ÂKİF VE ASIM’IN NESLİ

ÂKİF VE ASIM’IN NESLİ

Mehmed Âkif, İstiklâl Harbi sonrasında, devlet felsefesinin alacağı şekli ve o felsefeye hüviyet verecek insan tipini “Asım’ın Nesli“nde görür. Devletin yeniden kurulduğu yıllarda, evvelâ devleti, sonra düşünceyi dikkate almak isteyenler, yeni neslin hüviyeti üzerinde daha sonra tartışma yapabileceklerdir. Âkif ise, 1924′ lerde, Safahat’ın 6. kitabı Asım’ı yazarak modeli ortaya getirir.

Bu nesil, yeni bir medeniyeti, devirlere, cemiyetlere, heveslere göre değişmeyen, muhitine uymayıp, muhiti kendisine uyduran bir karakter ölçüsüne kavuşturmalıdır. Kültürel alt yapısı bulunan böyle bir kaynağı kurutmak yerine, onu, zekası, kalbi ve iradesiyle uyuma götürüp, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısına bir arma gibi nakşetmelidir. Genelde insanımızın gerçeğinden, sosyal şahsiyetimizin zaruretlerinden uzakta, kozmopolit kültür ve medeniyet artıklarına heveslenen ‘uygar aydın tipi’ne karşı, millî bir tip olarak ortaya gelmelidir.

Âkif, işte bu tip için “Asım“ı yazmıştır. Onun için de, bu 2.500 mısralık bölüme, “Çanakkale Şehitlerine” yazdığı şiirini de koymuştur. Çünkü bu savaşta 250 bin Asım kaybetmiştik. Her şehit, onun için bir Asım’dı. Dolayısıyla da, bu şiirin en yoğun yeri Çanakkale Şehitleri için yazdığı bölümüydü: Bu şiirde, akıtılan kanın, çekilen çilenin, dökülen gözyaşının bir bedelinin olması gerektiğini ifade ediyordu. Bu da, vatanın hârimi ismetine düşman ayağının girmemesiydi. Çözülmüş bir kültürün mahsulü olan modern insan, ona göre hastaydı. Kana doymuyordu. Kendi medeniyetini manen enkaz haline getirenler, şimdi başkalarının topraklarında, “Karnındaki esrarı hayasızca döküyor“du. Zekanın sahip olduğu mânevi potansiyeli işleyip geliştiremediği için, materyalist diyalektik heveslere teslim oluyor ve hayatı onun sınırlı çerçevesinde yorumluyordu. Kendi insanının ufkunu, başkalarının kanlarıyla açmaya çalışınca, ortaya çıkan bu “kahpe ve yüzsüz medeniyet”, bize hicran getirmekten öte, ne işe yarayacaktı?

İşte “Asım’ın Nesli, çağdaş atmosferin kısırlığını ve onun hasta yapısını çok iyi tahlil edecek olağanüstüye yükselen duyguların sipahisi olmalıdır. İslâm’ın ruhu olan merhamet ile savaşın mantığı haline gelen fedâkârlığı kaynaştırıp ortaya çıkacak bu izdivâcın evlâdına yeni bir hüviyet verilmeliydi. Âkif, bu kimliğin ad ve soyad hanesine Asım’ın adını yazmıştı. Bunun için de ondan çok şeyler umuyordu: “Şarkın beklediği dehâ“yı o temsil edecekti. Çünkü o Şark, marifet ve faziletten uzaklaştırılmıştı, ama çok sağlam bir mirası vardı. Bu da, “Din-i Mübîn“le faziletlendirilmişti. Müslüman’ın yaşama gücündeki en dramatik örneği Çanakkale Harbi ve İstiklâl Savaşı’nda ortaya koyan bu genç neslin temsil ettiği iman, onu yarına da götürecek en kuvvetli vasıtalardan birisidir. İmanın hakikati ile ilmin gerçeğini birbirine ters düşürmeyecek bir şekilde ortaya koyabilecek sağlam idraki de bu nesil temsil ediyordu. İhmal edilen marifetin yeniden kazandırılması için ‘tahassüsün hayatın en dinamik unsuru olması gerekir. “Tek dişi kalmış canavar“ın beldesine, “Bir gün evvel gidip bir saat önce dönmek” için “Şarkın kucağını açıp beklediği“ni hatırlıyordu…

Servetin put haline geldiği, merhametsiz bir rekâbetin hayatımızın bütün safhâlârına yerleştiği, kendi gönlündeki ulûhiyeti kaybedip onun yerine paganizmi hakim kıldığı, rahatı için geliştirdiği tekniğin gölgesinde o tekniğe köleliğin korkusunu yaşayan insanlığın sığınabileceği tek gölge, kaynağını imanda bulan sevgiydi. Âkif, Asım’da işte bu mefkûrenin mistik romanını yazdı!..

Hayatı bütün safhâlârıyla ele alıp, şehir kahvesinden köy odasına kadar detaylandırarak bir cemaat terkibi ortaya getirir. Bu terkibin beyni iman, kalbi gayrettir. Nefretle hayranlığı iç içe koyup şahsiyetine çivilemiş ‘Batı Tipi İnsan’ı bizim neslimizin kabullenemeyeceği açıktı. Makine medeniyetinin ruhsuz diyalektiğinin çıkmazlarını görmüş ve bunun için kendi insan tipine, samimiyeti hedef olarak göstermişti. İnsanı yaşatmak için insanı öldüren savaşların mantığını tahlil ederken, insanın gayesinin bu olmadığını, bu gayenin tıkanılan yolda vasıta olduğunu söyler.

Millî irademizin psikolojik realizmle birleşerek kan gölüne sürüklendiği o dönemde, savaşı sevmek ve sevdirmekten başka çare var mıydı? Çünkü müstevlilerin gururu kırılmazsa, haremgâhımızda çilingir sofrası kuracaklardı. Kara taassupla, kızıl imansızlığın, merhametsizlikle, ayak oyunlarının ve yağmalama iştihasının iç içe olduğu o günkü Batı saldırganlığı, kaldıracağı sınırların ortasında bir kölelik medeniyeti kuracak ve geçmişteki Haçlı yortuları bizim ıstırabımızı malzeme yapacaktı. Papa 2. Urbanus’un bu sadist idealine ulaşma uğruna, ülkemizi zulüm çemberi içine alanlar, tükenmiş iradeyi yeniden sağlanmış bir şekilde karşılarında buldularsa, hep bu tepki şuuru yüzünden bulmuşlardır. İmanına yönelen tahakküme duyulan nefret, ölümü ülkü haline getirince, onun sipahi çocuğu, son hamlesini de dedesi Hacı İlbey’i gibi yapacak ve mâkus talihimizi yenerek ülkemizi insanımızın kundağı olarak bırakmayı başaracaktır.

İşte, Mehmed Âkif Ersoy, çağdaşlarını cepheye sevk eden bu netameli günlerde, hem silahını, hem de kalemini gönlünün ateşine banarak çift yönlü savaş yaptı ve “Asım“ı bizden biri ve bizim için bir millî tip olarak ortaya getirdi.

Asım’ı dünün çöküşünden çıkarıp yarının gelişmişliğine ulaştırmış olarak görmek ister. Üstelik bunu da bir İlâhi sır şeklinde fısıldar kulağımıza:

“Asım’ın nesli. diyorsun. Ne uzun boylu hayâl!

-Asım’ın nesline munkaad alacak istikbâl.

Sana vicdanımı açtım okudum, dinlesene;

Söyleten başkasıdır, bakma, Hocam, söyleyene.”

Bedr’in Arslanları” seviyesinde bir nesil, kanıyla kurtardığı ” Tevhit“, Onu o kadar yüceltmiştir ki, “tarihe” bile “sığmaz“. Şehit olunca da, “Kâbe” mezar taşı olur Onun. “Mor bulutlardan açık türbesine tavan” yapan Mehmed Âkif, bu neslin Çanakkale trajedisini destanlaştırırken, kurtarıcı tipi, umut nesli başka şekilde anlatamayacaktı. Çünkü ona yüklediği sorumluluk ta bu derece engin, bu derece derindi. Kaliteyi ifade de ancak kaliteli cümle ile olacaktı. Bizim ruh coğrafyamızın haritacıları, ruh anıtımızın mimarları, dünkü dünyamızın kahramanları umarız daha fazla gecikmeden gelir de Âkif’in muâzzez ruhu şad olur…