Allah’ın aynası, Mevlâna’nın aynası: Ayna olarak Şems ve Mevlâna

Allah’ın aynası, Mevlâna’nın aynası: Ayna olarak Şems ve Mevlâna

ŞEMS – Güneşle Aydınlananlar Sempozyumu

 

Omid Safi

UNC-Chapel Hill, Dinî Etüdler Bölümü

Mürşid ve mürid arasındaki münasebetin merkezîliği, İslâm tasavvufunun köşe taşlarından biridir. Hz. Peygamber ve Hz. Ali arasındaki ilişkiyi örnek almak üzerine kurulu olan bu bağlılıkta, sadece Allah’a değil, manidar bir şekilde mürşide de teslimiyet vardır. Bu durum genelde, dikey münasebet olarak tanımlanır. Lâkin tasavvuf tarihinde; bu dikey ilişki resmini karmaşıklaştıran lütuf, misal eşitliğin olduğu ve zirvenin bâlâsında(yüksek yer) karşılıklı yansımaya doğru ilerleyen, bir kaç yatay ilişki de vardır. Bu ilişkilerde, iki ayna birbirlerinin karşısına konduğunda ne olursa, aynısı olur; ikisi arasına yerleştirilen şey sonsuz bir yansımaya şahittir.

Bu hal Mevlâna ve Şems arasında da aynen böyle olmuştur. Biri diğeri için bir aynadır. Lâkin aynı zamanda dönüştüren, kurtaran ve hatta onların saf kalpleri, dostluk ve sohbet paylaştığında simya gibidir. Allah’ın sonsuzluğuna dek uzayan, bu ayna ilişkisinde yüzyüze gelirler.

Bu yazıda ben üç yansımaya değineceğim: Mevlâna’nın yazılarındaki Şems yansıması, Şems’in yazılarında Mevlâna yansıması ve burada bir adım geri atıp Şems’in bu dünyadan kaybolmasından sonra devam edegelen karşılıklı yansıma ve dönüşüm üzerine tefekkür. Bu kalıcı dönüşümde; sonsuzluk üzerine kendi Şems ve Mevlâna’larından ilham alarak, bugün ve her gün, herkes için muazzam bir ders vardır, diye belirterek bitireceğim.

1)  Mesnevî’de Şems’e dair Mevlâna

Şems’i bulmak gayretleri; Mevlâna’nın Divân-ı Şems’te, Divân-ı Kebîr’de yazdıklarında yoğunlaşır. Divân-ı Şems adı dahi Mevlâna’nın, bu Divân’ın yazarlığı iddiasını reddettiğini ortaya koyar. Bunun yerine o, Şems mahlasıyla kendi kimliğini saklar. Adetâ şiirlerine bir marka mühürlemek gibi, genellikle gazellerinin son beyitlerinde şâirâne müstear isimleriyle geçen, Modern dönem öncesi şairleri için bu fevkalâde bir marifettir. Mevlâna, kendi adını söylemek yerine, mânevî tevazuunun ve kendi dönüşümünün üzerindeki, Şems tesirini ikrar tezahürü olarak, Şems’i zikreder. Divân’ın her sayfasında, Mevlâna’nın dönüşümünde Şems’le tanışmışlığın rolüne dair bir işaret vardır:

Pîrim ve murâdım, derdim ve devâm,
Açıkça söyleyeceğim: Sen benim Şems’im (güneşim) ve üstâdımsın.
Senin sayende Hak’ka eriştim. 1

Veya

(Şems el-Hakk) Hakk’ın Şems’i benim sırrımdır, Tebriz niyazımdır (ihtiyacımdır),
O benim namazımın kıblegâhıdır, O benim abdestimin nurudur.2

Bu konuda, neredeyse söylenecek sonsuz söz vardır. Fakat ben burada daha az incelenmiş bir cihete, Şems’in Mesnevî-yi Mânevî üzerindeki tesirine dönmek isterim.

Mevlâna’nın öğretileri üzerine, nafile ve belki de çok katı bir bütünlük sunmak çabası yerine, neyin hikâyesi gibi Mesnevî’nin başlangıç kıssalarından bir kaç tanesinin, bir sunuşu ile devam edeyim. Harikulâde 18 açılış beytiyle Mevlâna, ney sembolünü kullanarak, insanlığın esas halini ifade eder. O, okurlarını neyin hüznünü dikkatle, dinlemeye çağırır. Ney, aslî vatanı olan sazlıktan kesilmiştir. Benzeri şekilde insanlık da âyet-i kerîmede “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciun” (K 2.156), (elbette biz Allah’tan geldik ve ebeden O’na (Allah’a) dönüyoruz) buyurulduğu vechile, kendi İlâhî aslından ayrılmıştır. Neyin aslından sürgün edilmesi ızdıraplıdır, firakın (ayrılığın) eleminde inlemektedir. Lâkin bu saz, tam da bu ayrılık kederiyle, güzel bir mûsikî ortaya çıkaran neye dönüşür. İnsanın hali de budur: İlâhî (asıldan) ayrılığın acısıyla dolmuş ve bu ayrılık sebebiyle de, kendisine yaraşanı yaşamak ihtimali vardır. Mevlâna ağlayışının aşk ateşi olduğunu, bu ateşin ise bütün kirleri yakıp kül ettiğini belirtir; hatta o ateş, ham olanı pişmişe dönüştürür, mânevî olgunluğa eriştirir. Sultan ve hizmetkârın hikâyesine geçmeden önce; Mevlâna’nın, bu söylediği kıssalardaki kahramanların, bizim varlığımızdan başka birileri olmadığını, kendi mânevî hünerlerimiz ve temâyüllerimize tekabül ettiğini, söylediğini hatırlayalım. Bu hikâyede, hizmetkâr hiçbir hekimin teşhis koyamadığı bir dertten muzdariptir, ama bir ârif bu ızdırabı aşk olarak doğru teşhis edebilmiştir.

Aşk ızdırabı diğer bütün dertlerden ayrıdır;
Aşk, İlâhî sırların usturlâbıdır.

Mevlâna, şiirin binlerce mısralık gelmiş geçmiş üstâdı, aşk hakkında kabil olan her simgeyi kullanarak konuşur, aşkın insan kelimelerinin ötesine geçtiğini itiraf eder.

Aşkı tarif için, açıklamak için ne desem,
Söylediklerimden mahcub olurum.

Kıssanın bu noktasında ve aşktan bahisten sonra fevkalâde bir şey olur. Kıssada inanılmaz bir duraklama olur; ney, sultan ve hizmetkâr hepsi giderler. Aşkın derûnî hikmetlerini, aklın tek başına izah edemeyeceğini belirtirken; Mevlâna, Âfitâb (güneş) terimini kullanır. Elbette bu terimle ismi güneş demek olan, kendi mânâsının mürşidi Şems’i hatırlatmaktadır.

Güneşin ışığı her bir huzmesinde tabiatını açığa çıkarır,
Eğer istediğin buna delil ise, sadece bu cihete bak!
Gölgeler ışıldayan parlaklığın tezâhürüdür,
Fakat senin ruhunu güneşin nuru doldurur.

Mevlâna, bu şekilde Şems’ten bahseder ve biz güneş bahsinden imanın Güneş’i Şemseddin hakkındaki konuşmaya aktarılırız. Buradan itibaren kesâfet/yoğunluk artar Şems’in adından bahis de sıklaşır. Her bir îmâ ile kıssadaki coşku zirveye erişene dek yoğunlaşır:

Ebedî ve ezelî güneş –cihanda onun kadar garib bir şey yoktur,
Orada canın/ruhun güneşinin/Şems’inin geçmişi yoktur, o değişmez.
Burada gözlerinin önünde sadece bir güneş/Şems vardır,
Fakat sen hâlâ benzeri güneşleri tasavvur edebiliyorsun.
Benim Şemseddin’imin haberleri eriştiğinde,
Âsumānın en yükseğindeki güneş tamamen utanç içinde çekildi!
Hicrânın ciğer-yakan ızdırabını şerhi
Yeniden konuşacağımız vakte dek tehir etmek en iyisi..

Mevlâna’nın müridi Hüsameddin mürşidini, Şems hakkında biraz daha konuşmaya teşvik edince, Mevlâna bunu reddeder:

Daha fazla fitne ve kanımı akıtmayı aranma,
Tebrizli Şems’ten daha bahsetme.

Bunun üzerine Hüsameddin, bir mutasavvıfın geleceği beklememesi ve daimî olarak, yaşanan anın içinde yani ibn’ül-vakt olması gerektiğine dair bir karşılık verir. Mevlâna kabullenir, fakat “yârin sırlarından bahsi, başkalarının öyküleri üzerinden yapmanın, daha uygun olduğu” ikazında bulunur…

Sevgilinin sırlarının mahfuz tutulması münasiptir, dedim ki
Vecd içinde dinle,
Saklı tutulan âşıkın sırrının
Başka sevdâların hikâyeleri vasıtasıyla açığa çıkması en iyisidir.3

Bunu söyledikten sonra Mevlâna kıssaya geri döner, hikâyenin bu noktasından sonra kendi öyküsünü, Şems’le yakınlığını başkalarının kıssaları ile anlatacağını belirtir. Böylece Mesnevî’yi, hem İlâhî kaynaktan hem de, İlâhî için ayna benzeri bir varlık sağlayan, insan sevgililerinden, ayrılık ve birlik hakkında şimdi doğrudan, biraz sonra dolaylı konuşmak gayreti olarak, okumak mümkündür.

Mesnevî’nin ilk kitabının kıssalarını birbirine bağlayan ana konu nedir? Ney hikâyesi ile başlıyoruz ve Hz. Ali kıssası ile bitiriyoruz. İnsanlığın mevcud hali ile başlıyor, Allah’tan mahrum bırakılmak ve ayrılıktan başlıyor ve Hz. Ali’nin yani insan-ı kâmilin ki, O bir dağ gibidir. Tutkunun rüzgârları ile bir o yana, bir bu yana savrulan bir saman parçası değildir. Düşman mübarek yüzüne tükürünce, kılıcını kınına koyan, Ali’nin hikâyesi ile bitiriyoruz. Bu sadece Mesnevî’nin değil, İlâhî Aşk’ın ateşlerinde pişen, insan ruhunun da gelişimidir. Bu Mesnevî’nin kıssalarını aydınlatan, “başkalarının” öyküleri üzerinden söylenen, Şems’in kokusunun saklı hikâyesidir.

Saklı tutulan âşıkın sırrının
Başka sevdâların hikâyeleri vasıtasıyla açığa çıkması daha iyidir.

Kendi Şems’imizle karşılaşmamızda, mânen ham olmaktan ve ayrılık acısıyla ağlamaktan, pişmişliğe doğru ilerlemeye ve Hz. Ali’nin makamına erişmeye, biz de talib olabiliriz inşaAllah. Bizler de “Güneş’le aydınlananlar”dan olmayı gaye edinmeliyiz.

2) Şems’in Makālat’ında Mevlâna

Şems de, Mevlâna ile buluşması ve Mevlâna’nın kendisi için anlamının, ne olduğu üzerine tefekkür eder. Bu konudaki en iyi kaynağımız, Şems’in kendi eseri olan Makālat’tır. Şems, Mevlâna ile buluşmaya baştan beri mütemâyil olduğunu; ancak, henüz Mevlâna’nın kendisinin sırlarını almaya, hazır olmadığını belirtir. Vazifesinin, Allah’ın sevgili kulunu, etrafındaki bazılarının, ona zarar verebileceklerinden korktuğu ve liyakatsizlerden kurtarmak olduğunu söyler.4 Şems’ten, Mevlâna’nın kendisiyle buluşmadan önceki hayatına dair; Mevlâna’nın, firavun gibi olduğu, bilgisi sebebiyle gururlandığı, hukuk hükümleri ve içtihad ilkeleriyle, fıkha hâkimiyetinden dolayı, kibre kapıldığı gibi konularda, merakının uyandığını öğreniyoruz. Şems’in bakış açısından, bu bilgiler Allah’ın ve Peygamberlerinin yoluna ait değildir ve esasen yolu tıkayabilirler. Mevlâna’yı bir pir ve mürid modelinde bulduğunu, hâlbuki kendisinin onun için daha fazlasını, “pir ve mürid olmanın ötesinde”5 bir şey istediğini belirtmiştir. Neydi bu yol? Ayna gibi aksetmek, ilâhî buluşma yolu. Şems, şahsına özel mizacı ile bilinir. Mevlâna ile ilişkisini de, benzersiz kılmak için uğraşmıştır. Şöyle der:

Benimle arkadaşlığa yol bulanda bir nişan bulunur. Başkalarının dostluğunun çekiciliğini ve lezzetini kaybetmiş olması, bu nişandır. Lezzet ve çekiciliğin kaybolmasından daha da fazlası, aslında onlarla sohbetin dayanılmaz hale gelmesidir.6

Bunun gayet iyi bilinen bir ciheti Şems’in, Mevlâna’yı evvelki mutasavvıf üstadların, hatta kendi babasının dahi eserlerini çalışmaktan men’ etmesidir. Mevlâna’ya, Sultânü’l-Ulemâ lakaplı babası Baha Veled’in, Maarif kitabını okumayı veya oradan iktibas yapmayı yasaklamıştır.7

Eflâkî, Mevlâna’nın Şems yaşadığı sürece, ona uyduğunu ifade eder.8 Mevlâna’nın öğrencilerinin, bu kurulu düzenden ayrılmayı müsbet karşılamadıkları, iyi bilinir. Birçokları, Mevlâna ve Şems’in beraber geçirdikleri zamanın yoğunluğunu, kıskandılar ve elbette Mevlâna’nın, kendi oğlu Alâaddin’in dahi, Şems’in katlinde parmağı olabileceği ihtimali vardır. Sultan Veled’in, Şems’in Mevlâna üzerindeki etkisini büyücülükden geri kalmaz, diye karşılaştırdığı ifadesi de aynı şeyi söyler:

Bir saman parçasının akıntıya kapılıp gitmesi gibi Şeyhimizi bizden uzaklara götüren bu adam kimdir?

***

Onu bütün insanlıktan sakladı

***

Ruhundan bir nişâne kalmadı, onun yüzünü bile göremiyoruz artık.

***

Bu adam bir büyücü mü?

Ne gibi bir büyü yaptı? Ne efsun kullandı ve şeyhimizi tuzağa düşürdü?9

Şems’le tanıştıktan sonra, Mevlâna’nın dönüşümünü daima duyduk. Doğrudur! Ancak biz Şems’in, Şems’le buluşmasının, ondaki değişimine yeterince eğilmedik/yoğunlaşmadık. Mutasavvıflar sıklıkla, birlik ve ayrılık bağlantısının, ötesine geçmek zarureti hakkında konuşurlar. Aşk yolunun (mezheb-i aşk) ilk mutasavvıfları, Sevgili ile birlik özleminde oldukça, o kişinin birlikle aşk içinde olup, Sevgili’ye âşık olmadığını söylerler.10 Şems bu yüksek mertebeye erişmiş görünüyor:

Mevlâna’dan ayrılık,
Bana acı vermiyor,
Onunla birliktelik,
Bana neşe getirmiyor.11

Belki de bunun en iyi belirtisi, sohbetleri olgunlaştıktan sonra Şems’in, Mevlâna’dan bahis şeklini değiştirmiş olmasıdır. Burada Şems, Mevlâna hakkında bir kaç baskın tasvir kullanır: İlki, yansıtma, tefekkürdür. Hakikatte bu, Mevlâna’nın Şems’le, kendi dostluk anlayışını da yansıtmaktadır:

Bu Mevlâna ay ışığı gibidir;
Ancak aydan süzülüp geçmedikçe,
Varlığım güneşinin ışığına gözler dayanamaz.
Güneş’in nuruna ve parlaklığına bakışlar dayanamaz.
Ay Güneş’e erişemez, Güneş ay’a ulaşmadıkça.12

Ve bir başka yerde,

Güneş’in yüzü Mevlâna’ya yöneliktir,

Çünkü Mevlâna’nın yüzü güneşe yöneliktir.13 demektedir.

Birçok rehberlik ilişkisinde; mürşidin, mürid olmaya uygun olanı dönüştürmek putundan, arınması ve onları oldukları gibi kabul etmesi, güzel bir adımdır. Şems, Mevlâna’nın hakiki değerinin, ne olduğunu gördüğü noktaya erişir. “Peygamberlerin dahi onun huzurunda bulunmayı arzuladıklarını, orada olamadıklarından üzgün ve ızdırab içinde olduklarını”14 söyleyerek, Mevlâna’nın rütbesini metheder. Hatta daha da fazlasını söyler: “Her kim ki, Allah’ın Resul’ünü görmek isterse, onlar Mevlâna’yı görmelidir. Her kim ki Mevlâna’yı bulur, o ne mes’uddur.”15

3)  Şems’ten sonra Sohbet

Şems gittikten sonra hayatta ne yapılır? O kalpleri inkılâba sevkeden, çok güzel sevgili gelip, gittikten sonra biz nereye bakarız? Kendimizi, en çok Allah’ın huzurunda hissettiklerimiz, gittikten sonra, Allah’ın huzurunu nasıl buluruz?

Şems ve Mevlâna’nın hikâyesi Şems’le bitmez, çünkü Şems’ten sonra sadece Celâl yoktur, artık bir Mevlâna vardır ki; O, Allah’ı içinde ve her yerde bulmuştur. Bu Mevlâna ne hamdır, ne pişmiştir, fakat yanmaktadır.

Sohbet de Şems ile bitmez. Başka dostluklar da vardır, başka sevgiler, başka aynalar. Selahaddin Zerkubî ve Çelebi Hüsameddin de vardır. Eflâkî’nin Menâkıbü’l-Ârifîn, kitabından biz ne işitmekteyiz?

“Mevlâna, Şemseddin Tebrizî’yi aramayı bitirdikten ve onun sırlarına kendi içinde şahit olduktan sonra, Şeyh Selahaddin’i doğurdu/ortaya çıkarttı …”16 Şemseddin’i aramayı bitirdiğinde, o Şems’in sırlarını kendi içinde buldu. Hakikaten bu da, bizim Mevlevî âyininde tekrarlanan bir niyazdır, Sırr-ı Şems-i Tebrizî.17

Mevlâna’nın bulduğu dostluğun kimliği, sohbetin hediyesini, Eflâkî açıkça ispatlar:

Hazreti Şemseddin Tebrizî’nin (ks) Allah’la dostluğuna şahid olan Mevlâna, Şeyh Selahaddin’deki zâhirî tecellîde, aynı dostluğu gördü. Evvelce Hz. Şemseddin’e gösterdiği aşk ve teveccühü, şimdi aynen Şeyh Selahaddin’e yönlendirdi.18

Şems’ten önce, Baha Veled’in oğlu, tasavvufa âşinâ, hikmetli âlim Celâleddin Muhammed Belhî vardı. Şems’ten sonra ise Mevlâna. Fark sadece Şems değil, fakat hem de karşılaşmadır. Şems ve Mevlâna’nın karşılaşması dönüşümü/inkılâbı, halâsı/kurtuluşu, pişmeyi getirir. Bu buluşma, pişmeyi, fırını, balçıktan güle, beşerden insana, yaratılmıştan hakikatine erişmiş mükemmel insana tekâmülü getirir.

Güneş ile aydınlanmaya talib olan bizler, mürşidlerin kalıcı ikonlar/putlar değil, katalizör/hızlandırıcı olduklarını; hakikaten, Allah’ın âyetlerinin, işaretlerinin gayesinin, işaret etmek olduğunu bilmek dersine dikkat edelim. Zen arkadaşlarımız, bize parmağın mehtabı işaret etmek için var olduğunu ve parmağa bakışta kalmamamız gerektiğini hatırlatırlar.

Sonsözü tekrar Mevlâna’ya bırakalım:

Bir gün Mevlâna, Hüsameddin Çelebi’nin bahçesinde oturuyordu. Ayakları su içindeydi, Şemseddin Tebrizî hakkında güzel sözler söylüyordu. yük müridlerinden Bedreddin, içini çekti ve dedi ki: “Ah, yazık! Ne hicab.” Mevlâna: “Niye yazık? Neye yazık? Yazık demeye sebep nedir? Aramızda âh ü vâhın yeri nedir?” Bedreddin utandı, başını önüne eğerek dedi ki: “Hz. Şemseddin Tebrizî’yle hiç tanışmadığım ve kendisinin aydınlık huzurundan istifade etmediğim için üzgünüm.”

Mevlâna bir saat kadar sessiz kaldı ve bir kelime bile konuşmadı. Sonunda; “sen Şems-i Tebrizî (ks) ile tanışmamış olsan da, babacığımın mübârek ruhu üzerine yemin ederim ki; sen, saçının her bir telinde yüz binlerce Tebrizli Şems’in olduğu ve hatta Şems’in kendisinin dahi, benim derûnî sırlarımı müdrik olmakla, hayretlere gark olacağı bir huzurdasın.” dedi. Mevlâna’nın huzurundakiler coşkuyla sema’a başladılar.19


1 Divân-ı Şems, s. 509.

2 Makalat, s. 49.

3 Mesnevî, 1.135.

4 Movahhed, Shams-e Tabrizi (Şems-i Tebrizî), Makālat’tan iktibas, s. 140.

5 Makālat, s. 778-789.

6 Makālat, s. 74.

7 Makālat, s. 784.

8 Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, 2:652.

9 Sultan Veled, Velednâme, 42. Yukarıdaki kısım Movahhed’in Shams-e Tabrizi kitabına oldukça geniş yer alır, 138-144.

10 Ayn el-Kudât Hamedânî, Temhidât.

11 Makalāt, s. 794.

12 Makalāt, s. 115.

13 Makalāt, s. 720.

14 Makalāt, s. 684.

15 Makalāt, s. 794.

16 Eflâkî, Menâkıbe’l-‘Ârifîn, O’Kane’in çevirisi, s. 490. Asıl metinde bölüm 5:1.

17 http://www.dar-al-masnavi.org/golpinarli-2.html

18 Eflâkî tercümesi, sayfa 495.

19 Eflâkî, Menâkıbe’l-‘Ârifîn, 1:101-102.

Array