III. ULUSLARARASI MEVLÂNA KONGRESİ
AVRUPA”DA KÜLTÜREL ÇOĞULCULUK, GÖÇMENLER VE TÜRK TOPLUMU1
Doç. Dr. Talip KÜÇÜKCAN*
Giriş
İsteğe bağlı veya zorunlu uluslararası insan göçü tarihin her döneminde rastlanan ve günümüzde de devam ederek sosyal, kültürel ve ekonomik değişimlere neden olan yaygın bir olgudur. Savaş, sel, yangın ve deprem gibi felaketler, refah ve istihdam arayışı gibi ekonomik nedenler ile baskılardan kurtulma, düşünce ve fikir hürriyeti elde etme uğruna güvenli ve özgür bir ülke arayışı gibi siyasal nedenler geçmişte olduğu gibi günümüzde de nüfus hareketlerine ve göçlere neden olmaktadır2. Göçlerin neden olduğu geniş çaplı ve derin değişimler sosyolojik araştırmaların en önemli konuları arasında yer almaktadır3. Her ne kadar ulus devletlerin ortaya çıkışı ile bağımsızlık ve egemenliğin birer göstergesi olan sınırlar ortaya çıkmış ve nüfus hareketliliğinin önüne engeller örülmüş ise de yasal veya yasal olmayan yollardan çok sayıda insan sınırları aşarak farklı ülkelere göçmüş, oraya yerleşmiş ve çoğunlukla da göç ettikleri ülke toplumlarının ayrılmaz bir parçası haline gelmişlerdir4. Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri gelişmiş ülkeler olarak göçlerin başlıca merkezleri haline gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkelerindeki demokratik sivil kültür ve ekonomik gelişmişlik düzeyinin yarattığı refah ve istihdam imkanları bu merkezlere yapılan göçü artırmıştır5. Küresel bir gerçeklik olan uluslararası ve ulus aşırı göçler sonucunda hem Amerika Birleşik Devletleri hem de Avrupa ülkelerinde çok kültürlü bir toplumsal yapı oluşmuştur. Göçmenlerin oluşturduğu azınlık gruplar farklı dini, etnik, kültürel ve linguistik kimlikleriyle bu ülkelerin sosyal ve demografik yapısındaki heterojenliği artırmış ve kendi kimliklerini, çoğunlukla anayurt özlemini ve bağlılığını da kaybetmeden, yeni ülkelerinde tekrar üretmişlerdir.
Türklerin Batı Avrupa ülkelerine göç süreci 1950 sonları ve 1960″ların ilk yıllarından başlayarak devam etmiştir. 1973 yılındaki petrol krizine dayalı ekonomik duraklama göç hareketini bir süreliğine kesintiye uğratmakla birlikte aile birleşimi şeklinde dışarıya göç hareketi ivme kazanarak devam etmiştir. Türkiye”ye dönüş planları sadece mitolojik bir niyet olarak kalmış ve aile birleşmeleri ile Avrupa”daki Türk nüfusu her yıl gittikçe artmıştır6. Günümüzde Avrupa’da 3,5 milyondan fazla Türkiye kökenli insan yaşamaktadır. Avrupa’daki Türk nüfusun büyük bir çoğunluğu bulundukları ülke vatandaşlığına geçmiş ve göçmenlik statüsünü terk etmek suretiyle bu ülkelerde yerleşik hayat sürmeye başlamıştır7 Avrupa’da doğup büyüyen genç kuşaklar da eğitimlerini bu ülkelerde almakta, bu ülkelerin okullarında sosyalleşmeye başlamaktadırlar. Anne-babalar için genç kuşakların farklı kültürel ortamlarda sosyalleşmeleri “kültürel kimlik” gelişimi açısından birtakım kaygılara neden olmaktadır. Ancak bu kaygıların ne kadar haklı olduğunu, Avrupa’daki Türk gençlerinin gerçekten “kültürel kimlik” eksenli sorunlar yaşayıp yaşamadıklarını değerlendirebilmek için gençlerin Türk kültürel değerleri hakkında neler düşündükleri konusunda yeter sayıda kapsamlı araştırmalar yapıldığını söylemek zor görünmektedir. Bununla beraber son yıllarda Avrupa’daki Türk gençlerini konu alan sosyolojik ve antropolojik araştırmaların ivme kazandığını da belirtmekte yarar vardır.8
Avrupa”daki Türkler, Avrupa”daki göçmen topluluklar kadar Avrupa müslüman diyasporasının da bir parçasıdır. Son zamanlarda müslüman diyasporası hakkında yapılan çalışmaların önemli bir bölümü Türklere ayrılmaktadır. Bu nedenle Avrupalı Türklerden bahsederken zaman zaman Avrupa müslümanlarına değinmek zorunlu görünmektedir. Bu nedenle bildiriye özellikle 11 Eylül 2001″deki talihsiz olaylardan sonra tekrar gündeme gelen ve hemen herkes tarafından tartışılan bir konu ve teori ile başlamakta yarar görüyorum. Bu tartışmalar Avrupa”da “öteki” olarak görülen Türkleri de yakından ilgilendirmektedir. Hatırlanacağı üzere 11 Eylül olaylarının hemen ardından uygarlıklar çatışması tezi tekrar gündeme gelmiş, İslâm dünyası ve Batı arasında uygarlık temelli çatışma ve sürtüşmeler yaşanacağı iddia edilmiştir. Bu tartışmalar sürerken zaman zaman hem Avrupa”da hem de Amerika”daki müslüman azınlık gurupların bazı saldırılara uğradığı görülmüştür. Hatta İtalya başbakanı S. Berlusconi Hıristiyan uygarlık değerlerinin daha üstün olduğunu ve bu nedenle bu uygarlığın tekrar canlandırılması gerektiğini söylemişti. Bu türden bir yaklaşım kuşkusuz onlarca yıldır süren göç ve nüfus hareketleri ile çok kültürlü hale gelen dini, etnik, kültürel ve linguistik açından farklı guruplara ev sahipliği yapan Avrupa”da hoşgörü ve kültürel pluralizm açısından şaşırtıcı olmuştur.
Türklerin ve diğer müslüman azınlık toplulukların Avrupa”daki geleceğini değerlendirirken şu üç konuya değinmek gerekmektedir: I- Samuel Huntington”un medeniyetler çatışması çerçevesinde İslâm dünyası ve Batı iliş-kileri bağlamında Türk ve müslüman azınlıkların Batıdaki konumu ve geleceği; II- Göçmenlerin kimliklerindeki hangi dini, kültürel ve linguistik unsurların ge-liştirilmesi, hoş görülmesi veya bunlara karşı çıkılması gerektiği sorusu çerçe-vesinde Türkler ve müslümanlarla ilgili geliştirilmesi gereken politikalar; ve III-Avrupa”da gelişmekte olan Euroİslâm veya Avrupa İslâmının sağlayacağı fırsat ve imkanların ve doğuracağı sorunların bir değerlendirilmesi. IV. Avrupalı Türk gençliğinin yeni kimlik inşası. Şimdi sırasıyla bu konuları tek tek ele alarak tartışmaya devam edelim.
- Medeniyetler Çatışması: İslâm Dünyası ve Batı İlişkileri
Samuel Huntington”un medeniyetler çatışması kuramındaki temel yanlışlara zaman zaman işaret edilmiş ve özellikle İslâm dünyasının monolitik, yekpare ve statik biçimde algılanması eleştirilmiştir. Batı uygarlığı ve İslâm arasındaki ilişkilere değinirken sadece çatışma ve sürtüşme değil aynı zamanda bilim, felsefe, sanat ve kültür alanlarında her iki uygarlığın birbiriden yararlandığını da göz önünde bulundurmak gerekir.
Uygarlıklar çatışması tezinin eleştirisi ile ilgili olarak bu noktada Prof. James Kurth”un uygarlıklar çatışması konusundaki görüşlerinin dile getirilmesi yararlı olacaktır. Bilindiği üzere Amerikalı siyaset bilimci Samuel P. Huntington”un politikacılardan strateji uzmanlarına, tarihçilerden günlük gazetelerin köşe yazarlarına varıncaya kadar geniş bir kesimin ilgiyle okuduğu Medeniyetler Çatışması9 başlığıyla yayınlanan makalesinde ortaya sürdüğü fikirler hala tartışılmaya devam ediyor. Huntington”un medeniyetler çatışması tezinin bu kadar yankı yapmasının nedeni hiç şüphesiz, makalede tartışılan fikirlerin yakın gelecekte uluslararası politikadaki en ciddi çatışmaların ne türden olacağı sorusuna kapsamlı bir cevap niteliği taşımasından kaynaklanıyor. Huntington”un ortaya attığı kavramsal çerçeve siyaset bilimcileri arasında ciddi tartışma ve hatta sürtüşmelere de zemin hazırladı. Bu tartışmalara katılan Profesör James Kurth, Huntington”un ileri sürdüğü çatışma tezini farklı açıdan değer-lendirerek yeni bir tartışma başlattı. Amerikalı siyaset bilimi profesörü James Kurth, “Gerçek Çatışma”10 başlığı ile yayınladığı makalesinde medeniyetler arası çatışma tezine karşı çıkıyor ve medeniyet içi çatışma tezini öne sürüyor. Kurth”a göre gerçek çatışma Huntington”un iddia ettiği gibi Batı medeniyeti ile diğer medeniyetler arasında ve özellikle İslâm ve Konfüçyüs medeniyetlerin oluşturacağı ittifak arasında değil, bizatihi Batı medeniyetinin kendi içerisinde ve hassaten bu medeniyetin günümüzdeki merkezi gücünü oluşturan Amerika Birleşik Devletleri”nde yaşanacaktır.
Amerikalı siyaset bilimci Kurth”a göre, Batı medeniyeti ile İslâm medeniyeti arasında bir uygarlık çatışmasının yaşanması pek mümkün görünmüyor. Çünkü günümüzde İslâm medeniyetini temsil eden güçlü bir ülke ya da imparatorluk mevcut değil. Geçmişte bu medeniyeti temsil eden Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük bir güç vardı. Ancak İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu temsil eden bu mümessil süper güç birinci dünya savaşından mağlup olarak çıkınca, İslâm dünyası birbirleriyle iktidar kavgasına düşüveren küçük parçalara bölündü. Yani İslâm dünyasının siyasi ve ekonomik birliğini sağlayıp dış dünyaya karşı İslâm dünyasını temsil edecek güç parçalandı ve merkeziliğini yitirdi. Bir başka ifade ile Batı medeniyetine rakip olabilecek ve bu merkezden kaynaklanan dayatmalara karşı koyabilecek ciddi bir muhalif güç yok günümüzde.
Şimdi İslâm dünyasına şöyle bir göz atalım. Acaba Batı medeniyetini temsil eden güç odaklarının çıkarlarına zarar verebilecek, ekonomik ve siyasi yaptırımlarına dur diyebilecek bir İslâm ülkesi var mi? İslâm dünyasını temsil etme anlamında liderliğe aday ülkeler arasında İran, Mısır, Türkiye, Pakistan ve Endonezya ilk akla gelen potansiyel ülkeler. Iran, Şii kelamı ve kuvvetli etnik kimliği ile kendisini diğer İslâm ülkelerinden soyutlamak suretiyle bu şansını kaybetmiş görünüyor. Saydığımız diğer ülkelere gelince; bu ülke toplumlarının İslâm’a farklı yaklaşımları, ülkede hakim olan siyasi gelenek ne Batı ne de Doğu medeniyetlerine alternatif bir politika oluşturma peşinde. Bundan çıkacak sonuç şudur: İslâm bir medeniyet olarak var olmaya devam edecektir ancak bu varlığını İslâm dünyasının dış politikasını, bu medeniyetin ilke ve gereklerine göre uluslararası platformda temsil edecek güçlü bir imparatorluk veya lider ülkeden yoksun olarak sürdürecektir. Bu da şu demektir: İslâm dünyası ile Batı arasında nükleer savaş veya konvansiyonel silahların kullanıldığı cinsten çok ciddi bir çatışma olmayacaktır. Çünkü İslâm dünyasının şu andaki durumuyla bir muhalefet veya rakip olması söz konusu değil.
- Avrupa”da Türk ve Müslüman Azınlıkların Kültürel Kimliklerinin Yeniden Üretimi, Tanınması ve Geliştirilmesi İçin Gereken Politik Adımlar
Avrupa”da, 3,5 milyonu Türk olmak üzere, sayıları 7-8 milyon arasında olduğu tahmin edilen çok sayıda müslüman yaşamaktadır11. Bu noktada zaman zaman şöyle bir soru sorulmaktadır: “Türk ve müslüman göçmenlerin kimliklerindeki hangi dini, kültürel ve linguistik unsurlar geliştirilmeli, hoş görülmeli veya bunlardan hangilerine karşı çıkılmalıdır?” Böyle bir sorunun arkasında Türk ve müslüman kimliklerin, değerlerin ve dini aidiyetlerin tanınması gerektiği fikri kadar bütün bunların ancak ev sahibi ülke şartlarına uygun olması, yerel değerlerle çatışmaması ve bir anlamda topluma uyum sağlamaya engel unsurların ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağı fikri yatmaktadır. Bu nedenle de hem Türkler ve müslümanlara hem de içinde yaşadıkları topluma bazı görevler düşmektedir. Yani bu sorunun temelde iki muhatabı vardır. Biri Türkler ve müslümanlar diğeri ise göçmen olarak gidip yerleştikleri ülke devleti ve toplumudur. Hemen belirtmek gerekir ki müslüman topluluklar ve İslâmiyetin yekpare bir yapı olarak algılanmaması gerekir. Bugün bazı Batı medya organlarında bir İslâmophobia (İslâm korkusu) yayılmakta ve müslümanlar şiddet yanlısı, Avrupa”nın refah sistemini tehdit eden bir gurup olarak algılanmaktadır. Aşırı uçtaki guruplardan hareketle ya da şiddet olaylarına karışan bazı marjinal oluşumlar yüzünden müslümanların bir tehdit olarak algılanması ve İslâm korkusu duygusu yayılması hem uyum sürecini olumsuz etkiler hem de müslümanları hedef alan ayrımcılık ve dışlanma dürtülerini güçlendirir. Bu nedenle Türkler ve müslümanların kendi içindeki farklıkların bilinmesi ve genellemeler yapılmaması gerekir.
Batıda yaşayan Türkler ve müslümanların en temel sorunlarından birisi içinde yaşadıkları ülkelerde onları temsil eden bir şemsiye ya da üst kurumun olmayışı ve böyle kurum oluşturmaları talepleriyle karşılaşmalarıdır. İslâmın yapısında diğer bazı dinlerde olduğu gibi ruhban sınıfı veya hiyerarşik bir yapı olmadığı için bütün müslümanları temsil edebilecek kilise benzeri bir yapı veya kurum oluşmamıştır. Bu nedenle Batıdaki yetkililer ve ilgili kurumlar müslümanları ilgilendiren konularda gerektiğinde müzakere edebilmek için tek bir temsilci kurum arayışlarına cevap bulamamaktadır. En azından yakın bir gelecekte böyle bir kurumsal yapının oluşması zor görünmektedir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Türkler ve müslümanlar arasındaki farklıklar düşünsel zenginliğin bir yansımasıdır. Bu nedenle çoğulcu bir anlayış ve kurumsallaşmaya giden müslümanları tek çatı altında toplamak demokratik görünmemektedir. Son zamanlarda Fransa gibi bazı ülkelerde böyle bir eğilimin oluşması resmi makamlar tarafından desteklenmekte ancak bu müslümanlar arasında bazı sürtüşmelere neden olmaktadır. Batı, Türkleri ve müslümanları şimdiye kadar ürettikleri ve yaşattıkları çoğulcu yapıyla kabullenmelidir.
Türk ve müslüman azınlıkların topluma entegre olabilmeleri ve uyum sağlamaları için Avrupa”nın temel değerlerini benimsemesi gerektiğini ifade edilmektedir. Kuşkusuz Türkler ve müslümanlar yaşadıkları toplumla sürtüşme içinde değil, uyum ve barış içinde olmanın yollarını aramalıdır. Zaten bu toplumlarda doğup büyüyen genç kuşaklar devlet okullarında aldıkları eğitimin bir etkisi sonucu yaşadıkları toplumun temel değerlerini tanımakta ve içselleştirmektedir. Ancak burada uyum ile asimilasyon arasındaki farka da işaret etmekte yarar vardır. Avrupa artık çok dinli, dinli ve kültürlü bir yapı kazanmıştır. Avrupalıların da İslâm tanımaları ve müslümanların dini ve ahlaki değerlerine saygı göstermeleri gerekir. Batılı toplumlarının, artık aralarında yaşayan Türkleri ve müslümanları geçici guruplar olarak değil o ülkelerde yerleşik ve kalıcı vatandaşlar olarak kabul etmeyip sadece Türkler ve müslümanlardan uyum sağlama uğruna hep Batı değerlerini kabullenmelerini beklemeleri, gerçekçi görünmemektedir. Aslına bakılırsa Avrupa”daki Türk ve müslüman varlığı Batı ülkelerinin çağımızda karşı karşıya kaldığı en büyük hoşgörü ve çoğulculuk testlerinden biridir. Bu bağlamda bağnaz, aşırı uçtaki şiddet yanlısı bazı grupların Türkleri ve müslümanları temsil etmediğini ve Türkler aleyhine oluşturulan olumsuz kalıp yargılara katkıda bulunduğunu, bu nedenle de Avrupalı Türklerin bu gurupları ılımlı ve demokratik bir dönüşüme zorlamaları gerektiğini belirtmekte yarar vardır.
Toplumsal eşitlik ve barışın sağlanabilmesi için Avrupa”daki devletlerin Hıristiyanlık ev Yahudilik gibi İslâmiyeti de resmen bir din olarak tanımaları gerekmektedir. Bir çok hakların elde edilmesi ancak yasalar karşısında eşit konumda olmakla mümkündür. Bu nedenle müslümanların da birçok alanda kamusal fonlardan yararlanmaları ve kurumsallaşma sürecinde diğer din mensuplarının yararlandığı bazı ayrıcalıklardan yararlanması demokrasinin ve insan haklarının bir gereğidir12. İslâmiyetin resmi bir din olarak tanınması hem Türklerin dışlanma psikolojini azaltacak hem de geniş halk kitleleri nezrinde İslâmın varlığına yasal bir zemin hazırlayacaktır. Ayrıca böyle bir gelişme kamu okullarında her kesimden öğrencinin İslâm hakkında daha fazla ve daha doğru bilgiler almasına kapı aralayacaktır. Böylece Türkler ve müslümanlara ilişkin önyargıların yerini bu dini ve mensuplarını doğrudan tanımaya dayanan görüşler alacak-tır. Avrupa ülkelerinin din-devlet ilişkisi bağlamındaki tarihsel deneyimi ve si-yasal kültürü farklı olduğu için din ve dini kurumlara ilişkin politikaları farklılık arz ermektedir. Ancak genel bir değerlendirme yapıldığında devletin din ve dini kurumlara düşmanca bakmadığı görülecektir.
Örneğin Almanya anayasası kiliseyi bir kurum olarak tanımış ve bu kurumun varlığını sürdürebilmesi için “kilise üyeliği vergisi” şeklinde adlandırabileceğiz bir vergi türü ihdas edilmesine zemin hazırlamıştır. Buna göre kiliseye üye olan ve sunduğu hizmetlerden yararlanmak isteyen müminlerin gelirlerinden yüzde 8 ila 9 oranında vergi kesintisi yapılmaktır. Ülkedeki Hıristiyan kili-selerin bu vergilere dayalı yıllık gelir toplamı yılda 8-9 milyar Euro”ya tekabül etmektedir. Ayrıca Almanya da devlet okullarında öğrenci velilerinin istemesi durumunda kendi mezheplerine dayalı din eğitimi verilmektedir. Okul bu tür bir eğitimin alt yapısını (sınıf,malzeme ve materyal) hazırlamakla görevlidir. Din eğitimini vermek üzere de resmi olarak tanınan ve bu görev kendisine tevdi edilen bir kilise görevlisi/öğretmeni devlet okulunda din öğretimi yürütmektedir.
İngiltere”de de kilise resmen tanınan bir kuruluştur. Devletin en üst hiyerarşisindeki kişi yani kral/kraliçe aynı zamanda kilisenin de yasal olarak lideri/başı konumundadır. Günümüz İngiltere”sinde de bu uygulama sürdürülmektedir. Şu anda Kraliçe Elizabeth aynı zamanda Anglikan Kilisesi”nin de başında bulunmaktadır. Hem Almanya hem de İngiltere”deki bu durum dini kurumlara kamusal fondan aktarım yapmayan Fransa”dan farklı bir modernleşme/sekülerleşme deneyimi olduğu göstermekte ve her iki ülkede de dinin kurumsallaşmasına zaman zaman dolaylı zaman zaman da doğrudan katkıda bulu-nulduğunu göstermektedir.
İngiltere”yi diğer ülkelerden ayrı kılan bir başka özelliği de bu ülkede 1988 Eğitim Reform Yasası ile devlet okullarında Hıristiyanlık ağırlıklı din eğitimin verilemeye başlanmasıdır. Bu yasa aynı zamanda ilk ve orta dereceli tüm devlet okullarında topluca dua edilmesi ve ayin yapılması koşulunu da getirmiştir. İngiltere”nin bu özelliği ile kamu okullarında din eğitimi verilmesine ve dini sembollerin sergilenmesine izin verilmeyen Fransa”dan büyük ölçüde farklı bir modernleşme/sekülerleşme deneyimine sahip olduğunu göstermektedir. İngiltere”de diğer birçok Batı Avrupa ülkesinde olduğu gibi kiliselere ait binlerce ilk ve orta dereceli okul bulunmaktadır. Yönetimi ve mülkiyeti kiliseler ait bu okulların giderlerinin yüzde 80″i kamu bütçesinden karşılanmaktadır. Bu veriler göstermektedir ki birçok Avrupa ülkesinde Hıristiyanlık kolektif kimlik kaynaklarından biri olarak hala öneminin korumaktadır.
Türkler ve İslâm hakkında doğru bilgilendirme sadece eğitim kurumlarında değil, medya organlarında da yer almalıdır. Günümüz Avrupa toplumlarında müslümanlara ilişkin kalıp yargıların ve olumsuz imajların oluşmasında medya çok kapsamlı bir rol oynamaktadır. Türkler ve İslâmiyet hakkındaki olumsuz haberlerin medyada sürekli yer alması uyum ve entegrasyon yolundaki en büyük engellerden biridir. Çünkü sürekli olumsuz bilgilendirmeye daya bilgiler zamanla önyargıların pekişmesine ve hatta şiddete başvurulmasına kadar uzanan etkiler yapmaktadır. 11 Eylül saldırılarından sonra medyada çıkan haberler bazı müslümanların hedef seçilmesine ve gerginliğin tırmanmasına neden olmuştur. Bu nedenle medya Türkler, müslümanlar ve İslâm hakkında haberler yaparken daha sorumlu davranmalıdır.
Son yıllarda Batı ülkelerinde aşırı milliyetçiğin ve ırkçı akımların güçlendiği görülmektedir. Almanya”da dazlaklar, İngiltere”de British National Party, Fransa”da Le Pen ve taraftarları, Avusturya”da Haidar”ın partisini iktidara yaklaştıran ırkçı eğilimler, diğer yabancı ülke kökenlilerle birlikte müslüman toplulukları da hedef almaktadır13. Daha ikinci dünya savaşı sırasındaki Musevi katliamı hafızalarda canlılığını korurken Avrupa”da bu yüzyılda böylesine aşırı eğilimlerin yükselişi ciddi bir kaygı ve tedirginlik kaynağıdır. Bu nedenle söz konusu akımların yasal yollardan etkisiz hale getirilmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde sosyal ve siyasal barışın sağlandığı uyumlu bir toplum yaşamına ulaşılması mümkün değildir. Bu akımlar bütün azınlıkları ve müslümanları her türlü olumsuz gelişmenin sorumlusu sayarak kamuoyunu yanıltmakta ve azınlıkları hedef olarak göstermektedir. Almanya”da ırkçı dazlakların Türkleri hedef aldığı bilinmektedir. Bu tür akımların yasal yollardan etkin biçimde etkisiz hale getirilememesi durumunda dazların geçmişte olduğu gibi gelecekte de şiddete başvurarak toplumsal uyumu bozmaları muhtemeldir.
Avrupa”daki Türkler ve müslümanlar açısından işaret edilmesi gerektiğini düşündüğüm temel sorunlardan birisi de “vatandaşlık” meselesidir14. Unutulmamalıdır ki yıllardır Batı ülkelerinde yaşayan Türkler ve müslümanların bulundukları ülke vatandaşlıklarına geçmede önlerine ciddi engeller çıkarılmıştır. Bu da Türkler ve müslümanların kısmen dışlanmışlık duygusu içinde kendi gettolarını yaratmalarına katkıda bulunmuştur. Ayrıca vatandaş olamayanlar ne oy verebilmekte ne de ülkenin siyasal ve kamusal yaşamına aktif olarak katılabilmektedir. Kültürel duvarların da örülmesine neden olan vatandaşlıkla ilgili sorunların bir an önce ortadan kaldırılması, vatandaşlığa geçişin kolaylaştırıl-ması ve çifte vatandaşlığın kabul edilmesi entegrasyon ve uyum sürecinin hızlandırılmasına katkıda bulunacaktır. Türklerin siyasal temsilleri de bu bağlamda önem kazanmaktadır. Son yıllarda genç kuşak Türklerden az sayıda da olsa siyasal yaşama15 katılan bireylerin olduğunu görmek sevindirici olmakla birlikte sayısal anlamda bu katılım yetersiz kalmaktadır. Mevcut partilerin ülkedeki a-zınlıklara kapılarını daha geniş aralamaları gerekmektedir. Eşitsizliklerin ve ayrımcı politikaların temelinde kısmen önyargılar kısmen de vatandaşlıkla ilgili dışlayıcı ya da vatandaşlığı zorlaştırıcı yasalar yer almaktadır. Bütün bunlar ortadan kaldırılmadıkça farklı toplulukların barış içinde yaşamaları oldukça zor-dur.
Avrupalı Türklerin kamusal yaşamda yeterince temsil edilmediği ve ay-rımcı politikaların kurbanı olduğu bir gerçektir. Örneğin Türkler ve müslüman guruplar arasında işsizlik oranları daha fazladır. Üst düzey devlet görevlerinde bulunan Türk sayısı yok denecek kadar azdır. Türklerin yoğun yaşadıkları bölgelerdeki kamu okullarında eğitim kalitesi daha düşük, suç işlemeye teşvik edici ortamlar daha fazladır. Türklerin ve müslüman azınlıkların uyum ve entegras-yonu için bu tür ayrımcı politikaları engelleyecek yapısal reformların başlatılması gerekir.
III. Avrupa Müslümanlığı: Euroİslâm veya Avrupa İslâmı
Sosyolog ve antropologların üzerinde önemle durmaya başladığı günümüz Avrupa”sındaki bir başka gelişme ise Euroİslâm adıyla literatüre geçmeye başlayan Avrupa İslâmı kavramı ve oluşumudur. Bazı gözlemcilere göre Avrupa”da doğup büyüyen müslümanlar arasında yeni bir İslâm anlayışı gelişmektedir. Bunlar iddialarını çeşitli guruplardan bağımsız olarak açılmaya başlayan camiler ve bazı gençler arasındaki yayılmakta olan fikirlere ilişkin gözlemlerine dayandırmaktadır. İddiaya göre oluşum sürecindeki Avrupa İslâmı daha liberal özellikler taşımaktadır. Bunun dışında da Ne var ki Avrupa İslâmını tanımlayacak ya da içeriğini anlatacak bir açıklama yapılmamaktadır. Kuşkusuz Avrupa”da doğup büyüyen, bu ülke okullarında eğitim gören, bu ülke şartlarında sosyalleşen ve kimlik inşa eden müslüman topluluklara mensup gençlerin anne-babalarından daha farklı bir din anlayışı geliştirmeleri doğaldır. Ancak bu anlayış farklılığını Avrupa İslâmı biçiminde tanımlamak ve bu tanıma sadece liberal bazı anlamlar yüklemek biraz abartılı bir anlatım gibi gözükmektedir. Yeni bir İslâm anlayışı inşası için öncelikle sağlam bir eğitim temelinin bulunması, ana kaynaklara erişimin sorunsuz olması ve hepsinde de öte yeni bir anlayış geliştirecek derinlikte kültürel birikim ve entelektüel sermayenin kazanılmış olması gerekir. Batıdaki müslüman toplulukların ne eğitim ne de bilgi derinliği açısından böyle bir sermaye birikimine sahip olduğunu söylemek için henüz çok erken. Avrupalı müslümanlar kendi entelektüellerini, fikri geleneklerini oluştur-madan yeni bir İslâm anlayışı geliştirmeleri mümkün değildir. Bugün bazılarının Avrupa İslâmı olarak tanımladıkları ılımlı ve liberal İslâm anlayışı sadece Avrupa”da değil Türkiye de dahil zaten bir çok İslâm ülkesinde kendisine yer bulmaktadır.
Avrupa İslâmı diye farklı bir anlayışın oluşabilmesi için Avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanların fikri açıdan özgürleşmesi ve geldikleri ülke geleneklerini eleştirel bir şekilde değerlendirebilecek felsefi yeterlilik ve bağımsızlık düzeyine ulaşmış olmaları gerekir. Böyle bir özgürleşme olmadan yeni fikirlerin üretilmesi mümkün olmayacaktır. Bugün Batı ülkelerindeki müslüman topluluklar arasındaki İslâmi hareketlere bakıldığında şöyle bir manzara ile karşılaşılır. Batıdaki yaygın İslâmi hareketler ve guruplar gelinen ülkelerdeki hareket ve gurupların damgasını taşımaktadır. Bu anlamda Avrupa”da ortaya çıkan ve buraya özgü hareketlerin varlığından değil, çeşitli İslâm ülkelerinde ortaya çıkmış ve Avrupa”daki müslümanlar arasında yayılmış hareketlerden söz etmek mümkündür. Bu hareketler hala müslümanlar arasında etkili olurken yeni bir Avrupa İslâmı anlayışının geliştiğini söylemek sosyolojik verilerle çelişmekte-dir. Bildirinin başlarında da belirtildiği gibi günümüzde farklı İslâm anlayışları vardır. Kuşkusuz İslâmın anlaşılması ve yorumlanması coğrafi bölge farklılıklarından, içinde bulunulan zaman dilimleri ile siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik şartlardan etkilenmektedir. Bu bağlamda Avrupalı müslümanların da kendi inançlarına ilişkin yeni anlayışlar geliştirmesi kadar meşru ve doğal bir süreç olamaz. Ancak böylesine bir süreç aynı zamanda ciddi bir entelektüel sermayeyi gerektirir.
- Avrupalı Türk Gençliğinin Yeni Kültürel Kimlik İnşası
Kendilerini daha çok Avrupalı gören diyaspora gençleri aile, dil, kültür ve cinsellik konularında önceki kuşağa oranla farklı bir anlayış geliştirmekte ve geleneksel kültürel kimliğin yeniden üretimi sürecinde yaşadıkları toplumun baskın değerlerinden de etkilenmektedirler. Bir takım kültürel değerlere yaklaşımları ve bu değerlere yükledikleri anlam gittikçe değişmektedir. Bu değişime paralel olarak kuşaklar arası sürtüşmeler yaşanmakta ve gençler kimliksel konumlarını tekrar tanımlamaya çalışmaktadır.
Her ne kadar kendilerini Batılı kabul etseler de diyasporadaki Türk genç-leri anne-babalarından tevarüs ettikleri değerlere tamamen sırt çevirmemekte ve sürtüşmeden arınmış bir aile yaşantısı özlemi çekmektedir. Türkçe, Türk kültürü ve ailedeki sıcak ilişki ortamını sevmelerine rağmen farklı bir ortamda sosyalleştikleri için bulundukları ortamın baskın kültürel değerlerini de benimseme yolunu seçmektedirler. Bunun da ötesinde Avrupa’daki Türk gençleri hyphenated (tireli) kimlik de denilen16 Britanyalı-Türk, Alman-Türk, Fransız-Türk vb. biçimlerde tanımlanan yeni bir melez (hybrid) Türk kimliğini temsil etmektedirler. Diyasporadaki Türk gençliği geleceğini Avrupa’da görmekte ve gerek İngiltere’deki gerekse diğer Avrupa ülkelerindeki Türk gençleri yeniden tanımlanmış ‘kültürel kimliklerini’ koruyarak içinde bulundukları toplumla sürtüşmeden uzak bir yaşam sürme mekanizması kurmaya çalışmaktadır. Phinney”in17 deyişiyle bu gençler aynı zamanda çoğul aidiyet ya da birden fazla grupla özdeşleşme süreci yaşamaktadırlar.
Diyasporadaki Türk gençliği kimlik duygusu edinirken bir taraftan geleneksel değerlere yaslanmakta, gelenek ve kültürel değerlere yeni yorumlar ve yeni anlamlar ekleyerek zenginleştirmekte, diğer yandan da Avrupa toplumlarının yaygın özelliği olan kültürel çoğulculuk ve heterojenliğinden yararlanmaktadır. Farklı sosyalleşme ortamları ve kimlik kaynakları zaman zaman sürtüşmelere ve gerilimlere neden olsa da gençler, hem aileden aktarılan hem de mensup oldukları toplumsal değerleri bir arada yaşatmanın yollarını aramaktadırlar.
Dini değerler de gençlerin çoğunlukla kabul ettikleri ve benimsedikleri kimlik referansları arasında yer almaktadır. Araştırmalarımız diyasporadaki Türk gençlerinin büyük çoğunluğunun din ve Tanrı inancına sahip olduklarını göstermekle beraber özellikle dini bilgilerinin son derece zayıf olduğunu ortaya koymaktadır. Yeterince dini bilgi donanımı bulunmayan gençlerin çoğu temel dini ibadetleri yerine getirmemekte veya getirmek istese de bunu nasıl yapacağını bilmediği için dini ritüellerden uzak durmaktadır. Araştırma sonuçlarından anlaşıldığı üzere aile ve çevresel şartlar dini inançların aktarımında birincil derecede önemli rol oynamaktadır. Ancak medya ve kamuoyundaki İslâm ile ilgili yanlış ve olumsuz imajlar gençlerin İslâma bakışını olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle bazı gençlerin kurumsal/organize dinden soğudukları görülmektedir. Gençler dini bilgiler edinme konusunda da ciddi sorunlarla karşılaşmaktadır. Okullarda İslâm ile ilgili bilgilerin yüzeysel oluşu yanında camilerdeki din eğitimi yöntem ve içeriklerinin gençlerin ilgisini çekecek nitelikte olmayışı, görevlilerin çoğunun gençlerin yaşadıkları ortamdan kopuk olmalarından kaynaklanan iletişim sorunları ve onların anlayacağı seviyede ve dilde yazılı kaynakların yetersizliği gençlerin dini bilgilere ulaşmasını engellemektedir.
Bu gözlemler ışığında Türk gençleri arasında sembolik bir dindarlığın geliştiğini söylemek mümkündür. Yani gençlerin büyük bir çoğunluğu inançlı ancak inançlarına ilişkin bilgileri çok zayıf ve yüzeysel. Diğer taraftan gençler kendilerini müslüman olarak tanımlamalarına rağmen inançlarının gerektirdiği dini pratikleri yeterli şekilde ve düzenli olarak yerine getirmemektedir. Dini inançlar gençler için gittikçe sembolik anlam kazanan bir kimlik referansında dönüşmektedir.
Sonuç
Yukarıdaki tartışmaların da gösterdiği gibi demografik dokuyu değiştiren, toplumsal ve kültürel heterojenliği artıran ve kültürler arası iletişimin kurulmasına neden olan uluslararası göç evrensel ve yaygın bir fenomendir. Nedeni ister siyasal, ister ekonomik ister de çeşitli beklenmedik olaylar ve felaketler olsun sınır ötesi göçler, yarattıkları kapsamlı değişimlerden dolayı sosyolojinin önemli araştırma ve tartışma konularından biri olmaya devam edecektir. Ortaya çıkan şartların zorlaması ile zaman zaman ivme kazanan zaman zaman ise durağan bir nitelik gösteren ama nerdeyse kesintisiz devam eden göçler sonucunca Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri çok kültürlü toplumlar haline dönüşmüştür. Göçlerin bu dönüştürücü etkisi nedeniyle toplumsal yapıda meydana gelen değişimler bir taraftan yeni kuramların ortaya açılmasına neden olmuş diğer yandan politikacıların göçle ilgili konulara ilgi duymasına ve neticede yeni politikalar geliştirilmesi için adımlar atmalarına neden olmuştur.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkler de Batı Avrupa ülkelerine göç eden guruplar ve topluluklar kervanına katılmıştır. Çoğu ikili anlaşmalar çerçevesinde sanayileşmiş ve hızla büyüyen batı ülkelerinin ekonomik kalkınmalarına katkıda bulunan Türkler, gittikleri ülkelerde kimliklerini yeniden üretmişlerdir. Avrupa ülkelerine yerleşme eğiliminin doğmasına paralel olarak dernekler, camiler ve diğer dayanışma kurumları kurulmaya başlanmıştır. Kurumsallaşma sürecinde daha çok Türkiye”deki örgütlenme biçimi model olarak alınmış ve Türkiye uzantılı dernekler kurularak Türkiye”deki dini, siyasi ve kültürel yapı bir anlamda yeniden üretilmiştir. Ancak farklı bir eğitim ve sosyalleşme sürecinden geçen hem aile hem de okul ve sokaktaki kültürel kaynaklardan etkilenerek kimlik inşa eden yeni kuşakların kamusal alana katılımları ile bir değişim süreci başlamıştır. Genç kuşak girişimciler ekonomik alanda da başarılı projelere imza atmışlardır.
Her ne kadar Avrupa ülkeleri çok kültürlü de olsa, çok kültürlülük her zaman eşitlik anlamına gelmemektedir. Avrupa ülkelerinin göçmen politikaları farklı olduğu için bu ülkelerde yaşayan ve artık yerleşik hayat süren Türklerin karşılaştıkları problemlerin derinlik ve yoğunluk derecesi de ülkelere göre değişmektedir. Ancak genel bir gözlem yapılacak olursa Avrupa”daki Türklerin karşılaştıkları temel sorunları şu şekilde sıralamak mümkündür: Türkler kültürel kimlik inşası sürecinde kuşaklar arası sürtüşmeler yanında geleneğin yeniden üretilmesinde etkin rol oynayan örgütler ve kurumlar arasındaki iletişim kopukluğu ve hatta bunlar arasındaki çatışma problemleri ile uğraşmaktadır. Siyasal alanda ise vatandaşlık haklarından yararlanamama, siyasal ve kamusal alanda nüfuslarına oranla temsil edilememe, farklı kültürel kimliklerinden dolayı dışlanma ve hatta ırkçı gurupların hedefi olma gibi problemlerle kuşatılmışlardır. Ekonomik alanda ise her ne kadar bazı genç girişimciler aktif bir yatırım hamlesi başlatmış olsa da, Türkler arasında istihdam probleminin olduğu ve işsizlik oranın Türkler arasında oldukça yüksek olduğu bilinmektedir. Eğitim, Türkler için bir başka problem teşkil etmektedir. Avrupa Ülkelerinde çok sayıda ilk ve orta dereceli okul öğrencisi Türk çocuk bulunmasına rağmen bunlar arasındaki başarı oranın düşük olduğu ve büyük bir çoğunluğunun yüksek öğretim aşama-sına geçemediği bilinmektedir. Eğitim alanındaki başarısızlık Avrupalı Türklerin geleceği için kaygılara neden olmaktadır çünkü bilgi ve eğitimle donanımlı olmayan bir kuşağın gelecekte yukarı doğru bir sosyal hareketlilik göstermesi beklenemez.
Türklerin göçmen olarak gittikleri ülkelere yerleştikleri ve ancak çok azının Türkiye”ye dönme ihtimalinin olduğu bir gerçektir. Bu nedenle Avrupalı Türklerin konumlarının kurdukları sivil toplum örgütleri ile hem kendileri tarafından hem de artık vatandaşı oldukları ülke politikacıları tarafından yeniden tanımlamaları ve toplumsal barış ve uyum için kalıcı politikalar üretmeleri gerekmektedir. Bir taraftan Türkler öz eleştiri yaparak kendi gettolarından çıkmalı ve yaşadıkları ülkenin toplumsal, siyasal ve kültürel hayatına aktif olarak katılmalı, diğer taraftan da o ülkelerdeki sivil toplum örgütlerinin, entelektüellerin, devlet kurumları ve siyasi elitlerin Türklerin problemlerini çözmeye yönelik girişimlerde bulunmaları gerekmektedir. İçinde yaşadığımız modern demokrasi ve kurumsallaştırmaya çalıştığımız insan hakları değerleri de zaten bunları yapmayı gerektirmektedir.
1 Bu bildirinin sunulması için katkıda bulunan Hollanda Türkevi Derneği”ne, Sayın Veyis Güngör”e ve kongreye ev sahipliği yapan Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü”ne teşekkür ederim.
* TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM)
2 Küresel göç eğilimleri ve uluslararası göç sistemleri hakkında bkz. M. K. Kritz, C. B. Keely ve S. M. Tomasi (eds.) Global Trends in Migration: Theory and Research on International Population Movements, New York: Staten Island; Kritz M. M., Lim. L. L. ve Zlotnik, H. (eds.) (1992) International Migration System, A Global Approach, Oxford: Clarendon Press.
3 Sosyolojik bir problem olarak göçün analizi hakkında bkz., Jansen, C. J. (1970) “Migration; a sociological problem” in C. J. Jansen (ed.) Readings in the Sociology of Migration, London: Pergamon Press.; Nowotny, H. J. H. (1981) “A sociological approach toward a general theory of migration” in M. M. Kritz, C. B. Keely ve S. M. Tomasi (eds.) Global Trends in Migration, New York: Staten Island: 63-83. Göç teorileri hakkında kapsamlı bir tahlil için bkz. Massey, D. S., Arango, J., Hugo, G., Kouaouci, A., Pellegrino, A. ve Tayor, J. E. (1993) “Theories of International Migration: A Review and Appraisal” Population and Development Review, Vol. 19, No. 3: 431-466.
4 Ulus devlet göç ilişkisi, uluslararası göçlerin neden olduğu değişimler ve ulus devletlerin geliş-tirdiği politikalar hakkında bkz., Joppke, C. (1999), Immigration and the Nation State, Oxford University Press, Oxford.
5 Avrupa”ya göçler için bkz. Fassmann H. ve Münz, R. (eds.) European Migration in the Late Twentieth Century: Historical Patterns, Actual Trends and Social Implications, Aldershot: Edward Elgar; Fassmann, H. ve Munz, R. (1994) “Patterns and Trends of International Migration in Western Europe” H. Fassmann ve R. Münz (eds.) European Migration in the Late Twentieth Century: Historical Patterns, Actual Trends and Social Implications,, Aldershot: Edward Elgar: 3-34.
6 Avrupa”ya Türk göçü bir çok çalışmanın konusu olmuştur. Bu konuda bkz. Abadan-Unat, N.
(ed.) (1976), Turkish Workers in Europe 1960-1975, A Socio-Economic Appraisal, E.J. Brill, Leiden; Abadan-Unat, N. (1985), “Identity Crisis of Turkish Migrants, First and Second Generation” in Ilhan Basgoz ve Norman Furniss (eds.), Turkish Workers in Europe, Indiana University Press, Bloomington, 3-22; Beeley, B. (1983), Migration, The Turkish Case, Third World Studies, Case Study 8, The Open University Press, Milton Keynes, Paine, S. (1974), Exporting Workers: The Turkish Case, Cambridge University Press, Cambridge Martin, P. L. (1991), The Unfinished Story: Turkish Labour Migration to Western Europe, World Employment Programme, International Labour Office, Geneva.
7 Geniş bilgi için bkz. Castles, S., Booth, H., & Wallace, T. (1987), Here For Good, Western Europe “s New Ethnic Minorities, Pluto Press, London.
8 Kağıtçıbaşı, Ç. (1987), “Alienation of the Outsider: The Plight of Migrants”, International Migration, Vol., XXV, No.2: 195-209; Van Der Lans, J & Rooijakers, M. (1996), “Ethnic Identity and Cultural Orientation of Second Generation Turkish Muslim Migrants” in W. A. R. Shadid & P. S. van oningsveld (eds.), Political Participation and Identities of Muslims in non-Muslim States, Kok Pharos, Kampen: 174-189.
9 Samuel P. Huntington, (1993), “Clash of Civilisations”, Foreign Affairs, (Summer, sh. 24-49)
10 James Kurth, (1993), “Real Clash”, The National Interest , ( Number 37, sh. 3-15)
11 Avrupa”daki müslümanlar hakkında detaylı bilgi için bkz. S. Vertovec S. ve C. Peach (eds.) (1997), Islam in Europe, The Politics of Religion and Community, London: Macmillan Press; J. Nielsen, (1992), Muslims in Western Europe, Edinburgh: Edinburgh University Press; B. Lewis ve D. Schnapper (eds.) (1994), Muslims in Europe, London: Pinter; G. Nonneman, T. Niblock ve B. Sjazkowski (eds.) (1996), Muslim Communities in the New Europe, Reading: Ithaca Press; Giles Kepel (1997), Allah in the West, Oxford: Polity Press; Jan Rath ve diğerleri (eds.) (2001), Western Europe and Its Islam, Leiden: EJ Brill; Tomas Gerholm ve Yngve George Lithman, (eds.) (1988) The new Islamic presence in Western Europe, London: Mansell Publishing.
12 Avrupa”da İslâmın yasal konumu hakkında bkz. W. A. R. Shadid ve P. S. van Koningsveld (eds) (1995), Religious Freedom and the Position of Islam in Western Europe, Opportunities and Obstacles in the Acquisition of Equal Rights, Kampen: Kok Pharos; W. A. R. Shadid ve P. S. van Koningsveld (eds.) (1996), Muslims in the Margin, Political Responses to the Presence of Islam in Western Europe, Kampen: Kok Pharos; S. Ferrari ve A. Bradney (eds.) (2000), Islam and European Legal Systems, Aldershot: Ashgate.
13 Avrupa”daki ırkçı akımlar hakkında geniş bilgi için bkz. J. Solomos, ve J. Wrench, J. (1993) “Race and racism in Contemporary Europe” in John Wrench ve John Solomos (eds.) Racism and Migration in Western Europe, Oxford: Berg, sh. 3-16; P. Weil (1991) “Immigration and the Rise of Racism in France: The Contradictions in Mitterand”s Policies” French Politics and Society, (Vol. 9, No. 3-4: sh. 82-100); A. G. Hargreaves ve J. Leaman, (1995), “Racism in Contemporary Europe: An Overview” in A. G. Hargreaves and J. Leaman (eds.) Racism, Ethnicity and Politics in Contemporary Europe, Aldershot: Edward Elgar, sh. 3-30.
14 Vatandaşlık hakkındaki tartışmalar için bkz. R. Brubaker, (1992), Citizenship and Nationhood in France and Germany, Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press. Jeff Spinner (1996) The Boundaries of Citizenship : race, ethnicity, and nationality in the liberal state, Bal-timore: The Johns Hopkins University; Michael Dunne ve Tiziano Bonazzi (eds.) (1995) Citizenship and Rights in Multicultural Societies, Keele: Keele University.
15 Müslümanların siyasal hayata katılımı hakkında bkz. W. A. R. Shadid ve P. S. van Koningsveld (eds) (1996), Political Participation and Identities of Muslims in non-Muslim States, Kampen: Kok Pharos
16 Caglar, A. (1998), “Hyphenated identities and the Limits of ‘Culture’ ” in Tariq Madood ve Pnina Werbner (Eds.), The Politics of Multiculturalism in New Europe, Zed Books, London: 169-185.
17 Phinney, J. S. (1993a) “Multiple Group Identities”, in Jane Kroger (ed.) Discussions on Ego Identity, Hillside, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates: 47-74.