ALGI İLE HAKÎKAT ARASINDA İNSAN

ALGI İLE HAKÎKAT ARASINDA İNSAN

ABDULLAH KUŞLU

Kalbine dön, eve dön, şarkıya dön.

İsmet Özel

Tasavvufî metinlerde doğrudan yahut dolaylı olarak insanın kendini bilmesinin bir erdem olmasından bahsedilse de -ki klasik dönem felsefede de bu ifade karşımıza çıkmaktadır- insanın kendini bilmesi, tanıması, keşfetmesi, kendini gerçekleştirebilmesi  bugünden yarına nihâyete eren bir süreç değil uzun bir çabanın neticesidir. Kendini bilmek bilhassa tasavvufî düşünce geleneğinde mücâhede ve tezkiye sonucunda nefsin labirentlerinde kaybolmamak ve fıtrata dönmekle [ki bu marifet-i nefs ve marifetullah olarak nitelenir] ilgili bir yaklaşım olsa da daha genel bir perspektiften kişinin kendiyle sahici bir iletişim kurabilmesi olarak da düşünülebilir. Bu minvalde irdelendiğinde “kendini bilmek” sadece sûfîlere özgü bir söylem değil gerek âlem gerekse kendiyle olan ilişkisini sağlam bir zemine oturtması noktasında her bir ferdi ilgilendiren bir söylemdir.

Bu durumda sormak gerekirse insanın kendine dair algısı ne anlama gelmektedir; insanın kendini hakkaniyetle tanıması ve doğru bir zeminde değerlendirebilmesi ne derece mümkündür? Yani acaba insan kendinden hareketle yine kendini tasvir edip tanımlayabilir mi?

İnsan için en zor şeylerden biridir belki de kendini tanımak ya da bilmek. Bunun için aynaya bakmak yeterli olmaz. Nitekim Mevlânâ: “Şu bedende iki şahıs yaşamaktadır.”1 derken buna işaret eder. Zira ayna insanın toprak yanını, yani arza ait olan tarafını gösterir. Arzular, özentiler ve dünya hoşlukları ise sürekli insanın bu yanını besler ve büyütür. Mevlânâ sadece bu yana odaklanılmasını “eriyip giden insan”ın kendi aslına dokunmaksızın hayvaniyetini kuvvetlendirmesi olarak izah eder. Burada muhtemelen klasik dönem felsefi metinlerine de atıf söz konusudur: “Hani derler ya insan söz söyleyen hayvandır.”2 Diğer yandan insana dair bu düşünce biçimi Yunus Emre’yi de hatırlatmaktadır:

Âşık öldi diyü salâ virürler
Ölen hayvân olur âşıklar ölmez.3

Dolayısıyla insanın benliğindeki düalist yapıyı bir denge üzere törpülemesi gerekmektedir. Mevlânâ’ya göre insan, toprak yanını beslerken ruhunu yani eriyip giden aslını da ihmal etmemelidir. Aslı ihmâl etmemenin yolu ise ilim ve hikmetten geçmektedir. Çünkü ilim ve hikmet insanın özüne gıdadır.4 Dolayısıyla insanın ontolojik düzlemde kendini imar etmesi ya da farklı bir deyişle kendini bilmesi için ilim ve hikmet elzemdir. Ancak acaba insan, Mevlânâ’nın söylediği gibi, ilim ve hikmet arayışının elzem olduğu düşüncesinde midir ya da ilim ve hikmetin insanın aslî yanını doyuran bir ihtiyaç olduğuna modern insan ne  kadar ikna edilebilir? Birey olmanın getirdiği özgüvenle yoğrulmuş bir kimse kendisiyle hiçbir şekilde yüzleşmeden onun için elzem olanlar sıralamasını değerler hiyerarşisi açısından sağlıklı bir şekilde belirleyebilir mi?

Diğer bir deyişle insanın öncelik sırasında ilim ve hikmet nerededir? İnsanın kendini bilmesi gerek birey olmak gerek birey-toplum ilişkisi yönünden modern zamanlarda da çokça konuşulan bir meseledir. Nitekim örneğin Zygmunt Bauman modern toplumda bireyin öne çıkarılması hususunda düşüncelerini açıklarken keskin bir üslûpla okuyucuyu birey olmanın farklı yönlerini düşünmeye zorlar. Birey olmak, onun tabiriyle, kitlelerde kaybolmanın bir yolu olmaya evrilmiştir ki bu bir dayatma hattâ aldatmacadır. Bu açıdan bakıldığında birey olmak, insanın birey olarak tanımlandığı ilk adımdan başlamak üzere kendi haline bırakılmayıp uzmanlara teslim edildiği bir süreçtir. Artık insan yalnız ve savunmasızdır.5 Diğer yandan bu ifadelerden Bauman’ın, bireyin kendi özgüvenini inşa etmesine karşı olduğu gibi bir çıkarım da yapılamaz. Gerek kendinin gerekse toplumun her bir ferdinin hakkını gözeten, kendisine ve toplumun fertlerine karşı dürüst ve özgüveni yerinde olan bireyler yetiştirmek ikircikli davranışlardan uzak bir toplum için vazgeçilmezdir.

İnsanın birey olarak savunmasız kaldığı noktalardan birisi belki de en önemlisi eriyip giden aslını inşa edebilmek için ilim ve hikmetin izini nasıl süreceği hususudur. Zira modern zamanlarda bilgiyi elde etmenin yolları genişlemekle birlikte bilgiyle sahici ve tutarlı bir ilişki geliştirme imkânı epeyce zayıflamaktadır. Bilginin imkânlarının genişlemekle birlikte sahihliğinin arka planda bırakıldığı ve popüler söylemlerin içinde dağıldığı zamanlarda ilim ve hikmete erişmek nasıl olabilir? Sahih bilgiden ziyade malumatın dolaşıma sokulduğu dönemde insan kendine nasıl bir yol çizmelidir?

Belki de sorun şu ki bireyin kendisi ve toplumla ilişki biçimi gitgide sahici bir hal almaktan çıkıp kendine konforlu bir alan açmaya, sanal bir evren yani bir algı evreni kurmaya evrilmektedir. Mesnevî’de bir algıdan hareketle insanın kendisinden uzak düşmesi bir grup öğrenci ve öğretmen hikâyesiyle şöyle anlatılır:

Bir hocadan talebeler el-amân demiş meşakkat ve çalışmaktan bıkmışlardı. Hocayı zor bir duruma düşürmek ve bir çare için görüşüp konuştular. “Zira o hiç hastalanmıyor ki bir gün dinlenebilelim. Taş gibi yatıp kalsa da mektepte hapsolmaktan kurtulsak.” düşüncesindeydiler. Birisi şöyle bir tedbirde bulunup: “Hocam yüzün neden sararmış? Hayrola rengin değişmiş? Bu ya havadan veya şiddetli bir hummadan, derim.” dedi. […] “Üçüncü, dördüncü, beşinci gelenler de üzüntülü bir halde böyle söylesinler. Otuz çocuk da bu şekilde konuşunca hocanın kalbine vehim yerleşir.” dedi. […] (Ertesi gün) çocuklar bu düşünce içinde mektebe geldiler. […] (Plan yapan) çocuk geldi. Hocayı selamlayıp: “Hocam hayrola, yüzünüz sararmış.” dedi. Hoca: “Bende bir hastalık yok, git yerine otur, saçmalama.” diyerek çocuğu savdı, ama kalbine az da olsa bir vehim tozu kondu. Başka bir çocuk gelip aynı sözü söyleyince vehmini iyice arttırdı.

Böyle böyle vehmi kuvvetlendikçe haline şaşıp hasta olduğunu sandı. Hoca korku ve evhamdan hastalanıp yatağa yöneldi. […] Evine gelip hiddetle kapıyı çaldı. Çocuklar da hocanın ardınca geldiler. Karısı: “Hayrola bu surat nedir? Böyle çabuk niye döndün.” deyince, Hoca: “Yüzümün rengine bir baksana, kör müsün? Eller bana üzülürken sen seviniyorsun. Hem benimle aynı evde aynı çatı altında hem de halime bakmazsın, münafıklıkta bulunursun.”6 dedi.

Mevlânâ hikâyede insanın kendine yabancılaştığında nasıl bir savrulma yaşayacağını öğretmenin hanımı ile olan diyaloğu üzerinden aktarmıştır. Her bir öğrenci aynı cümleleri tekrar ede ede öğretmenin zihnini bulandırmış ve algı ile hakikat arasında bocalayan öğretmen vehme kapılmıştır. Hanımı öğretmene, bu bir evhamdır, demesine rağmen kapıldığı algı nedeniyle öğretmenin hanımına olan kin ve nefreti iyice koyulaşmış; artık öğretmen sadece kendine değil hanımına da yabancılaşarak algısında kaybolmuştur. Hikâye edildiği üzere hanımı ne dese yaranamaz ve şöyle konuşur kendi kendine:

İttihâm eyler beni söyler isem
Söylemezsem cidd olur renc ü elem

(Söylesem beni itham eder söylemezsem bu sefer gerçekten hastalanacak).7

Söz konusu hikâyede öğretmenin dışardan gelen bir algıyla hakikatten kopmasıyla nasıl da yorgun düştüğü anlatılırken Mevlânâ’nın dil örgüsünü insicamlı bir şekilde kullandığına da şahit oluruz. Nitekim bir beyitte öğretmenin ikna olmasının mümkün olmadığını gören hanımı çünkü bu ateş (dışardan değil) onun içinden der. Öğretmen içinde bulunduğu durumdan çıkabilmek için önce kendine dönmeli öğrencilerin tutuşturduğu ateşi kendisinin alevlendirdiğini farketmelidir. Bu onun kendini bilmesi ya da bilmemesiyle ilgili bir husustur. Diğer yandan Mevlânâ’nın ayna metaforunu da hikâyeye dahil ettiği görülür:

Didi hatun işte bak âyineye
Ben sezâvâr olmadım bu kîneye
Didi mir’âtın da sen de var ki sen
Geçmedin bugz u hilâf u kîneden

Karısı, “Hocam, işte aynaya bak, hasta mısın? Ben bu düşmanlığa lâyık mıyım.” deyince Hoca: “Aynan da sen de var git. Zira bana buğzetmekten, inatçılık ve düşmanlıktan vazgeçmedin.” dedi.8

Hikâyede öğretmenin içinde bulunduğu durumun bir algı ve yanılsama olduğunu gösterebilecek kişi gerçekte hanımıdır, ancak öğretmen hanımının bütün söylemlerine kendini kapatarak onun kelime ve kavramlarının yansımalarına perde çekmektedir. Zira onun için artık tek gerçek ona dışardan söylenendir. Dolayısıyla öğretmen bilgi ve tecrübesine rağmen kendine yenik düşmüş algısında kaybolmuştur. Diğer yandan Mevlânâ kendini bilme ve bulma meselesini farklı bir perspektiften insanın olayları gözlemeksizin taklide kapılmasıyla da ilintilendirir. İnsan başta da söylendiği üzere ilim ve hikmetten ziyade sadece söyleme odaklanırsa hayatı, olayları ve meseleleri hakkaniyetle yorumlayamaz ve kendi gerçekliğinden uzağa düşer.9 Bu husus Mesnevî’de bir dervişin hikâyesi bağlamında anlatılmaktadır.

Hikâyeye göre dervişin birisi bir yerden bir yere seyahat ederken yol üstünde rastgeldiği bir tekkeye konuk olur. Eşeğini ahıra bağlayıp yemini-suyunu verdikten sonra konaklamak için tekkeye geçer. Ancak tekkedeki dervişler günlerce aç kaldıkları için dervişin eşeğini pazarda satarak kendilerine de ziyafet çekmek için erzak alır. Uzun süre aç kaldıktan sonra yemek bulmanın getirdiği keyifle tekkedeki her bir derviş sevince garkolur ve gece raks u semâ‘a kalkarlar. Tekkede konaklayan derviş ise olan bitenden habersiz kendisine gösterilen ikramdan oldukça memnundur. Semâ‘ın sonlarına doğru çalgıcı ritim değiştirerek ağır bir usûlle, “Eşek gitti, eşek gitti” diye makam tutunca dervişler de ona eşlik eder. Mesnevi’de bu hâl şu beyitlerle ifade edilmektedir:

Har bereft u har bereft âgâz kerd
Z’în harâret cümle-râ enbâz kerd
Z’în harâre pây-kûbân tâ seher
Kef-zenân har reft u har reft ey peser10

[Çalgıcı] eşek gitti, eşek gitti diye makam tutmaya başladı; herkesi bu ritme ortak etti. Bu ritimle sehere dek ayak vurup el çırpıyorlardı. “Ey oğul, eşek gitti; eşek gitti.”

Derviş onca yolun yorgunluğunun ardından sonra başı dönmüş olarak dervişler ve çalgıcının imasına bir anlam veremese de söylenenleri onlarla birlikte terennüm etmeye başlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde semâ‘ın bitimiyle dervişler evlerine dağılır. Sabah olunca yola koyulmak isteyen derviş eşeğini bulamaz ve tekkenin hizmetçisine eşeğinin nerede olduğunu sorar. Hizmetçi de dervişe, bu nasıl sözdür dün gece herkes hep bir ağızdan eşek gitti diye bağırırken sen neredeydin, diye cevap verir ve ekler: Vallahi kaç kez sana gerçeği söylemek için yanına geldim ancak sen “eşek gitti’’ sözünü her defasında söylerken daha çoşkulu (ve aşkla) söylüyordun. Bunun üzerine derviş; o topluluğun zevki bana öyle yansıdı ki onları taklit etmek beni berbat etti beni benden aldı götürdü diye cevap verir. Ah vah ederek pişmanlığını dile getirir.11

Mevlânâ bu hikâyeyi anlattıktan sonra insanın taklitten tahkike geçmesinin ne kadar önemli olduğundan bahsetmektedir. Birey, sadece tahkikle ele aldığı bir meselede derinlik ve ihtisas kazanabilir. Her ne kadar bu hikâye genel olarak [bazı Mesnevî şerhlerinde de görüldüğü üzere] “tahkik-taklit” bağlamında değerlendirilse de muhteva itibarıyla bireyin maruz kaldığı algıların onu ne hallere düşürebileceği noktasında da yorumlanabilir. Nitekim dervişin arka planını bilmeden içinde bulunduğu ortama uyarak “eşek gitti” türküsünü söylemesi böyle bir algının ürünüdür. Bu açıdan hikâye dış dünyanın bize parlatarak gösterdiği, üzerinde ciddi şekilde kafa yormaya ihtiyaç duymadığımız doğrudan ya da dolaylı dayatmaları da anımsatmaktadır. Bu durumda soru belki de şu olsa gerek. Dış dünyadan bilincimize her daim boca edilen bu algılardan kendimizi ne ölçüde uzak tutabiliriz ya da tutmalıyız? Kendi olmaktan çıkan birey dış uyarıcılardan kendini ne kadar arındırabilir ya da hakikatla arasındaki mesafenin açılmasına nasıl mani olabilir?

Mevlânâ’nın hikâyesi bu noktadan bakılınca aslında kalabalıklar içinde kaybolmuş her insanın hikâyesidir. Dolayısıyla her durumda bireyin savrulmaması için kendine, insana ve hayata dair sorular sorması belki de kaçınılmazdır. Kişinin insan ve toplumla olan ilişkilerini ahlâkî bir zeminde sürdürebilmesi için ilk olarak kendi iç dünyasında tebârüz eden sorularla hesaplaşması elzemdir. İlahi planda kendine verilen iradenin anlam ve gücünü farketmeksizin özgüveni olmayan ve sorumluluk üstlenmeyi bilmeyen birey nihayetinde dış dünyadan kendine gelen saldırıları da göğüslemekten aciz kalacaktır. Bu açıdan hikâyede geçen tekke belki de dünyadır, içinde yaşadığımız evimizdir, çarşı-pazardır, yazdığımız çizdiğimiz, konuştuğumuz mekânlardır; tekkedeki dervişler ise insanoğludur.

Bununla birlikte insanın kendini bilmesini engelleyen algılar sadece dışardan gelen uyarıcılarla da sınırlandırılamaz. Dünyanın renklerine kapılıp giden insanın kendi tamahkârlığı ile kuşatılması da kendini bilmesinin önüne bir settir. İnsan hırs ve tamahla kuşatıldığında algı ve tasavvuru da dumûra uğrar. Tamah kişiye içinde bulunduğu durumu farklı gösterir, neticede tıpkı eşeğinden olan derviş gibi insan hep başkaları üzerinden kendini inşa etmeye başlar.

Dolayısıyla belki de en çok tamah düşünce ve tefekkürün ağır aksak bir şekilde ilerlemesine sebeptir. Çünkü tamahta hız ve ölçüsüzlük öne çıkar. Kendinden hareketle kendini inşa etmek yerine dış dünyadan hareketle kendini inşa etmek öne çıkar. Oysa insanın dışardan beklentilerle mutluluk arayışı çoğu kere bir yanılsama bir sonraki adımda daha büyük bir beklenti ve sonrasında kendini inşa etmeyi öteleyen bir duruma evrilebilir. Avni Konuk bu durumu dervişin muhâkeme yeteneğinden yoksun kalmasıyla ilintilendirerek şöyle demektedir:

Zîrâ görmüyor musun o misafir sûfînin [dervişin] [diğerlerini] taklîdi nûr-ı irfandan ve lem‘a-i muhâkemeden onun aklını bağladı ve “Gitti eşek” demenin mânâsından bî-haber kaldı.12

Mevlânâ, insanın gerek kendi gerekse dış dünyayla ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtamayıp tamah ve hırsa kapılmasından mülhem maruz kaldığı algılardan sıyrılabilmesi için kendine ayna tutması gerektiğini [kendine dışarıdan ve yeniden bakması gerektiğini] vurgular. Çünkü ayna özü itibariyle eşyayı olduğu gibi gösterir, olduğu hâliyle yansıtır. Mevlânâ bu hususu şöyle dile getirir:

“Aynada tamah olsa ikiyüzlülükde bize benzerdi. Eğer terazide tamah olsaydı tarttığı şeylerde gözü kalırdı da onların gerçek hâlini nasıl olur da olduğu gibi dosdoğru söylerdi.’’13

Bu minvalde Mevlânâ ayna metaforunu farklı bir perspektifte ele alır. Dolayısıyla aynaya bakmak ya da terazi, kişinin aslî yanını görmesi, kendini bilmesi ve kendiyle yüzleşmesi bağlamında bir anlam kazanır. İnsanın aynası ve terazisi peygamberler ve onların varisleri alimlerdir.14 Onlar dünya içre dünyadan sıyrılmış olarak insana ayna olur ve insan onlarda kendini görür, kendine bakar.

Mevlânâ’nın bu ifadelerini kişinin eşya ya da dünya ile olan ilişkisinde çalışıp çabalamanın önemsizleştirildiği ve insanın pasifize edildiği şeklinde değerlendirmenin mümkün olmadığını da ifade etmek gerekir. Aksine Mevlânâ, yeryüzünün halifesi olan insanın tamaha yenik düşmemesi gerektiğini ve insanın kendini bilmesinde algı ve tasavvurunun doğru yoldan ilerlemesi gerektiğini söylemektedir.

Günümüzde insanın kendini tanıması meselesi geçmişte olduğundan daha karmaşık ve belki bir o kadar da zor bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bauman’ın ifadesiyle söylemek gerekirse çünkü insan, mobil tabelaların yönlendirmesine muhtaç bir dünyada yaşamaktadır ve orada kaybolmuştur.15

Dolayısıyla Mevlânâ’ya göre insan zaman ve mekânın kendini esir almasından ve önüne çıkan patika yollardan ancak kendini bulmakla kurtulabilir. Ancak Mevlânâ’ya göre dokuz yüz katlı bir varlık olan hazret-i insanın kendini bulması, bir birey olabilmesi kişinin Hakk’ı bilmesiyle bağlantılı bir durumdur.

Hatta O’nu bilmek zannedildiği üzere insana sırf sorumluluk yükleyen bir durum değil insanın yolu aşkla yürümesi, hayatı ve insanı anlamlandırabilecek bir akletme, tefekkür etme ve irade etme bağlamında özgür olmasıyla ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında vahiy insanın özgürlük alanını belirleyen, sorumluluk yüklerken gerçekte onu pasifize olmaktan çıkararak güçlü bir birey olması noktasında disipline etmektedir. Bu husus insanın gerek kendi katmanlarında gerek hayatın engebeli patika yolarında kaybolmamasını da ihtiva eder. Diğer yandan insan belki çoğu kez beşeriyetten âdemiyete düşe kalka ilerleyen bir varlıktır ve bu yüzden belki de insan olmak nisyan ve üns kelimeleriyle birlikte zikredilir.

 

Kaynakça

Mesnevi Hikâyeleri, Haz. Şefik Can, Ötüken Yayınları, İstanbul 2003.

Mevlânâ Celâleddin, Fîhi mâ Fîh’ten Seçmeler, Haz. Abdülbâki Gölpınarlı, Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Konya 2016.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf: Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahifî Tercümesi 3, nşr. Âmil Çelebioğlu, Sönmez Neşriyat Yayınları, İstanbul 1969.

Mevlânâ Celâleddin Rûmi, Mesnevî-i Şerîf Şerhi 3, Tercüme ve Şerh A. Avni Konuk, Kitabevi Yayınları İstanbul 2012.

Mevlânâ, Mesnevî (Tam Metin), trc. Adnan Karaismailoğlu, Akçağ yayınları Ankara 2010.

William C. Chittick Mevlânâ’nın Tahkîk Yolu terc.Vahit Göktaş AÜİFD XLIX, sayı II 2008.

Yunus Emre Divanı I-II, Haz. Abdülbâki Gölpınarlı, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1943.

Zygmunt Bauman, Akışkan Hayat, terc. Akın Emre Pilgir Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2005.


1 Mevlânâ Celâleddin, Fîhi mâ Fîh’ten Seçmeler, Haz. Abdülbâki Gölpınarlı, Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Konya 2016, s.113.

2 Fîhi mâ Fîh’ten Seçmeler, s.113.

3 Yunus Emre Divanı I-II, Haz. Abdülbâki Gölpınarlı, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1943.

4 Fîhi mâ Fîh’ten Seçmeler, s.113.

5 Zygmunt Bauman, Akışkan Hayat, terc. Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınla- rı, İstanbul 2005 s.27-35

6 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf: Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahifî Tercümesi 3, nşr. Ȃmil Çelebioğlu, Sönmez Neşriyat Yayınları, İstanbul 1969, s. 58-59.

7 Çelebioğlu, Mesnevî-i Şerîf, s. 60.

8 Çelebioğlu, Mesnevî-i Şerîf, 60.

9 Söz konusu hikâye Vahit Göktaş tarafından Türkçe’ye “Mevlânâ’nın Tahkik Yolu” şeklinde çevrilen William Chittick’in Rumi’s Path of Realization isimli makalesinde taklit-ictihad ve eşyanın hakikatini bilmek açısından tahkik bağlamında ele alınmaktadır. Chittick bu makalede şöyle demektedir: “Mevlânâ hikâyeyi, taklidin kötü sonuçlarını göstermek için anlatmaktadır. Eğer bilgimizde sadece diğerlerini taklit eder ve bildiğimizin gerçeğini ve hakikatini fark edemezsek, hedefimizi kaybedecek ve hedefimize varmaktan engelleneceğiz.” William C. Chittick Mevlânâ’nın Tahkîk Yolu terc. Vahit Göktaş AÜİFD XLIX, sayı II 2008, s. 372.

10 Mevlânâ Celâleddin Rûmi, Mesnevî-i Şerîf Şerhi 3, Tercüme ve Şerh Avni Konuk, Kitabevi Yayınları İstanbul 2012, s.156.

11 Mevlânâ, Mesnevî (Tam Metin), Adnan Karaismailoğlu, Akçağ yayınları Ankara 2010, s. 185.

12 Konuk c. 3 s. 163. Gerçekte derviş hikâyesi tahkîke erişmenin önemini anlatmaktadır. Bununla birlikte tahkîke erişene kadar taklidin bir realite olarak her bir birey için bir vâkıa olduğunu da gösterir. Dolayısıyla taklit tümüyle negatif bir durum değildir aksine yol almak anlamına da Nitekim Mevlânâ hikâyenin devamında bu minvalde beyitler zikreder.

13 Mesnevi Hikâyeleri, Şefik Can, Ötüken Yayınları, İstanbul 2003, s.109.

14 Avni Konuk bu beyiti şerh ederken “ayna”dan muradın “insan-ı kâmilin kalb-i şerîfi” olduğunu vurgulamakta ve şöyle devam etmektedir: “Terâziden murad dahi kezâlik enbiyâ ve evliyâdır.” Konuk III, s.163-164.

15 Bauman 2005, s. 46.

Dârülmülk Konya 2. Sayı

Array