi gark etti nûr-i Mustafâ (s. 75)

Nûru tuttu kâinâtı ser-te-ser
Âleme hikmetle erdi bu haber (s. 76)

Hak onu sevdi ezel halk etdi muhtâr eyledi
Vasfolunmaz srr-ı Yezdan’dır Habîb-i Kibriyâ (s. 89)

Nûr-i Muhammed’e yâr aşk idi ilm-i ezel
Makāmat-ı aşk ise âşıka yüz bin tabak  (s. 316)

Alemlere vermiş şeref
Nûr-i Muhammed her taraf
Neşreylemiş ders-i aref
Ahmed Muhammed Mustafâ  (s. 96)

Habîb-i Kibriyâ Ahmed-i muhtâr
Sultân-ı selâtîn zevi’l-i’tibâr
Nûrullah’dan mahlûk oldu bahtiyâr
Nübüvveti sâbit Kur’an iledir  (s. 139)

Güzeller güzeli nûr-i Muhammed
Âşıklar gözüne âşikâr olmuş
Güneşlerden güzel cemâl-i Ahmed
Ârifler gözünde müşg-bâr olmuş  (s. )290

Sonuç olarak :

Hâce Muhammed Lütfî’nin şiirlerinde, geniş şekilde Nûr-i Muhammedî görüşünün yer aldığını görüyoruz. Tasavvuf şiirimizin tamâmında, çeşitli seviyelerde bunun yansımaları bulunur. Aynı geleneğin 20. asırdaki bir temsilcisi olarak Alvarlı’da da yer alması gayet tabiîdir. Özellikle bu nûrun, Hz. Adem’den itibaren intikālini ve Hz. Âmine’de karar kılışını zevkle dile getirir. Böylece, Süleyman Çelebi’nin Mevlid manzûmesine eş değer bir üslûp ortaya koyar.

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
medeci42@yahoo.com

——————————————————————————–

[1] Buhari, ezan, 19; Müslim, hayz, 117
[2] Tirmizî, Menâkıb, 1
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 59
[4] el-Hâkim, el-Müstedrek, Haydarabad, 1335, c. II, s. 615; Taberanî, el-Mu’cemü’s-Sağîr, II, 82-83
[5]el-Hakim, el-Müstedrek, II, 615