AZİZ MAHMUT HÜDAİ’NİN DUASI

AZİZ MAHMUT HÜDAİ’NİN DUASI

Gülnihal, her İstanbul’a gittiğinde, mutlaka Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerini ziyaret eder.

Bu gidişlerinde de eşiyle birlikte öyle yaptılar. Ziyaret ettiler, dualarını okudular. Bir ara çıkarken türbenin duvarında bir yazı gördü. Durdu, yazıyı dikkatle okudu. Bu bir dua metniydi:

“Ya Rabbi,

Kıyamete kadar bizim yolumuza katılan, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir.

Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar.

Ömürlerinin sonlarında fakirlik görmesinler. İmanlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler.”

Beyine bu duanın önemi sordu, o da, gerekçesini anlattı:

“Hüdayi Hazretleri’nden, kışın karlı havada Şeyh’ine bağdan üzüm getirmek, Şeyh’inin abdest suyunu kalbinin üzerinde ısıtmak, hiçbir kayıkçının çıkamadığı fırtınalı bir havada Sultanahmet’te vaaz için gitmek üzere kayığa bindiğinde denizin sakinleşmesi, padişahı yemek üzere olduğu zehirli bir av eti konusunda uyarması gibi birçok kerametler nakledilir.

Sultan Ahmet bir gün kendisine:

“Abdülkadir Geylani, bağlılarına kıyamet günü şefaat edeceğini söylemiş. Bu rivayet doğru mu?’ diye sormuş.

Doğru olduğunu söyleyince; ‘Sizin bir vaadiniz ve müjdemiz yok mu?’ diye sormuştur.

Bunun üzerine Hüdayi Hazretleri ellerini açarak buraya yazılan duayı etmiştir:”

Gülnihal duayı okudu. Kendi kendine söylenmeden de edemedi: ‘Eh, her geldikçe uğruyor dua ediyoruz. İnşallah şefaatine nail oluruz. Denizde boğulmadan söz ediyor, biz Anadolu’da yaşıyoruz, denize nereden girip de boğulacağız? Herhalde bu dileği burada yaşayanlar içindir.’

Türbeden çıktılar, Beşiktaş iskelesine geldiler. İstanbullu her günkü telaş ve koşuşturması içindeydi. İnsanlara baktı, simit satıp evine üç-beş kuruş götürecek taşralı çocukların telaşları yüreğini burktu. Mendil satan kızların masum ve ürkek bakışları duygularında kanamalara neden oluyordu. Hamalların ağır yük altında telaşlı yürüyüşleri, prafan kıyafetli kadınların kırıtarak yürümeleri, farklı insan mozaiği oluşturmuştu. Hepsinin ayrı bir dünyası vardı. ‘Bu insanların hepsinin hayatı bir mekteptir’, diye düşündü.

Beyine, düşüncelerini açmadan da edemedi:

“İnsanlar, belki kendilerinin de farkında olmadıkları, yaşadıkları hayatın ayrıntıları içinde nice sır sakladıklarını bilirler mi acaba?”

“Bilseler, bu kalabalık çok daha farklı bir şekilde görünürdü senin gözüne. Bu hallerine biraz tedirgince bakışın var değil mi?”

“Sanki bir korku filmi gibi gözüküyor bu çelişkiler insanın gözüne.”

“Evet, öyle, üç-beş kuruş kazanmak için simit ve mendil satan çocuklarla, ağır yük taşıyan hamalı hangi kefeye koyacaksın? Dikkat etmesen seni çarpmak, çantanı alıp kaçmak için etrafında dolaşan gaspçıları ne yapacaksın? Bunların hepsi, hayatlarının tek olmazsa olmazı kabul ettikleri para için yapıyor bunları. Benim gibi türbanlı hanımla açık saçık gezen kadınları nasıl bir tabloda birleştireceksin? Gidip sorsan, o açık kadın da en az benim kadar inançlarına bağlıdır, ama soyunmayı bir inanç ölçüsü olarak değerlendirmez.”

“Zaten Müslüman’daki çözülme de böyle başlıyor. İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlarsa, dinin tebliğ ruhu kaybolur gider. Bugün bunlar inançlı gözükürler, yarın çocukları onu da kaybedebilir. Tehlikenin büyüğü geleceğe saklanıyor. İstanbul, ben öyle zannediyorum ki, bu evliyalar mahşerinin himayesinde, kendisini koruyan bir manevi zırha sahip, eğer bu himmet olmasaydı bugüne kadar ipi kopan tespih taneleri gibi dağılıp giderdi.”

“Evet, sokaklarındaki bunca gösteri ve terör belasına rağmen, öyle değil mi?”

“Tabii ki öyle, bu görünmeyen manevi himmete de şükretmek lazım.”

Her simitçinin önünde durdular, birkaç simit alıp parasını verdiler, simitleri çevredeki dilencilere dağıttılar. Mendil satan çocuklar için de aynı şeyi yaptılar, mendilleri alıp paralarını verdikten sonra tekrar satan kızlara bıraktılar. Dilenenlere bolca para verdiler ve iskeleye geldiler.

Akşamüzeriydi, caddelerdeki renkli ışıkların sudaki yakamozları, İstanbul’un gündüz güzelliğini geceleri bir renk cümbüşüne çevirirken, manevi arınmanın huzuruyla gemiye binip karşıya geçeceklerdi. Gülnihal, adımını atmasıyla ayağının gemiyle rıhtım arasına konan köprü tahtanın kenarına basıp kayması sonucu denize düşmesi bir oldu. Yüzme bilmiyordu, vapurun motorları çalıştığı için su büyük bir dalga oluşturmuştu. Batıp çıkıyordu ve kurtulmak için çırpınıyordu. Korkuyla ümidin ruhundaki fırtınası yüksek sesle bağırmasına neredeyse engel olmuştu. Birkaç defa kısık ve telaşlı bir sesle; ’kurtarın beni, kurtarın beni’, diyebildi. Beyi de yüzme bilmiyordu. Sadece, ‘Yüzme bilenler yok mu? Allah rızası için yardım etsinler lütfen!’ diye bağırmaktan başka yapacak bir şeyi yoktu. Ortalık ana baba gününe dönmüştü, ileriden, kalabalık içerisinden gelen bir genç elbisesiyle birlikte suya atladı. Gülnihal’i süratle dışarı itti, ancak Gülnihal kiloluydu ve sürekli dibe gidiyordu, iki genç daha suya atladılar ve yukarı doğru kaldırmaya başladılar. Dışarıdakiler, can simidi attılar, Gülnihal’in simide tutunacak gücü kalmamıştı, ellerinden tutup yukarı çektiler, ancak çıkarılamıyordu. Bu defa halat merdiven getirildi, Gülnihal gençlerin yardımıyla bu merdivenle yukarı çekildi. Bitkindi, tuzlu su yutmuş ve baygındı. Hemen bir ambulans çağrıldı. Sonradan suya atlayan iki Genç, uzun saçlı sakallı ve kulaklarında küpeleriyle farklı bir tip gibi görünüyorlardı. Dışarıdan bakıldığı zaman, bunların böyle bir yardımı yapamayacakları düşünülebilirdi, ama öyle değil; bizim insanımıza has o muhteşem fedakârlık tecelli etmiş ve bu gençler, çalışan vapurun motorlarının oluşturduğu riske rağmen, denize atlayıp bir hayatı kurtarmıştı. Gülnihal’’in beyi, kendisinin çıkarılmasına yardım eden gençlere hatırlı miktarda para vermek istedi, almadılar. Israr etti ve ceplerine sokuşturdu. Ancak, kılık kıyafeti daha düzgün ve hemen denize atlayan üçüncü genci arıyordu. Suya ilk dalan ve kurtarma çabasının yolunu açan bu genç önemliydi, onu bulup boynuna sarılacaktı, teşekkür edecekti. Ancak, ortalarda yoktu. Etrafındakilere sordu. Bazıları; ‘sudan çıktıktan sonra yürüyüp karanlığa karışarak buradan uzaklaştı’, demekle yetindiler.

Gülnihal hastaneye gitti, ciddi bir şeyinin olmadığı belirlendi, oğlunun evine döndü. Elbisesini değişti. Kendisi için kalabalığın içerisinden koşup gelerek elbisesiyle ilk defa suya atlayan bu genç nasıl olmuş da, görevini yapmış gibi, yine suyla sırılsıklam olmuş elbisesiyle kalabalığın arasına dalarak karanlığın kundağında izini kaybettirmişti? ‘Kul daralmayınca Hızır yetişmez’ derler, bu genç, yoksa Hızır mıydı? Bunu merak ediyordu. Bu telaş ve şaşkınlık içinde iki rekât şükür namazı kıldı ve dua etti:

“Rabbim, sana şükürler olsun, denizi önemsemedim, denize düştüm, kulun Aziz Mahmut Hüdayi’nin duasına mazhar oldum ve kurtuldum. Rabbim bütün darda kalanları koru ve kurtar. Sen Rahimsin, Sen Kerimsin. Sana hamdolsun, şükürler olsun!”