Aşıklara vuslat!
Alper Çeker
Hazreti Mevlâna Celaleddin-i Rumî’nin yaşamı oldukça yaygın bir biçimde bilinmektedir, bu yüzden malum bilgileri bu yazıda tekrar etmek istemiyorum. Ama yine de bilmeyip öğrenmek isteyenler için bu konuda en yetkin kitabın Bediüzzaman Firuzanfer’e ait Mevlâna Celaleddin olduğunu söylemek gerek. Yıllar önce Milli Eğitim Bakanlığı yayınları arasında çıkan bu kitabın yeni baskısı var mı bilmiyorum, ama kitaba sahip olmak isteyenler sahaflardan kolaylıkla edinebilir.
Hazreti Pîr’in doğumunun 800. yılı nedeniyle UNESCO’nun “Mevlâna Yılı” ilân ettiği 2007’de asıl yazılması gereken, Mevleviliğin bugünkü durumudur.
Tasavvuf günümüzde insanlara geçen yüzyılın “yeşil barış” hareketi gibi bir öğreti olarak, dervişler de bir zamanların çiçek çocukları olarak sunuluyor. Bunların yanında, özellikle Amerika’da Hazreti Mevlâna’ya duyulan şüphe çekici miktardaki ilginin arkasında, A.B.D.’nin ılımlı İslâm projesinin olduğu, kulislerde sıkça dillendirilen bir konu.
Oysa tasavvuf İslâm dininin bir yorumudur, etkilendiği başka kaynaklarda olmasına rağmen Kur’an ve Hadis’e dayanır ve eğitimi uzun yılları gerektiren bir pratiği vardır.
Son yıllarda Hacı Bektaş-ı Veli’yi anma şenliklerine katılmayı Cumhurbaşkanları ve C.H.P. Genel Başkanı’nı ihmal etmiyorlar; aynı şekilde devletin üst kademeleri Konya’da düzenlenen Şeb-i Arus törenlerine de katılıp uzun açılış konuşmaları yapıyorlar.
Oysa iki İslâm tarikatı olan Mevlevilik ve Bektaşilik, Cumhuriyet Halk Partisi tarafından 1925 yılında, yürürlükteki anayasa çiğnenerek yasaklanmış ve bu tarikatların dergâhlarına el konulmuştur. İleriki yıllarda tarikatların emanetleri, onları korumakla yükümlü olan Vakıflar Genel Müdürlüğü personeli tarafından çalınmış ve antika pazarına düşürülmüştür. Bu emanetlerin önemli bir bölümü de İstanbul’daki Atatürk Kitaplığı’nda çürümeye terk edilmiştir.
1930 yılında Beyazıt Camiinde Yenikapı Mevlevihanesi’nin son şeyhi Bakî Efendi ile karşılaşan Kenan Rıfai, “Evvelce zahir tekkesinde demsâz idik, şimdi kalp tekkesinde dilsâzız… şimdi ten tekke oldu, gönül de makamı, yine kalpler cemal nuruyla doldu” (Samiha Ayverdi’den aktaran Mustafa Erdoğan, Abdülkbâki Baykara Dede, s. 64) demiştir.
1950’li yılların başında, kalan son Mevlevi şeyhleri ve dervişan, Mevleviliği uyandırmak için Şeb-i Arus törenlerini Konya’da bir spor salonunda yeniden düzenlemeye başlamışlardır. Bununla ilgili olarak Tophane’deki İsmail-i Rumi Kadirî Asitanesi postnişini Gavsî Efendi’nin Mevlevilere bazı yardımlar yaptığını, bir Kadiri dervişinden dinlemiştim.
Cumhuriyet döneminin bu ilk Şeb-i Arus törenlerinde post’a Mithat Bahari Baytur’un oturduğunu biliyoruz. Kişisel koleksiyonumuzda bulunan bu törenlere ait fotoğraflarda Bahari Baytur, Selman Tüzün Dede ile birlikte görülmektedir.
Sağlığında Hazreti Mevlâna’ya büyük zulümler yapan, Şems-i Tebrizi’yi katleden Konyalılar 1950’lilerde Şeb-i Arus töreninin önemli bir gelir kapısı olabileceğini fark ettiler ve ilerleyen yıllarda Hazreti Mevlâna, bir turizm aracı olarak kullanıldı. Konya’nın her yerinde görebileceğiniz “Mevlâna Pidecisi”, “Şems Otoparkı” gibi tabelâların kökeni, bu yıllara gitmektedir (Konyalılar bu tabelâları göç yoluyla İstanbul’a da taşımışlardır).
Bugün İstanbul’da Sirkeci Garı’na girip sol tarafa yönelirseniz, Mevlevi Ayini biletleri satan bir gişe ile karşılaşırsınız. Bu gişe aslında Mevleviliğin günümüzde aldığı hâli güzel bir biçimde ifade etmektedir.
Mevlevi Ayini dini bir törendir. Bu törende yapılan her hareket birer tasavvufi remizdir. Ancak tören günümüzde manevi boyutunu yitirmiş ve turistik bir gösteri halini almıştır.
Mevleviliğin eğitimi için bir Mevlevihane’nin olması şarttır. Mevlevi canları geçmişte Mevlevihanelerin mutfaklarında pişer, abdesthanelerinde de kül olup kaybolurlardı. 1001 günlük Mevlevi çilesi, bir takım tasavvufi pratikleri ve hizmeti içerirdi. Seyr-i sülük dediğimiz yolculuğu tamamlayan derviş “Dede” unvanını alırdı ve kendisine destarlı bir sikke tekbirlenirdi.
Bugün Mevlevi Ayini yöneten postnişinler arasında yalnızca Tuğrul İnançer tasavvufi pratikten gelmektedir (kendisine selâmı borç bilirim, Hû Efendim!). Dolayısıyla diğer postnişinlerin “Dede” unvanını neye dayanarak kullandıkları, bu cahilin kafasında bir soru işaretidir.
Mevlevihanelerde dervişin yeteneğine göre çeşitli sanat dallarında eğitim verilirdi, ama bu eğitimin önemli bir bölümünü de Hazreti Mevlâna’nın büyük eseri Mesnevi’nin okutulması oluştururdu.
Aslında Kur’an yorumu olan Mesnevi’nin okunması ve öğretilmesi eski İstanbul’un gündelik yaşantısında çok yaygındı. Mevlevihane’lerin dışında, farklı tarikatların tekkelerinde bu eğitim verilebildiği gibi, bazı camilerde de halka Mesnevi okunur ve şerh edilirdi.
Mesnevihanlık geleneksel yolla, bir ustanın icazet vermesiyle gelecek kuşaklara aktarılırdı. Geleneksel Mesnevihanlığın son temsilcisi, dostluğundan onur duyduğum Nur Arıtan Hanımefendidir (Hû Efendim). Kendisi, merhum Mesnevihan Şefik Çan’ın yanında yetişmiştir. Şefik Çan’ın icazeti de Tahir-ül Mevlevi’dendir.
Yeniden Mevlevilerin yetişmesinin tek yolu, Mevlevihanelerin manevi sahiplerine geri verilmesidir. Hazreti Mevlâna’nın soyundan gelen Çelebi ailesinin bugünkü reisi olan Faruk Hemdem Çelebi, 13-12-2003 tarihli Hürriyet gazetesine verdiği demeçte şöyle demektedir: “Bütün arzumuz Yenikapı Mevlevihanesi’nde hizmet verebilmek. Bundan birkaç sene önce yanan binayı Kültür Bakanlığfndan istedik, ‘En tabii hakkınız’ dediler, sonra da bir yazıyla ‘Müzeye çevirip bize teslim edin’ diye cevap verdiler. Yenikapı Mevlevihanesi’nde dedem Bakır Çelebi ve Abdülhalim Çelebilerin mezarları var. Eğer Yenikapı Mevlevihanesi bir başka kuruluşa verilirse, dedelerimin mezarını oradan alıp Konya’ya götüreceğim.” demektedir.
Yenikapı Mevlevihanesi, 1997 yılında içindeki antikaları çalan Vakıflar Genel Müdürlüğü görevlileri tarafından, hırsızlığın anlaşılmaması için yakılmıştır. Zeytinburnu üzerine bir kitap hazırladığımız sırada Burçak Evren’le birlikte rastlantı sonucu Mevlevihane’nin kapısını açık bulup içeri girmiştik. İçerde bir şarkıcıya klip çekiliyordu, bekçi bizi gördüğünde çok telâşlanmıştı. Birkaç gün sonra elimizde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün izin belgesi olduğu halde, aynı bekçi bizi içeri almadı, muhtemelen içerde olan bir şeyleri görmemizi istemedi.
Bugün Vakıflar Genel Müdürü olan Yusuf Beyazıt ile Türk ve İslâm Eserleri Müzesi Başkanı Mahmut Erol Kılıç, birer zahir ehli olarak, Mevlevihanelerin içinde kostüm giydirilmiş plâstik mankenlerin yer aldığı mekânlara dönüştürülmesini planlamaktadırlar. Oysa aynı zamanda tasavvuf dalında bir ilahiyat profesörü olan Mahmut Erol Kılıç’ın, Bahariye Mevlevihanesi’nin Padişah’a bile yâr olmadığını bilmesi gerekirdi.
Bugün Bektaşi tekkelerinin birçoğu, Bektaşilikle hiçbir ilgisi olmayan Alevi vakıf ve derneklerine verilmektedir (bu tekkelerin bazıları da İstanbul Büyükşehir Belediyesi ya da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde adamını bulan tuhaf kuruluşlara tahsis edilmiştir). Mevlevi haneler konusunda da yeni dönemde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün restorasyon parasını verebilen herkese bu kutsal mekânları 26 yıllığına kiralamaya hazır olduğunu gözlemliyorum, İstanbul’un diğer tekkeleri de benzer bir kaderi paylaşmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bir taraftan tekkelerin restorasyonlarını gerçekleştirirken, diğer taraftan çelişkili bir biçimde buraların tasavvuf müziğinin ve folklorunun yaşatıldığı mekânlar olarak kullanılmasına karşı bir politika gütmektedir. Aslında, ikinci bir Kadızadeliler dönemi yaşadığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Birkaç ay Önce Cuma namazı için gittiğim Şişli Camii’nde vaizin vahdet-i vücûd için “şirk” dediğini kulaklarımla duydum. Müslümanların cem olmasının amaçlandığı bir günde Diyanet görevlileri bölücülük yapıyordu.
Şeb-i Arus törenlerinin yeniden uyandırılması, 1950’lerde Demokrat Parti’nin dönemine denk düşmektedir, İslâm’ın medeniyet yüzünü, estetiğini, felsefesini temsil eden tasavvufa kendi İslâmi yorumu nedeniyle düşmanca yaklaşan bir Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, kendisini Demokrat Parti ile ilişkilendirmesi mümkün değildir.
Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı
#Alper Çeker