MESNEVİ’DEKİ HİKÂYE ÜSLÛBUNA DAİR

MESNEVİ’DEKİ HİKÂYE ÜSLÛBUNA DAİR

Dr. Yakup Şafak

Kültür ve edebiyat tarihimizin en önemli simalarından biri olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273), aşk coşkusu ve ayrılık ıstırabıyla geçen bir ömrün sonunda, Müslümanlık ve insanlık âlemine, âşık bir ruhun en samîmi heyecanlarının dile geldiği, tasavvufî öğretinin en güzel biçimde işlendiği manzum ve mensur eserleri bırakmıştır ki bunların en önemlisi, aynı zamanda edebî bir şaheser olan Mesnevi’sidir.

Birlik şuuru içerisinde Allah aşkını, Peygamber sevgisini, insana saygı ve hoşgörüyü gönüllere yerleştirmeyi hedefleyen, İslâmiyetin aşk derecesinde bir samimiyetle yaşanmasını savunan Mevlâna, fikirlerini esas olarak Mesnevi’siyle kitlelere duyurmuş ve benimsetmiştir.

Bilindiği üzere, içinde fert ve toplumu ilgilendiren hemen her türlü konunun yer aldığı Mesnevi, baştan başa ayetler, hadisler, telmihler, hikayeler, fıkralar, özdeyişlerle doludur. Anlatılan her hikaye ve fıkra, konuya uygun, esprili ve iz bırakıcı niteliktedir. Mesnevi’yi ölümsüz kılan ve bugün dahi yerli ve yabancı geniş kitlelerin ilgisini büyük bir câzibeyle üstünde toplayan da, içerdiği fikirlere ilâveten bu özellikleri olmuştur.

Mesnevi’nin ilk beytinin manası, eski nüshalara göre, “Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor? Ayrılıkları anlatıyor.” şeklindedir. Beytin ikinci mısraında “hikâyet mî koned” fiilinin tercih edilmesi, şüphesiz hikâye kelimesinin manasının bir olayı, bir durumu hem doğrudan hem de dolaylı olarak, hikâye yollu anlatmayı kapsadığı içindir.

Müteakip beyitlerden anlaşıldığı üzere ney, başından geçenleri doğrudan anlatmıyor; hikâye ediyor: “Ney kan dolu bir yoldan bahsediyor; Mecnun’un aşk hikâyelerini anlatıyor.” (Mes. 1/11) Fakat insanlar, olayların merak uyandıran ve heyecan veren tarafıyla ilgileniyor; hikâye ve temsillerin ardına saklanan sırrı, yani asıl mesajı göremiyorlar: “Ben her toplulukta inledim; kötü hallilerle de arkadaş oldum, iyi hallilerle de. Herkes kendi zannınca bana dost oldu, (ama) kimse içimdeki sırları aramadı. Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir; fakat (her) gözde ve kulakta o nur yoktur.” (Mes. 1/5-7).

Şârihler, ney’in insân-ı kâmil’i, sazlığın (neyistan) ilâhî âlemi temsil ettiğini söylüyorlar. O halde Mesnevi’nin daha ilk cümlelerinin ve konusunun dahi temsil ve hikâye üzerine olduğu anlaşılıyor.

Mesnevi’deki bu anlatımın ardında yatan sebepleri anlayabilmek için İslâm edebiyatlarının karakteristiğini oluşturan mecâzî ifade tarzını bilmek ve uzun tahliller yapmak gerekir. Burada, Mesnevi’nin ışığında kısaca birkaç hususu belirtmekle yetinelim.

Öncelikle hikâye ve temsil, insanoğlunun merakını uyandırır, ilgisini celbeder; bu sayede konular, okuyucu ve dinleyicinin zihninde daha kolay kalır.

İkincisi, gelişmiş ruh ve zihinler, içlerindeki derinliği ve zenginliği ancak ihatalı ve çağrışımı fazla olan kelime ve cümlelerle anlatabilirler. Hz. Mevlâna, sık sık kelimelerin, manaları ifadedeki yetersizliğinden şikâyet eder. Tâhirü’l-Mevlevî, Mesnevi Şerhi’nin mukaddimesinde, “Yüksek bahisler ve derin hikmetler, böyle misallerle bir dereceye kadar anlaşılabilir” der.

Üçüncüsü, mânâ âleminin sırlarına vâkıf olmuş kişiler, hem sırları ehil olmayana vermek istemezler, hem de kendilerini doğrudan ortaya koymayı benlik davası sayarlar. Nitekim Hz. Mevlâna, “Hakk’ın kadehinden içen ârifler sırları bilir, fakat gizlerler. Her kime sırları öğretirlerse onun ağzını dikip mühürlerler” (Mes. 5/2239-2240) diyerek mecâzî anlatımdan başka bir çare ve yol bulunmadığını işaret eder.

O halde O’nun deyişiyle, “Güzellerin sırrını, başka şeylerden söz ederken zikretmek daha hoştur.” (Mes. 1/136) Ayrıca ibrete ve hikmete tâlip olanlar, hikâye ve fıkralara değil, asıl verilmek istenen mesajlara bakmalıdırlar: “Kardeş! Kıssa bir ölçeğe benzer; mana, içindeki taneye. Akıllı kişi taneyi alır; ölçek var mı yok mu ona bakmaz.(Mes. 2/3622-3623) Şaka ve latife bir şey belletmeye yarar. Onu ciddi gibi dinle; görünüşte latife oluşuna kapılma! Her ciddî şey, maskaralara göre maskaralıktır, şakadır; fakat akıllılara göre şaka dahi ciddîdir. (Mes. 4/3558-3559)

Bu çerçevede Mesnevi’de -az da olsa-zaman zaman müstehcen hikâye ve fıkralara yer verilmiştir.

Bazı ayetlerde ve hadislerde de umûmun bilgisine sunulamayacak mahrem ifadelerin bulunduğunu biliyoruz. İnsanı süflî arzulardan, şehvet bataklığından, vahşî ve ilkel eğilimlerden kurtarıp yüceltmeyi ve onu nâmütenâhî güç ve kudret sahibine yakınlaştırmayı hedefleyen İslâmiyet, kâh konunun zarûretinden, kâh fert ve toplumu uyarmak, eğitmek amacıyla gerektiğinde bu tür bir ifade tarzına yönelmekten çekinmemiştir.

Hz. Peygamber’i “üsve-i hasene = güzel örnek” olarak benimseyen ve hayata bakışını, birikimini Kur’an’ın ve Peygamber’in öğretisi üzerine bina eden âlimler, fikir adamları ve eğitimciler de ara sıra bu yola baş vurmuşlardır. Her işte olduğu gibi elbette bunda da ölçüyü kaçıranlar olmuştur. Ancak eldeki yazılı ürünlere bakıldığında açık saçık ifadelerin genellikle İslâmiyet’in hedeflediği amaca uygun olarak kullanıldığı, bu gayeye uymayan ve edebi bir zarafet taşımayan müstehcenliğin hoş görülmediği; ayrıca bu yolla topluma mesaj vermenin de nadiren başvurulan bir metod olduğu görülmektedir.

Nitekim söz konusu ifade tarzının ve hikayelerin, değil Mevlâna’nın Mesnevi’si gibi belli seviyede ve yerlerde okunan eserlerde; Gülistan, Bahâristan gibi asırlarca medreselerimizde, eski okullarımızda, cemiyetin her katmanında okunmuş ve okutulmuş matbû kitaplarda dahi -az sayıda da olsa- yer alması, bu konuya eski toplumumuzun hangi anlayışla yaklaştığını açıkça göstermektedir.

Eski kültürümüzde müstehcen unsurlara, daha çok edebi eserlerde, özellikle letâif kitaplarında ve bazı mesnevilerde rastlanır. Bu fıkralar ve deyişler ekseriya, en nazik konuları dahi belli bir seviyeyi koruyarak anlatma fırsatı veren nazmın imkânlarından da azami ölçüde yararlanılarak kaleme alınmıştır. Bunlardan başka kimi tasavvufî eserlerde ve menkıbe kitaplarında da yorumlanması güç bazı olaylar ve hikayeler arasında açık saçık anlatımlara tesadüf edilir.

Ayrıca temel karakterini tasavvufî duyarlılığın belirlediği, asıl olarak güzelin değil, her türlü güzelliğin ifade edildiği eski şiirlerde -genellikle yüz güzelliği dile getirilse de- bazen şairlerce, sevgilinin mahrem uzuvlarına yer verildiği de görülür. Bu mecazî (sembolik) anlatım tarzı, eski insanlarca genel kabul görmüş ve konu, edebî eserlerin farklı karakteri içerisinde mütâlaa edilmiştir.

Hâsılı, tarih boyunca, keskin ve kıvrak bir zekânın da tezâhürü olarak mizaha, ince alay ve espriye özel bir ilgi göstermiş olan milletimiz, insan olmanın tabii bir sonucu olarak, bu sahaya da ilgisiz kalmamış ve o yolda bazı edebi ürünler vermiştir. Ancak erkek egemenliğine dayanan ve bugüne göre oldukça kapalı olan, kadın ve erkeklerin ayrı ayrı toplandığı, sohbet edip eğlendiği, kadınların çoğunlukla okuma yazma bilmediği bir toplumda mahrem, açık saçık anlatımlar, dar ve özel çevrelerde kalmış; dini anlayış, eğitim ve ahlâkî seviyenin yüksekliği nedeniyle yayılma istidadı göstermemiştir.

Kanaatimizce bu yaklaşım, esas olarak, yeryüzünün en değerli varlığı olan, iç dünyasındaki heyecanlar, zevkler, soyut tecrübeler ve fikirler için farklı bir dil yaratma yahut kullanma şansına sahip bulunmayan insanoğlunun, -dini esasları zedelememek ve toplumsal düzeni bozmamak kaydıyla- kendini her hâlükârda ifade etmesi zarûretine ve hoşgörüsüne; onun zihnen ve ruhen gelişmesine duyulan saygıya dayanmaktaydı. Nitekim toplumun en önde gelen kişileri, devlet adamları, şeyhülislamlar, âlimler, sûfîler, edipler, en mûtena ve kutsal konularda dahi hep aynı retoriği kullanmışlardı.

Tekrar Mesnevi’ye dönecek olursak, yazıldığı andan itibaren asırlarca kültür dünyamızı yoğuran en önemli eserlerden biri olan ve bugün de önemi ve tesiri bütün dünyada artarak devam eden bu kıymetli kitaptaki söz konusu hikâye ve fıkraları, bu perspektifle değerlendirmek gerekir. Nitekim eski kültür ve edebiyatımızın büyük mütehassıslarından M. Fuad Köprülü, bu hususta “Tersim ettiği bâzı müstehcen hayat safhalarında biraz fazla realist olması, Mevlânâ’nın şahsiyeti ve Mesnevî’nin yazılışındaki maksat düşünülünce, hiçbir sûretle muâhaze edilemez” demektedir. (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4. Bs., Ankara, 1981, s. 229)

Keza ilim âleminde Mevlâna ve mevlevilik konusundaki değerli araştırmalarıyla tanınan Abdülbaki Gölpınarlı, “Tam bir halk adamı olan Mevlânâ, halk gibi bu çeşit hikâyeleri, bâzı kere anlatmakta hiçbir beis görmemektedir. Esâsen Mevlânâ, bu (bahislerde) bilhâssa şehvete düşkünlüğün kötülüklerini ilk plâna almakta; (…) kadınsız bir toplumu, bütün iğrençlikleriyle (gözler önüne) sermektedir. (…) O, hiç çekinmeden, sırası geldikçe, medreseyi de, tekkeyi de kınamaktan (kaçınmaz) ve gerçekçiliğini, bütün açıklığıyla belirtir.” demektedir. (Mesnevi ve Şerhi, MEB yay.,İst., 1985, V, 248; VI, 585-586)

Ömrünün büyük bir kısmını, Mevlâna ve eserleri üzerindeki çalışmalarla geçirmiş olan merhum Şefik Can da bu konuda geniş değerlendirmelerde bulunur ve adı geçen ilim adamlarının görüşlerini paylaşır. (Bkz.Mevlâna – Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri, İst., 1995, s. 187 v.d. )

Dolayısıyla Mesnevi’de yazılan az sayıdaki mahrem hikâye ve fıkraları, eserin yazıldığı dönemin özellikleri, yazarın fikir ve sanat dünyası, amacı, üslûbu, gelenek, edebi eserlerin farklı karakteri, mevzuun nezaketi v.s. göz önünde bulundurarak ele almak; konuyu, eserin bütünlüğünden ve zikredilen şartlardan soyutlamadan değerlendirmek, aklın ve vicdanın gereğidir.

Senâî’nin, “Benim beytim, beyit (ev) değil, iklimdir; benim hezlim, hezl (yergi, mizah, açık saçıklık) değil, talim (eğiticilik, öğretim)dir” sözünü nakleden Mevlâna, “Mesnevi’nin sözlerindeki sûret, sûrete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir; manaya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur. Tanrı da ‘Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır’ buyurmuştur. Ârif, “şarap” dedi mi Tanrı için olsun abes görme. Ârife nasıl olur da bir şey, yok olur? Sen Şeytan’ın içtiği şarabı anlarsan Tanrı şarabını nereden düşünebileceksin?” der. (Mes. 6/655-658)

İkaz etmenin yeterli olmadığı bazı konularda okuyucuyu sarsma ve şiddetli bir şekilde uyarma yolunu da gerekli gören Mevlâna, bazı hikayelerine konu edindiği şehvet âfeti hakkında da şunları söyler: “Hırs, çirkinlikleri bile güzel gösterir; yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur. Yüzbinlerce iyi, güzel adı kötüye çıkarmıştır; yüzbinlerce akıllı-fikirli kişiyi şaşkına çevirmiştir, şehvet! Şehvet yemekten, içmekten meydana gelir. Az ye, az iç; yahut bir kadınla evlen de kötülüklerden kaç. A tavsiyede bulunan kişi! Şehvet, soyu-sopu üretmek için lâzım olmasaydı, Âdem, utancından kendini hadım ederdi. (Mes.,Gölp. 5/1369-1370, 1373, 941) Kanadını koru, şehvete kapılma da meyil kanadın seni cennetlere yükseltsin. Din erbabı şehvet ateşinden yanmaz; halbuki o, başkalarını tâ yerin dibine geçirmiştir.” (Mes. 3/2133, 1/862)

Sonuç olarak ahlâkî öğüt veren her eserde böyle bir iki fıkra, her şairin divanında birkaç parça şiir bulunabilir. Eski insanlar, bunları az da olsa eğitim veya sanat amaçlı olarak kullanmakta bir sakınca görmemiş ve işi ayağa düşürüp, onlardan bayağı manalar çıkarmaya yeltenmemiştir.

Mesnevi’de de bu amaca yönelik olarak bazı müstehcen hikaye ve fıkralar anlatılmıştır. Bunların birkaçında görülen vurgulu ve ayrıntılı söyleyişi, müellifin üslûbundan ziyade, o günün şartlarında bu tür ifade tarzının yadırganmamasına bağlamak gerekir. Zira bu anlatım biçimi, farklı kültür, din ve ırklara mensup toplulukların bir arada yaşadığı, islâmî prensiplerin tam olarak geniş kitlelerde yerleşmediği, tabiatıyla gayr-ı meşrû, gayr-ı tabîî ilişki ve alışkanlıkların bulunabildiği bir dönemin gerçeklerine de uygundur.

Şu da bir hakikattir ki bir idealin ve inancın çilesini -gerek kendi nefislerinde, gerekse toplum içerisinde- çekenler, ulaştıkları her aşamanın ağırlığını omuzlarında hissederek içinde yaşadıkları cemiyeti bulundukları yere yükseltebilmek için, hep gelişme ve büyümenin önündeki engelleri aşmak; insan tabiatının bir sonucu olarak kendi dünyalarından ve menfaatlerinden ayrılmak istemeyenlerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır.

Kanaatimizce eski insanlarımız, genel olarak bu gerçeği iyi kavramışlar; onun için yüksek kişiliklerini ispat etmiş, ahlâkıyla, fedakârlığıyla, sevgi ve hoşgörüsüyle, hayata renk katan esprili yönleriyle, insanı yücelten ve sorunlara çözüm üreten fikirleriyle temâyüz etmiş kişileri bağırlarına basmışlar ve örnek şahsiyetler olarak kabul etmişlerdir. Aynı anlayışla idareciler ve yetkililer de onların, bazen toplumun yerleşik kurallarını ve alışkanlıklarını sarsan sıra dışı çıkışlarını ve söylemlerini -belli bir amaca yönelik olduğunu bilerek- müsamahayla ve saygıyla karşılamışlardır.

[divide style=”2″]