Aşkın yolu
Bilal Kemikli
Aşkın yolu ifadesi bana ait değil. Geçen hafta ziyaret ettiğim bir resim sergisinden mülhem bu tabiri kullanıyorum. Genç bir ressamın, belki de ilk kişisel sergisiydi bu. Mevlânâ yılı dolayısıyla, tuvaline Mesnevî”den, Mevlevîlikten ve bilhassa semâ”dan aldığı ilhamları nakşetmişti.
Resim yapmak ayrı bir iş; diğer sanatlar gibi burada da, büyük bir beceri, uzunca yılları alan ön çalışmalar ve bitmek tükenmek bilmeyen bir çaba gerek. Sanat, kim ne derse desin, tek başına yetenekle olacak bir iş değildir. Bir ustanın rahle-i tedrisinden geçmek gerek… Bir izi sürmek gerek. Bu da ancak sabır ve gayretle mümkün oluyor. Resimlere bakarken, renklerin raksına tanık olurken benim akıl koridorlarımda dillendirdiğim temel düşüncelerden birisi buydu… Yetenek, usta, bitmek tükenmek bilmeyen bir azim ve en önemlisi sabır… İlla sabır.
Bazı öğrencilerimden biliyorum; bir iki gün kursa gidiyor, ya tezhipçi oluyor, ya ebrucu. Hatta bir iki ayda hattat olanlar da var. Bu mümkün mü? Hayır değil, ama ben yaptım, yapıyorum işte diyorlar. Oysa sanat sabır işidir, devamlılık işidir. Bekleyeceksin, tecrübe edineceksin, denemeler yapacaksın, eleştiriler alacaksın ve demleneceksin. Aceleye getirilip servis edilen çaydan zevk almak mümkün mü? Çay tiryakisi olmayanlar, damak zevkine sahip olamayanlar için bu normal bir şeydir. Oysa çayın tiryakisi olmuş, zevk-i selîm denilen o ince zevke, seçkinciliğe ulaşmış kimse için o ikram edilen şey, çay değildir. Çay belirli bir kıvama, bir tada ve bir lezzete ulaşmalı… Bu da ancak beklemekle oluyor. Sanat da böyle… Sabırla beklemek.
Şimdi bazı dostlarımın, “olur mu, artık poşet çaylar var, çay makineleri var, hemen servis yapılıyor” dediklerini duyar gibiyim… Poşet çaylara, bilirsiniz, sallama çay da diyorlar. Zaten adı üstünde “sallama”; onu tarife ve tartışmaya ne hacet! Makine çaylarını ise, makineleşenlere bırakmalı. Biz demlikte demini alan çayı biliriz, nevzuhurları yeni yetmelere, sürat düşkünlerine, hayatı öteleyenlere bırakalım. Sakın sanatı çaya indirgediğim sanılmasın, asla böyle bir niyetimiz olmaz… Çaydan maksat tada ulaştıran demdir, olgunluktur, kemâldir. Demem o ki, gözümüzden gönlümüze akan, hem bakışımızı, hem de içimizi onaran görsel sanatlarda da demi aramak lazımdır. Sanatta dem, hem sanatçıda, hem de sanatta aranmalıdır. İz süren, bir geleneğe yaslanan, ama geleneği taklitle tüketmeyen ve yeni yollar açmasını bilen, en azından ulaştığı yenilikleri sabırla ve azimle tecrübe ederek demleyen ve böylece ulaştığı kanaatleri kamuya sunan sanatçılara çokça ihtiyacımız var.
Mesnevî”nin sıcaklığıyla buluşan renkleri temaşa ederken bunları düşünüyorum. Tabloların arasında dolaşırken, Mevlânâ yolunun üç temel işaretini görür gibiyim: Hamdım, piştim, yandım. Orada bir izi takip edebilmiş, renklerin farkına varmış, fırçanın dilini çözmüş, pişmiş, demlenmiş bir yetenekle karşı karşıya olduğumu fark ettim. Hele yanmak… Ah, yanmak.
Yanmak deyince, hemen akla ateş gelir. Ateş yakar. Ateşe düşen yanar. Bu ateş nedir? Bu yangın hangi yangındır? Bunların ayrıntılı izahına girmeyeceğim. Ancak şu kadarını söylemek mümkündür; Mesnevî”de, bilenler bilir, en çok göze çarpan metaforlardan birisi ateştir… Divân-ı Kebîr”de de öyledir. Ateş, asıl özelliği yakmak olsa da bir aşk eri olan İbrahim”i yakmamıştır. İbrahim, yansın diye alevlerin ortasına atılmıştır. Ancak, o ateş bir gül bahçesine dönüşmüştür. Çünkü ateşteki yakıcı özün aslî kaynağı, ona “yan!” emrini verendir. Aynı emir verici, “Halîl”inin yani dostunun tecziye maksatlı olarak ateşe atılmasına “yanma!” emriyle müdahil olmuştur. İşin sırrı budur. Ateş, güle dönüşmüştür… Yanmak, gül olmaktır.
Sergide, bir tablonun önündeyim; sema yapan derviş, ateşi çağrıştıran bir kırmızılıkla resmedilmiş. Kırmızı tennure, kırmızı sikke, kırmızı beden; derviş, baştan sona ateş… Sema yapıyor, kolları, semaya doğru açılmış; aşk u niyâz ile kendinden geçmiş, dönüyor, dönüyor. Döndükçe yüceliyor, döndükçe, arınıyor, yüklerden azâd oluyor, hafifliyor. Hafifledikçe yükseliyor, yükseliyor, semaya doğru urucediyor. Urucederken savrulan tennure, sanki bir gül yaprağına dönüşüyor. Derviş, tıpkı ateşe düşmüş İbrahim gibi, gül oluyor.
İşte demlenmek dediğim, bir geleneğe yaslanmak dediğim husus bu tabloda kendini ele veriyor. Dervişi, gül olarak tasavvur etmek… Bu mümkün; pek çok ressam bunu düşünebilir. Ama sema”yı bir yüceliş olarak görmek, Mesnevî”nin mısraları arasında kaybolmakla, durup oradaki manayı anlamaya çalışmakla mümkündür. En azından Mevlevîlik ve sema” üzerine araştırmak, sorup soruşturmak ve sembolleri çözmekle mümkündür.
Daha başka tablolar da var. Mesela sema” yapan dervişlerin elif olarak tasavvur edilmesi… Elif, tasavvuf edebiyatında vahdeti ifade eder. Derviş, sema” yaparken, her bir dönüşünde kesretten, bu geçici çokluk âleminin yüklerinden arınarak gerçek varlığa, tevhide eriyor. Elif, dervişin Kaf Dağı; ona tırmanıyor. Gönül sayfama nakşettiğim bir başka tablo daha var: Murakabeye dalmış bir Mevlevî dedesinin vav olarak anlatılması… Sadece bu tablo için bir uzunca yazı kaleme almak lazım. Ne kadar güzel; harflerin sırrına ermek için geleneksel kültürdeki sembolleri anlama çabasında olmak. Vav, Allah”ın isimlerinden biri olan Vedûd”un sembolü. Vedûd, gerçekten seven ve gerçek anlamda sevilmeye layık olan yüce yaratıcı demektir. Murakabe yapan dervişin vav olarak düşünülmesi, bu derin tefekkürün ilâhî sevgiyi anlama çabası olduğunu ihsas ediyor.
Belki gezdiğim bu sergi, evvelce de dediğim gibi, sanatçının ilk sergisi… Fakat sanat yolunda bir ulu çınara yaslanmış gibi. Öyle sanıyorum ki, bu yaslandığı çınardan nice güzel anlamlar devşirecek ve nice güzel sergilerle bize ışık saçacaktır. Hayır, sadece sanmıyorum; umuyorum ve bekliyorum. Şimdi bu yazının ilham kaynağını soruyor olmalısınız? Evet, bu yazının ilham kaynağı, Tülay Hayat”ın, Aşkın Yolu Mevlana sergisidir. Yolu açık ve aydınlık olsun.
Son olarak şunu söylemek mümkündür: Mevlânâ, kültür dünyamıza hala ışık saçıyor. Bu ışık hiç sönmesin.
#Bilâl KEMİKLİ