Âşıklar ölmez!
Yakup Şafak
Türk-İslâm medeniyetinin yetiştirdiği en önemli şahsiyetlerden biri olan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, yaşamı sırasında ve ölümünden sonra pek çok kişi ve topluluğu etkilemiş büyük bir mütefekkir ve mutasavvıftır.
Gerek İslâm coğrafyasında, gerekse dünyanın diğer yerlerinde Mevlânâ kadar ilgiye, saygı ve sevgiye mazhar olan çok az kişi vardır.
Bugün Doğu”da ve Batı”da ona ve eserlerine duyulan ilgi çok artmıştır. Günümüzde yurtiçinde ve yurtdışında, Mevlânâ ve eserleri üzerine yapılan çalışmalar büyük bir hız kazanmıştır. Mesnevi, dünyadaki başlıca büyük dillere çevrilmiş bulunmaktadır ve halen bu faaliyetler sürmektedir. Mevlevîlik ve semâ, maddenin dar kalıplarında bunalan ve ihmal ettiği ruhunun sesini arayan Batılının ilgi odağındadır. Bu alanda her geçen gün yeni bir faaliyet işitilmekte; çeşitli sosyal ve kültürel oluşumlar meydana gelmektedir.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ünlü düşünürlerimizden Hilmi Ziya Ülken”in deyişiyle “Bin yıllık kültür tarihimizin en büyük simalarından biridir. Yalnız büyük bir şair, bir tarikat kurucusu, derin bir sûfi, etraflı bir âlim değil, aynı zamanda Anadolu”daki kültürümüzün unsurları arasında büyük bir kaynaşma ve birleşme temin eden derin bir ruh ve hamle adamıdır”.
Gerçekten de Mevlânâ, geçmişte engin fikirleriyle İslâm dünyasında ve bilhassa Anadolu”da çok etkili olmuş; kültürel hayatı, sanat ve edebiyatı derinden etkilemiştir. Özellikle Mesnevi”si, yazılmaya başlandığı andan itibaren alimler, edipler, şairler kadar devlet adamları, esnaf ve halk tarafından da sevilmiş ve gittikçe artan bir ilgiyle benimsenmiştir. Onun 40 bin beyti aşan Dîvân-ı Kebîr”i âşık bir ruhun en samimi ve en coşkun örneklerini taşır. Bu devâsa eser de asırlarca şairlerin ve gönül adamlarının ilham kaynağı olmuştur. Fîhi mâ fîh, Mecâlis-i Seb”a ve Mektûbat adlı diğer eserleri de Mevlânâ”nın fikirlerini açık ve berrak şekilde bizlere sunar.
Eşsiz kitabı: Mesnevi gönülleri titretiyor
Mevlânâ”nın, Allah, kâinat, insan üzerine fikirlerini; fert ve cemiyetle ilgili düşüncelerini en güzel şekilde işlediği Mesnevi”si, önemi ve tesiri yazılmaya başlandığı zamandan günümüze dek artarak devam eden ölümsüz ve edebî şâheserdir. Yakın devir edebiyat tarihimizin önemli simalarından Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle anlatıyor: “Bir gün Yahya Kemal”e “Neydi bu eskilerin hayatı acaba? Nasıl yaşarlardı?” diye sormuştum. Gülerek “Gayet basit, dedi, pilav yiyerek ve Mesnevi okuyarak.”(…) Birkaç yıl sonra Bağlarbaşı”ndan Karacaahmet”e doğru inen yolda, -kim bilir hangi vesile ile- canlanan maziyi yakalama arzusuyla aynı düşünceye döndü. “Medeniyetimiz Mesnevi ve cihat medeniyetiydi.” dedi.” Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ve onun eşsiz kitabı Mesnevi”nin kültür hayatımızdaki yerini bu sözlerden daha iyi anlatabilecek ifadeler bulunamaz herhalde.
Nitekim ülkemizin yetiştirdiği en büyük Mevlânâ ve Mevlevîlik mütehassıslarından biri olan Abdülbaki Gölpınarlı da “(Mağz-i Kur”an yani Kur”an”ın özü denilen) Mesnevi, baştan başa bir kültür âlemidir. Dünya eserleri arasında bu kitabın mümtaz bir mevkii vardır; mistik eserlerle sûfiyâne şiirler arasındaysa bir benzeri yoktur.” demektedir.
Birlik şuuru içerisinde Allah ve Peygamber sevgisini gönüllere yerleştirmeyi hedefleyen, İslâmiyet”in aşk derecesinde bir samimiyetle yaşanmasını savunan Mevlânâ, fikirlerini esas olarak Mesnevi”siyle kitlelere duyurmuş ve benimsetmiştir. Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü, onun daha ilk dönemlerdeki etkileri hakkında, “Mevlânâ”yı iyice bilmeden Anadolu”daki ilk Türk eserlerini anlama(nın) mümkün olamayacağı, ilmî bir gerçektir.” der. Mevlânâ ve eserleri üzerine asırlarca devam edecek olan bu çalışmalar -zikredildiği gibi- esas olarak Mesnevi üzerinde yoğunlaşmıştır.
Türk edebiyatında olduğu gibi Türk mûsikîsi alanında, güzel sanatların çeşitli dallarında da Mevlevî şairlere, mûsikî üstadlarına ve çeşitli dallardaki sanatkârlara sıkça rastlanır. Birçok devlet adamı ve tanınmış kişiler bu tarikate intisap etmiş yahut Mevlevîliğe sevgi duymuşlardır. Bahtî mahlasıyla şiirler söyleyen Sultan Ahmed”den Nâbî”ye, Nef”î”den Gâlib”e, Yahya Kemal”den A. Nihad Asya”ya kadar pek çok şairimiz, Mevlânâ”ya övgü dolu şiirler yazmışlardır.
Nihad Sami Banarlı, bu konuda şu tespiti yapmaktadır: “Mevlânâ, Konya ve çevresinde geniş bir mânevî hayat uyandırmış ve onun mânevîyâtı, ilk halîfesi Hüsâmeddin Çelebi ile oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Ârif Çelebi gibi Mevlevîliğin ilk Çelebi”leri büyük vekarla yaşatılmıştır. Bu mâneviyat XIII. asır Anadolu”sunun çeşitli buhranları içinde bunalan; halktan olsun, büyüklerden olsun nice insana derin bir dînî kültür ve tefekkür yanında, o ölçüde büyük bir huzûr ve teselli vermiş ve birçoklarını da me”yûs olmaktan kurtarmıştır. (…) Önce Konya çevresinde, sonra daha başka şehirlerde teşkîlatlanan Mevlevîlik, bilhassa Osmanlı sultanlarının bu ağırbaşlı ve yüksek kültürlü tarîkate gösterdikleri ihtiram dolayısıyla imparatorluk zamanında Mısır”dan Macaristan içlerine kadar yayılmıştır. Bütün buralarda Mevlevî dergâhları kurulmuş, Mevlevî âyinleri yapılmış, Mevlevî semâ”ı ve Mevlevî mûsıkîsi, üç kıt”ada, yaygın bir alâka görmüştür.”
Banarlı”nın özetle aktardığımız bu görüşlerine, bir diğer edebiyat tarihçimiz Âgâh Sırrı Levent şu sözlerle katılır: “Mevlânâ”yı incelemeden Türk tasavvuf edebiyatı anlatılamaz. Kaldı ki, Mevlânâ”nın -Fars diliyle de olsa- yazdığı Mesnevi”de aşılamaya çalıştığı düşünce ve temsil ettiği ruh öylesine Türk”tür ki, bu esere geniş bir yer ayırmadan Türk kültür hayatı açıklanamaz. Mesnevi, tarih boyunca Türk “irfan”ının başlıca kaynağı olmuş, Türk düşüncesi Mesnevi ile beslenmiş ve genişlemiştir. Tasavvuf “neşve”si içinde yazılmış bütün şiirlerde Mevlânâ”nın etkisi ve izleri görülür.”
Bin yıllık geçmişimizde Mevlânâ ve eserlerinin etkisi ve önemine dair Prof. Dr. Abdülkadir Karahan”ın tespitini de burada nakletmek uygun olacaktır: “Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî”nin gerek kültür ve edebiyat, gerekse dinî ve sosyal hayat açısından en fazla tesir ve nüfuzunu hisseden, denebilir ki, Anadolu Türkleri olmuştur. Daha 13. yüzyılın sonlarından başlayarak özellikle oğlu Sultan Veled (1226-1312)”in gayretleriyle kuruluşu tamamlanan Mevlevî tarikatinin yayılışı ile birlikte Mevlânâ”nın da Türk edebiyatında etkisi kuvvetle hissedilmeye başlanmıştır. Bir ölçüde denebilir ki Mevlânâ”yı tanımadan Anadolu Türk edebiyatının gelişmesini ve serpilmesini hakkıyla anlamak ve yorumlamak kolay değildir. Eşsiz XIII. yüzyıl Anadolu tasavvuf dehamız Yunus Emre (1240?-1320?) bile:
Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır
demek suretiyle duyarlığını ve hayranlığını dile getirmiştir. Bir güçlü ihtimal sınırını aşmamak kaydiyle denebilir ki: Mevlânâ eserlerini Farsça yazdığı içindir ki çağında bu dil, edebi bir dil olarak Anadolu”da gücünü korumuş ve Mevlevîliğin de uzunca bir süre imtiyazlı bir dili olmak niteliğini korumuştur. (…)
Unutmamak gerekir ki: Mesnevi-i Şerif, hemen bütün Türk illerinde en fazla okunan, yorumlanan, medreselere kadar bile bir ders ve nasihat şaheseri gibi girebilen, tekkelerde hayranlıkla dinlenen ve açıklanan bir kitaptı. Ayrıca Mevlânâ”nın Divan-ı Kebir”i de aydınların, İlahî aşka gönül verenlerin imrenerek okudukları eserler arasında bir üstünlüğe sahip olmak özelliğini korumuştur.”
Son olarak şunu belirtmeliyiz ki engin dehâsı, derin fikirleri, gerçekçiliği, yüksek şahsiyeti, eşsiz sevgi ve hoşgörüsüyle asırlarca insanları etkilemiş ve aydınlatmış olan Hz. Mevlânâ, dün olduğu gibi bugün de manevî önderliğini sürdürmekte, kendi ifadesince eserleriyle artık insanlığa rehberlik etmektedir.
Eski edebiyatımızın büyük mütehassıslarından merhum Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan, 40 yıl önce şu tespiti yapmıştı: “Kanaatimce Şark, Mevlânâ”yı kâfi derecede tanımamıştır ve bunda mâzûrdur. Çünkü Mevlânâ, beşerin görüş hudutlarını aşan bir irtifâdır. Yalnız itiraf etmeli ki Garb, Mevlânâ”yı hakikaten anlamaya çalışıyor ve buna ihtiyaç hissediyor; ona yaklaşanlar, hidâyete eriyor.” Zaman, onun bu sözlerini doğrulamakta ve yazarın ileri görüşlülüğünü ortaya çıkarmaktadır.
Her gün biraz daha şiddete, çatışmaya ve çözümsüzlüğe doğru giden dünyamızda Mevlânâ”ya ve eserlerine duyulan ilgi her geçen gün artmakta ve geniş kitleleri içine almaktadır. İnsanlık, Mevlânâ gibi evrensel gerçekliği yakalamış ruh ve gönül adamlarından merhameti, birbirine tahammül etmeyi ve farklılıklara saygı duymayı öğrenmek zorundadır.
Bizler de bilim ve yüksek teknoloji eşliğinde sürdürülen bu mücadele sahasında var olmak istiyorsak, günümüz gerçeklerine gözümüzü kapamadan kültür ve medeniyetimizin bizi yüzyıllarca millet yapan aslî değerlerine yönelmeliyiz. Modern dünyanın, rahat ve konforlu bir yaşam uğruna ihmal ettiği insanın muhtaç olduğu adalet, huzur ve barış formülü, Mevlânâ”larımızın, değerini bir türlü kavrayamadığımız hazinelerinde saklıdır.