BELHÎ – KONEVÎ – RUMÎ – VAHŞÎ – Nuri Şimşekler

MEVLÂNA CELÂLEDDÎN-İ

BELHÎ – KONEVÎ – RUMÎ – VAHŞÎ

2007 Mevlâna”yı Anma Yılı Değerlendirmesi”

Nuri Şimşekler

6 Rebîülevvel 604/30 Eylül 1207

“Muhammed” adı verilen Mevlâna”nın doğum tarihi. Ama kesin bile değilmiş bu tarihte doğduğu. Bazı kaynaklara göre 5-10 sene kadar önce doğmuş olmalı.

Belh

Türk efsanelerine göre Turan hükümdarı Efrasiyab (Alp-Er Tunga)”ın başkentliğini yapmış; tarihte Zerdüştlük (Mecusilik), Budizm, Nasturi Hıristiyanlık ve Mani gibi dinlerin önemli merkezlerinden biri olmuş; Büyük İskender”in fethiyle de Yunan kültürünün yoğun olarak yaşandığı bir şehir halini almıştır. M. 708 yılında Arap Müslümanlarının fethiyle İslâmlaşan kent, XII. yüzyılda Büyük Selçukluların eline geçmesinden sonra büyük bir gelişme göstermiş; “Ümmü”l-bilâd” (Şehirlerin Anası) ve “Kubbetü”l-İslâm” (İslâm”ın Kubbesi) sıfatlarını almıştır. (İlginçtir, Zerdüşt inancının hüküm sürdüğü dönemlerde de Belh, ateş-perestlerin merkezi ve burada bulunan Budist tapınağı Nevbihar da onların kâbesi konumunda idi).

XIII. yüzyılda da Harzemşah ülkesinin en gelişmiş kentlerinden biri olan Belh, geçmişindeki kültürlerin de izinde bilim adamlarının, din âlimlerinin ve mutasavvıfların toplandığı ve dini konuların en hararetli olarak tartışıldığı; müfessirlerle mutasavvıfların zâhir ve bâtın algılamalarının hat safhaya vardığı bir yer haline gelmiştir. Mevlâna”nın babası Bahâuddin Veled”i inciterek buradan ayrılmasına sebep olan Celâleddin Harzemşah”ın yönetimindeki Belh, 1221 yılında Cengiz Hanın saldırısıyla da tarihinde bir daha ayağa kalkamayacak şekilde yerle bir oldu.

Bugünkü görünümüyle bir kasaba niteliğinde olan Belh, günümüzde ise daha çok Mevlâna”nın doğduğu yer olarak tanınmakta. Ama son dönemde eline kalem alıp Mevlâna”nın “yeni bir şeyler söylemek lâzım…” sözünü farklı algılayan bazı bilim adamlarına göre de o burada doğmadı; Tacikistan”ın Vahş kentinde doğdu. Afganistanlılar ise Belh”in yakın bir köyünde bulunan yarı yıkık ve hiçbir koruması olmayan kerpiç bir binayı göstererek “Mevlâna”nın babasının ders verdiği medrese ve Mevlâna”nın doğduğu yer” olarak lanse ediyorlar. Ellerindeki tek kanıt da henüz 50 yıl kadar önce yazılmış matbû bir eserden alıntıyla Belh”li yaşlı insanların tevatüre dayalı sözleri. Başbakanlığımıza bağlı Türk İş Birliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) ise burayı restore etmek için milyon Dolar gibi bir bütçeyi gözden çıkarma niyetinde.

Vahş

Belh”in 250 km kadar kuzey doğusunda, bugünkü Tacikistan sınırları içerisinde, başkent Duşanbe”nin 65 km doğusunda yer alan bir şehir. Mevlâna”nın babası Bahâaddin Veled bir kaç sene burada müderrislik yapmış; Maârif adlı eserinde kısa da olsa buradan bahsediyor ve “Biz Vahş”ta iken…” gibi cümleler yazıyor. Amerikalı genç Mevlâna araştırmacısı dostum Franklin Lewis gibi bazı bilim adamları bu görev tarihini 1204-1210 yılları arası olduğunu söyleyerek Mevlâna”nın burada doğduğunu ve çocukluk dönemlerini burada geçirdiğini yazıyorlar. Ancak Mevlâna”nın eserlerinde birçok yer ismi geçmekle birlikte “Vahş” adına rastlamamamız bu tezin tarih kısmını tartışılabilir kılmakta. Öbür taraftan bizce de mutlaka üzerinde durulması gereken bir tez olarak gördüğümüz; Mevlâna”nın 1207 tarihinden 5-10 yıl kadar önce doğmuş olabileceği bilgisi -ki merhum Abdülbaki Gölpınarlı”nın da üzerinde önemle durduğu bir husustur- de dikkate alındığında Mevlâna”nın Vahş”ta doğmadığı ve bu bilginin kayda değer hiçbir kaynakta yer almadığı, Mevlâna dönemine yakın kaleme alınan kaynaklarda da doğum yeri olarak Belh zikredildiğini hesaba katmalı; bu değerlendirmeler neticesinde de bu yeni iddianın sansasyon ve şöhret peşinde koşmak için Mevlâna”yı farklı göstermeye çalışan bir-iki yanlı bilim adamının “kuyuya bir taş atma” provokasyonu olarak görmek mümkün.

Rum diyarı

Türklerin daha önce de gaza için geldikleri, ancak 1071 yılında Sultan Alparslan”ın Malazgirt zaferiyle kapılarını açan ve bizlerin “Anadolu” olarak adlandırdığımız 1000 yıllık vatanımız. Her ne kadar tarihte haksız olarak “barbar ve yağmacı” olarak adlandırılsak da fethettiğimizde Rumların da bu topraklarda dillerine dinlerine ve kültürlerine sadık bir şekilde izin verdiğimiz Türk illerinin en batısı olan Anadolu. Öyle ki; başkenti Konya”da Mevlâna”nın kiliselerine gidip sohbet ettiği ve çok ince lâtifelerle onlara İslâm”ı sevdirerek öğretmeye çalıştığı papazlarının bulunduğu; Türk”ün, Ermeni”nin, Acem”in, Arab”ın, Hintli”nin bir arada yaşayabildiği; günümüzde; “Hepimiz Ermeni”yiz” sloganına cevap olabilecek Mevlâna”nın 750 yıl öncesi söylediği; “Aşk öyle güzeldir ki, Ermeni”yi bile Türk yapıverir!” beyitinin sokaklarında çınladığı bir yurt.

Konya

Çevresini de dikkate aldığımızda 10 bin yıllık bir şehir. Adı Frigler döneminde “Kawania” Romalılar döneminde “İkonium” olarak kullanılmış; tarihte Hıristiyanlığın ve azizlerinin de önem verdiği bir şehir. 1073 yılı sıralarında Türklerin ele geçirmesiyle belki de bu iki ismin ortak telaffuzuyla “Konya” adını almış. 1097 yılından itibaren ise Rum diyarının yani Selçuklu Anadolu”sunun başkenti olmuş. Doğu Asya”da başlayan Moğol saldırılarıyla birlikte Anadolu Selçukluları”nın belki de en güçlü ve ilim sever sultanı Alâuddin Keykubâd (slt.1220-1237) döneminde “Dârü”l-huzûr” sıfatıyla âlimlerle birlikte ticaret erbabı ve halkın da sığınacağı bir huzur kapısı olmuş. Mevlâna”nın günümüzde dahi peşinde koşulan tüm eserlerinin söylenip yazıldığı, yine Mevlâna”nın beyitiyle döneminin en büyük şehirleri olan Semerkand ve Buhara”dan da değerli bir şehir.

***

Karşılığında kesin bir bilgi elimizde olmadığı için bugünkü bulgularla 1207 yılında Belh”te doğduğunu kabul ettiğimiz Muhammed adlı, Celâleddin lâkablı; bizde Mevlâna diye şöhret bulmuş, batıda ise daha çok Rumi olarak tanınan 800 yaşındaki bu değerimiz tarih içerisinde de Molla, Monla, Molla Hünkâr, Hüdavendigâr ve nadiren Şeyh gibi lâkablarla anılmıştır. Bugün en çok kullanılan isimler olan Belhî ve Rumî nisbeleri de Mevlâna tarafından kesinlikle kullanılmamış olup çok sonraları ismine izafe edilmiştir. Vahşî nisbesi de eski ve yeni hiçbir kaynakta geçmemiş olmakla birlikte yukarıdaki iddialar ve Tacikistan Cumhurbaşkanı İmam Ali Rahman”ın 2007 yılı başındaki ve yıl boyunca verdiği; “Mevlâna, Vahş”ta doğmuştur ve Tacik asıllıdır…”, “Mevlâna ailesi Vahş”ta yaşamış, sonra Belh”e göçmüştür…”, “Eserleri Tacik dilindedir…” gibi beyanatlarına binaen tarafımızdan “uydurulmuştur.” Tâcikler kendilerini M. 892-999 yılları arası İran bölgesinde hüküm süren Samanlılar”ın devamı olarak kabul ederler ve Sovyetler Birliği”nden ayrılıp bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra da resmi dillerini zaten yüzyıllardır konuştukları, ancak kril alfabesiyle yazdıkları Farsça olarak belirlediler. Bu dil onlara göre Tacikce”dir ve Mevlâna”nın eserlerinin tamamı da Farsça olduğu için onlara göre Tacikce”dir. Tacik ve Afgan Farsçası Fârsî-i Derî olarak adlandırılıp her ne kadar Mevlâna”nın Farsçasına yakın olsa da Mevlâna”nın eserlerindeki Anadolu (Selçuklu) Farsçasının etkisi (bu bölgede yazılan birçok Farsça eser kadar olmasa da) gözden uzak tutulmamalıdır. Burada şunu da belirtelim ki, 7-8 Eylül 2007 tarihinde Tacikistan”ın başkenti Duşanbe”de dünyanın 27 ülkesinden 90 bilim adamının katılımıyla uluslararası bir Mevlana konferansı yapıldı. Tacikistan Cumhurbaşkanı İmam Ali Rahman”ın da katılıp açılış konuşması yaptığı etkinlik sonrasında ülkenin güneyindeki en büyük ilçelerden Kolhozobod”un adının “Rumi” olarak değiştirilmesi kararı alınarak Tacikistan Milli Meclisi tarafından onaylandı. Bunun yanı sıra Mevlâna”nın 800. Yıldönümü kutlamaları çerçevesinde Mevlâna”nın doğduğu bölge olan bugünkü Korgantepe şehrinde bir müze ve bir kütüphanenin kurulacağı ve şehir merkezine de heykelinin dikileceği açıklandı.

Mevlâna”yı sahiplenen ülkelerin etkinliklerini ileri sayfalarda detaylıca aktaracağımızı belirterek, günümüzde hiç kullanmadığımız ve 1300″lü yıllarda yazılan bir eserin Mevlâna bahsinde geçen “Konevî” nisbesini hatırlatıyor ve bunun maalesef ilgi görmediğini ve bizim sahiplenemediğimizden dolayı da tarihin sayfaları arasında kaybolup gittiğini belirtmek istiyoruz.

Biz bu nisbeler konusunda daha fazla yoruma girmeden sözü Mevlâna”ya bırakalım ve onun gazelinden bir bölümünü nakledelim:

Türk kim, Tacik kim, Rum kim, Zenci kim?

Sen, mülk sahibisin; her gizliyi, her açığı çok iyi bilirsin.

Şiirim, şiirin elbisesidir; fakat şiirin içinde kim var?

Ya elbiseyi süsleyen huri, yahut da elbiseyi soyan şeytan.

Şeytanın şiirini başımızdan atalım, huriyi bağrımıza basalım.” (Dîvân-ı Kebîr, Gazel No: 1949)

UNESCO

Birleşmiş Milletler”e bağlı Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü. 2005 ve 2006 yılında yaptığı toplantılar neticesinde kendilerine yapılan başvuruları değerlendirerek 63 adet kişi, kurum ve yerin 2006 ve 2007 yılında kutlanması kararı almış. Hangi isimler var bu kararlarda? Yazımıza konu olan Mevlâna”nın doğumunun 800. yılı nedeniyle 2007 yılı; Tunus”ta doğmakla birlikte Arap kökenli Endülüslü bir aileden gelen İbn Haldun”un vefatının 600. yılı nedeniyle 2006 yılı; yine Avusturyalı kompozitör Wolfgang Amadeus Mozart”ın doğumunun 250. yıldönümü nedeniyle 2006 yılı; Azerbaycanlı sanatçı ve halı desinatörü Lâtif Hüseyin Kerimov”un doğumunun 100. yılı nedeniyle 2006 yılı… Bu ve buna benzer isimler haricinde bugün Özbekistan toprakları içinde bulunan Semerkand şehrinin kuruluşunun 2750. yılı nedeniyle 2006 yılı; Rusya Federasyonu Sanat Tarihi Akademisinin kuruluşunun 250. yılı nedeniyle 2007 yılı… Liste böyle uzayıp gidiyor. 63 kararın bulunduğu listede Hırvatistan, Fransa, Almanya, İtalya, Romanya, Avusturya, Rusya Federasyonu ve Çekoslovakya”dan 3″er isim; Ermenistan, Bulgaristan, Kazakistan, Polonya, Slovakya, Ukrayna ve Özbekistan”dan 2″şer kişi, kurum veya yerin 2006 ve 2007 yıllarında anılması kararı alınmış. Yine İspanya, Tayland, Tanzanya, Umman, Nijerya ve Meksika gibi ülkeler de müracaatları neticesinde birer adet isimlerini bu listeye aldırmayı başarmışlar. İlginç bir tespit olması açısından belirtmek gerekirse: Mevlâna”nın doğumunun 800. yılı nedeniyle 2007″nin, İbn Haldun”un vefatının 600. yılı nedeniyle 2006 yılının “kutlama yılı” ilan edilmesi için, ilkine, Türkiye, Afganistan ve Mısır; ikincisine ise Tunus, Fas, Cezayir, Mısır ve Afganistan birlikte müracaat etmişler. Diğer 61 müracaat ise sadece ilgili tek ülke tarafından yapılmış. UNESCO karar dosyasında Mevlâna”dan bahsedilirken adının “Mevlana Celaleddin-i Belhi-Rumi” olarak, sıfatının ise “İslâm şâiri ve filozofu…” şeklinde kaydedilmesi de dikkate değer.

Peki, UNESCO”nun Paris”te Ekim 2005 tarihinde yaptığı toplantıda Mevlâna”nın 2007 yılında anılması kararı alınmasında Türkiye adına müracaatı kim yaptı, karar alındıktan sonra neler yapıldı?

Öncelikle belirtmek gerekir ki, 2007 yılı boyunca sıkça bize sorulan bir soru vardı. “UNESCO niçin 2007″yi Mevlâna yılı ilan etti? Acaba dünyanın süper gücü yada güçleri Mevlâna”yı kullanarak “ılımlı İslâm” projesini mi devreye sokacaklar?” Bu sorular gerçekten bilgisizliğin, şüphenin ve hattâ paranoyaklığın bir göstergesi; ama biz sadece komiklik olarak değerlendirmek istiyoruz. İşte yukarıda da bazı detaylarını verdiğimiz gibi UNESCO durduk yere veya kendisine bir müracaat olmadan herhangi bir karar alma durumunda değildir. Kendisine yapılan başvuruları değerlendirmiş ve bu çerçevede Mevlâna konusundaki müracaatı da kabul etmiştir. Bu öyle büyük bir olay da değildir, Mevlâna gibi 800 yıldır gündemde olan büyük bir değerin anılması kararı o büyük zâtın değil, UNESCO”nun siciline olumlu yansıyacak, onur katacaktır. 2006 ve 2007 yılını kapsayan bu 63 kararın içerisinde daha ölümünün 50. yılı olan, doğumunun henüz 100. yılı olan şahıslar olduğu gibi, kuruluşundan daha 150, 200 yıl geçen müzeler, parklar, bahçeler de var. Bir de şu “ılımlı İslâm” deyimi vardır ki, bana göre kendi uydurmamızdan başka bir şey değildir. İslâm, sadece İslâm”dır; ılımlısı, serti yoktur. Kutsal kitabı indirilen makâmın koruması altında olup hiçbir şekilde değiştirilme tehlikesi de yoktur; Peygamberi bellidir, yaşam tarzı ve davranış şekli de ortadadır. Bütün bunlar apaçık dururken biz Müslümanlar olarak kendi yolumuzu tam belirleyemiyorsak, bu yalpalama gidişatımızı da batılıları veya gayrimüslimleri suçlamayla düzeltemeyiz. Hele hele Mevlâna gibi tabiri câizse İslâm”ı “sözde değil özde”, “sadece tende değil ruhta da” yaşayan ve yaşanmasını öğütleyen bir değerimiz varken; bu “Vahdet Yolu”nu Âyet ve Hadislerin tefsiri ile hikâye ile bizlere en kolay ve en anlaşılır hale getirirken biz hâlâ “yol”da tereddütle ilerliyor ve hattâ başka yanlış yollara sapıyorsak kabahati kendimizde aramamız gerekir. Mevlâna”nın da dediği gibi; “Mûsâ da sensin, Firavun da, her ne arıyorsan kendinde ara!” başka yerde değil.

***

Yıl 2005

Uluslar arası Mevlâna Vakfı 2. Başkanı ve Mevlâna”nın 22. Kuşak torunu Esin Çelebi Bayru hanımefendi ve bizim görevli olduğumuz S.Ü. Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi”nin çalışmaları neticesinde belki de ilk kez Mevlâna”nın 798. Doğum Yıldönümünü kutlama kararı alındı. Şehrimizin o dönemdeki tek 5 yıldızlı otelinde yaptığımız 30 Eylül 2005 tarihindeki bu kutlamaya Konya”nın en üst derecedeki protokol üyeleri de katıldı (Burada şunu da belirtmem gerekir ki ilgili otel bu etkinliğe sponsorluk görevi de yaparak tüm masrafları üstlendi).Yaklaşık 300 kişinin katıldığı bu anma toplantısının sonunda 2007 yılının Mevlâna”nın doğumunun 800. yılı olduğu hatırlatılarak çalışmaların bugünden itibaren başlatılması gerektiği ve UNESCO”ya müracaatla bu anma yılının tescillenmesi de gündeme geldi. Esin Çelebi hanımefendi Vakıf olarak böyle bir çalışmayı başlattıklarını, çeşitli bilim adamlarıyla birlikte gelenekten gelen Mevlevî dostlarla da çalışarak gerekçeli dosyaların oluşturulup Kültür ve Turizm Bakanlığı”na gönderileceğini bildirdi. Çünkü UNESCO”ya başvuru devlet nezdinde yapılmalı idi.

Nihayetinde izlenen bu yol çerçevesinde, yukarıda daha detaylıca verilmeye çalışılan şekilde Mevlâna”nın doğumunun 800. yılı olması nedeniyle 2007 yılı “Mevlâna”yı Anma Yılı” olarak ilan edildi. Bu ilandan çok daha sonraları haberdar olan bazı yetkililer; “2007 yılı Dünya Mevlâna Yılı ilan edildi” gibi sözler sarf ettiler. Biz konudan haberdar olduğumuz için sorumluluğumuz gereği yapılan toplantılarda “Dünya Mevlâna Yılı” ibaresinin yanlış olabileceğini “Mevlâna”yı Anma Yılı” tabirinin daha doğru olacağını söylesek de ilgi görmedi. Ve takip edenler hatırlayacaklardır hiç gereği yokken, bu konunun büyütülmesinin Konya”mıza ve ülkemize hiçbir fayda sağlamayacağı açıkken epey yazılıp çizildi. Tüm ilgili kurumların organizeli bir çalışmayla 2007″ye hazırlanması gerekirken, bu tarzdaki polemiklerle vakit kaybedildi, konsantremiz bozuldu ve şevkimiz kırıldı.

Yıl 2007

2007 yılında ne oldu? Konya”da, Türkiye”de ve Dünyada farklı kurum ve devletlerin organizesiyle birçok etkinlik gerçekleşti; Sempozyumlar, Kongreler, Anma Toplantıları, Sergiler, radyo ve TV programları yapıldı; olmazsa olmaz olan fakat biraz da tefride kaçılan Sema törenleri düzenlendi. Biz bunlardan Uluslar arası düzeyde ve Devletlerin himayesi altında yapılan üçüne de katıldığımız Türkiye, Afganistan ve İran”daki bilimsel etkinliklere değinmek istiyoruz.

8-12 Mayıs İstanbul-Konya

Dünya çapındaki ilk büyük etkinlik 8-12 Mayıs arasında İstanbul ve Konya”da Etap Marmara Oteli ve Mevlâna Kültür Merkezi”nin 7 ayrı salonunda yapılan Uluslar arası Mevlâna Sempozyumu idi. Çoğunluğunu yurt dışından gelen ve sahalarında uzman 200″e yakın bilim adamının katıldığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul ve Konya”daki ilgili kurumların işbirliği ile hazırlanan bu bilimsel etkinlik, hazırlık aşamasında bir çok zorluklar yaşanmasıyla birlikte ülkemiz açısından tam bir alın akıyla icra edildi. Açılış oturumu İstanbul Atatürk Kültür Merkezi”nde yapılan Sempozyumun ilk konuşmacısı Mevlâna”yı temsilen 22. Kuşak torunu Esin Çelebi Bayru hanımefendi idi. Ülkemiz, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç; Konya ise Valimiz Osman Aydın, Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek ve Selçuk Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Dinçer Bedük hocanın katılımlarıyla temsil edildi. Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan”ın da katılması beklenen Sempozyumda TBMM”ndeki Cumhurbaşkanlığı seçimi çalışmaları bu katılıma izin vermedi. Prof.Dr. Mahmut Erol Kılıç”ın başkanlığında bizim de görev aldığımız ve tebliğ sunarak konuşmacı olarak katıldığımız Sempozyum, 11-12 Mayıs günleri Konya”da yapılan faaliyetlerle sona ererken bu etkinlikte Mevlâna”nın adı “Mevlâna Celâleddin-i Rumi” olarak kayıtlara geçti.

13-15 Mayıs Kabul/Afganistan

13-15 Mayıs tarihleri arası ise Afganistan Kültür Bakanlığı, Cumhurbaşkanları Hamid Karzai”nin de himayesiyle başkent Kabul”de Uluslar arası bir Seminer tertip etti. Bizim de katıldığımız ve yoğun güvenlik önlemleri altında yapılan Seminerde Cumhurbaşkanı Karzai ve Kültür Bakanı Abdülkerim Hürrem de bir konuşma yaptı, ancak konuşmalarını ülkedeki yaygın dil olan Farsça değil de Peştun dilinde yapmaları ilgililerce farklı yorumlandı. Devamında geçilen Seminer oturumlarında toplam 60 kadar bilim adamından dünyaca tanınmış hemen hemen hiçbir Mevlâna uzmanı olmaması, katılımcıların genellikle Afganistan, Hindistan, Pakistan, Tacikistan ve bazı Türk Cumhuriyetlerinden olması dikkat çekici idi. Nihayetinde sadece etkinliğin düzenlendiği Intercontinental Kabul oteli ve daha sonra gidilecek olan Belh gezisi ile sınırlı kalan Seminer farklı yerlerde bazen “Mevlâna Celâleddin-i Belhî” bazen de “Mevlâna Celâleddin-i Belhî Rumî ”isimleriyle zihnimizde yer etmesiyle son buldu. Bir de tebliğimde vurguladığım; Mevlâna”nın, Belhî, Konevî ve Rumî gibi nisbelerle anılmasına karşın onun milliyeti konusunda tartışıp durmak yerine fikirlerinden faydalanmamız gerektiğine dair cümlelerin ilgi veya dikkat çekmesi idi. Afganistan devlet televizyonu Aryana muhabirleri konuşmam bittikten sonra benimle bir röportaj talebinde bulundu, bu normal bir şeydi. Ancak fikirlerini konuşmak için benden röportaj talep etmelerine karşın ilk iki soruları; “Atatürk Mevlevileri niçin yasakladı?” ve “Türkiye”de Mevlâna”yı ve Mesnevî”sini okumak yasak mı?” idi. Tabiî ki dilimiz döndüğünce gereken yanıtları verdik ve samimi olmadıklarını belirterek, diğer soruları dinlemeden röportajı yarım kestik. Kameralar kayıttan çıktığında ise, devam etseydik röportajda sorulacağından kuşku duymadığımız soru için muteber Dîvân-ı Kebîr nüshalarının hemen hemen tamamında yer alan ve Mevlâna”nın Konya”da söylediğini tahmin ettiğimiz;

Yabancı bellemeyin beni, ben de bu ildenim,

Sizin ilinizde kendi yuvamı aramaktayım,

Düşman gibi görünsem de düşman değilim,

Aslım Türk”tür, ama Hintçe (Farsça) söylüyorum.” rubaisini hatırlatarak yanlarından ayrıldık.

27-31 Ekim Tahran-Tebriz/İran

Bu iki etkinliği ve dünya çapındaki Türkiye”nin gerçekleştirdiği diğer etkinlikleri takip eden ve “Türkiye Mevlâna konusunda vazifesini abarttı…” gibi yetkili ağızlardan çıkan beyanlarla UNESCO”ya başvuruda kendilerinin ihmal edildiğini hissettiren İran da yılın son büyük etkinliğini gerçekleştirmek amacıyla 27-31 Ekim arası Uluslar arası Mevlâna Kongresi düzenledi. Bizim de konuşmacı olarak iştirak ettiğimiz bu Kongrede 250 bilim adamından sadece 60 kadarının İran dışından olması, bununla birlikte İran”ın dünyaca ünlü Mevlâna uzmanlarının kendi ülkelerinde yapılan (ki birçoğu Mayıs ayında Türkiye”de yapılan Sempozyuma katılmışlardı) bu etkinliğe katılmamaları veya davet edilmemeleri dikkat çeken en önemli konu idi. Kongrenin açılış oturumu başkanlığını İran İslam Cumhuriyeti İslami Şura Meclisi Başkanı Gulamali Haddâd Âdil”in yapması, Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad”ın Kongreye katılarak yaptığı konuşmada “Mevlâna tüm insanlığa hitap etmektedir…”tarzındaki kuşatıcı söylemleri İran”ın bu Kongreye verdiği önemi gösteriyordu. Daha da önemlisi, bu iki devlet adamının himayesinde İran”ın Kültür, İçişleri, Dışişleri ve Haberleşme Bakanlıklarının resmen görev alarak Hikmet ve Felsefe Araştırmaları Merkezi ve Tebriz Azad Üniversitesinin icrasıyla yapılan bu Kongrenin birçok bölümünün canlı olarak İran”ın devlet televizyonu Seher”de yayınlanmış olması idi. İki gün Tahran”da, iki gün de Tebriz”de “Mevlâna ve Şems-i Tebrizî Kongresi” adıyla devam eden Kongrenin son etkinliği Tebriz”e karayolu ile 3 saat kadar uzaklıkta Van sınırına yakın Hoy”daki Şems-i Tebrizi”nin yeniden restore edilen mezarının (?) açılışı idi. Tahran”a dönmek zorunda olduğumuz için katılamadığımız bu açılış öncesi yetkililerle sohbet ederken; Şems”in mezarının (net olmasa da eldeki bilgiler ışığında) Konya”da olmasının doğruya daha yakın olduğunu, Hoy”dakinin ise makâm olabileceğini söylememiz onları pek ilgilendirmedi ve biraz da lâtifeli bir üslupla, “Tamam” dedik; “Alın, Şems”i de alın da bizi bir vebalden kurtarın…” sözleri çıkıverdi ağzımızdan. Malum Konyalılar ve Mevlâna”nın küçük oğlu Alâaddin Çelebi Şems”i öldürüp bir kuyuya atmakla suçlanıyor ve bunun suçunu da hâlâ Konyalı olarak bizim üzerimize yüklüyorlardı. Oysa ki, her ne kadar Şems”e ait olduğu iddia edilen Hoy”daki mezarının üzerinde ölüm tarihi olarak H. 672/M.1273 tarihi (bu tarih aynı zamanda Mevlâna”nın Hak”ka yürüyüş yılıdır) nakşedilmişse de H. 645/M. 1247″de âkıbeti meçhul bir şekilde ortadan kaybolan Şems”in ne öldürüldüğünü gören var, ne de başka bir yerde kendini gören. Hâsılı Tahran ve Tebriz”de 7 ayrı salonda yapılan bu Uluslar arası Kongre de sona erdi ve yine bizim aklımızda Tahran”daki etkinliklerin afişlerinde yer alan; “Mevlâna”“Hazret-i Mevlâna” veya “Mevlâna Celâleddin-i Belhî Rumî”; isimleri, Tebriz”dekilerde ise sadece “Mevlâna Celâleddin-i Rumî” adı ile Hoy”daki Şems”in mezarı kaldı. Ayrıca Tebriz Azad Üniversitesi”ndeki Kapanış Oturumunda, halkına Şems-i Tebrizî adına bir Enstitü kurulacağı ve Devletin bütün maddî imkânlarının kullanılacağı müjdesini veren İran Meclis Başkan Yardımcısının salondan aldığı alkış ve tebrikler de âdeta beynimizde çınladı ve … Bir de 29 Ekim akşamı Tahran Büyükelçimiz Gürcan Türkoğlu beyefendinin verdiği “Cumhuriyet Resepsiyonu” ve Cumhurbaşkanı Danışmanı olmasından dolayı Türkiye”ye döneceği için verdiği veda yemeğine davetli olarak katıldığımızdan dolayı aynı gece gidemediğimiz Meclis Başkanı Haddâd Âdil”in yemeği ve buradaki Sayın Meclis Başkanının “Türkiye”den gelen bilim adamlarının Mevlâna”yı anlamak ve araştırmak için Farsça”yı öğrenmeleri gerekir…” sözlerine direk muhatap olmamamız, kafamızda yer eden olaylardandı. Oysaki, Sayın Meclis Başkanıyla Şubat 2007 tarihinde Konya”yı ziyaretinde kendilerinin isteğiyle Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi olarak dönemin valisi Sayın A. Atilla Osmançelebioğlu”nun da hazır bulunduğu bir istişare toplantısı yapmış, ertesi gün de Ankara”da Türk Dil Kurumu”nda benim de jüri üyesi olduğum “Farsça”dan Türkçe”ye En Güzel Çeviri” yarışmasının ödül töreninde birlikte olup “Farsça” sohbet etmiştik. Yine 26-27 Haziran 2007 tarihlerinde Türkiye ve İran Kültür Bakanlıklarının organizesi ile Tahran”da yapılan “Abdülbaki Gölpınarlı Anma Toplantısı”na katıldığımız zaman, kendileri de açılışı teşrif etmiş ve ayak üstü hasbıhâl etmiştik.

Hâsılı Türkiye”den 7 bilim adamı ile birlikte Mevlâna”nın 22. kuşak torunu Neslipir Çelebi Sayar”ın katıldığı ve Mesnevî”yi Farsça”sından Türkçe”ye en son çeviren iki değerli bilim adamı Prof.Dr. Adnan Karaismailoğlu, Doç.Dr. Derya Örs ve bu satırların yazarının fasih Farsça ile tebliğ sunduğu bu kongre de 2007 yılı etkinlikleri içerisinde yerini almış oldu.

Bir de bizim katılmadığımız (zaten davet edilmeyi de ummadığımız) “meşhur” UNESCO”nun 7 Eylül günü Paris”teki merkezinde yapılan anma toplantısı vardı ki, Türkiye”den katılımcılarla birlikte basınımızın da tam bir imtihandan geçtiği, ancak maalesef kazanamadığı bir etkinlik idi. Olaydan sonra lehte-aleyhte yazılan, karalamaya veya savunmaya yönelik haber ve köşe yazılarını da takip ettiğimiz kadarıyla çoğunun “objektif” bakıp olayları değerlendirmeye niyeti olmadığı âşikârdı. Ancak tarafsız olarak bakıp çok iyi incelendiğinde; sadece katılımcılar açısından değil, gelecek için hepimiz için dersler çıkarılacak ve buradan varılacak sonuçlarla Mevlâna”nın da; “her dem uyanık olmalı” düsturunu hatırlayarak, “dana altında buzağı arayanların da olduğu”nun bilinciyle her ne şartlarda olursa olsun mesleğimizi lâyıkıyla icrâ etmek sonucuna varılabilecekti.

Sonuç

Doğaldır ki, 800 yıldır Mevlâna ailesi kuşaktan kuşağa, yıldan yıla genişleyip çoğalıyor. Yine -mübalağalı bir söylemle- sokaktaki birçok insandan “biz de Mevlâna”nın soyundan geliyormuşuz…” gibi sözleri duymak mümkün; aslında bu tür sözler daha çok son yıllarda artmaya başladı. Ülkemiz ve dünya çapındaki Mevlâna”ya olan ilgi arttıkça hem Mevlâna soyundan geldiğini söyleyenler çoğalıyor, hem de kendilerini Mevlâna uzmanı olarak ilan edip maddî-manevî kazanç peşinde eserler yazan kalemler mantar gibi bitiyor.

Dünya geneline baktığımızda da hem 600 yıllık Osmanlı dönemi ve Cumhuriyet tarihimiz boyunca Mevlâna hakkında yapılan kütüphaneler dolusu Türk insanının çalışmalarını ve 3 kıtaya yayılan Mevlevîhâneleri görmezden gelen İran, Afganistan ve Tacikistan gibi ülkeler gözlerini yeni açıp Mevlâna”yı sahipleniyorlar; hem de “Türkiye”de Mesnevî okumak yasak, zaten Farsça bilmedikleri için okuyup anlamıyorlar…” gibi en yetkili ağızlardan aslı olmayan karalama kampanyaları yürütüyorlar. Bizim kendi içimizdeki bazı sözde bilim adamları da dini konularda ahkâm kesmelerinin yanı sıra; “Şöhret âfettir”Hadisini görmezden gelerek Mevlâna ile Türk insanının arasını açmak amacıyla uydurma “tez”lerle şöhret peşinde koşuyorlar ve bu milletlerin ekmeklerine yağ sürüyorlar. Allah bilir, ya birilerine şirin görünmeye çalışıyorlar, yada Mevlâna”nın; “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz”Hadisini benimsemiş öğretileriyle dinini “özde de” yaşamaya çalışan samimi Mü”minler arasında temsilcisi oldukları tasavvuf karşıtlığının yayılamayacağı endişesine kapılıyorlar.

Son olarak batı dünyasına ve özellikle ABD”ye de bir bakmak gerekirse; çok ırklı milletlerin oluşturduğu günümüzün süper gücü Amerika, 150 yıldır Mevlâna”yı biliyor; ancak süper güçlülüğün verdiği sınır tanımaz, adalet bilmez politikalarıyla okuyup duyduğumuz kadarıyla yaptıklarına kendi halkını bile ikna edemez konumda. Bu özgürlükler ülkesinde yaşayan insanlar materyalist düşüncenin hâkimiyeti altında insani değerleri unutmuş, unutmak zorunda kalmış. Bu durumdan çıkmak için bazen bir Hintli Guru”nun, bazen bir Budist rahibin peşine takılıyorlar; bazen de Satanizm gibi, Ateizm gibi inanışsızlığın halkalarına takılıp iki dünyalarını da karartıyorlar. Şanslı diyebileceğimiz bazıları da ya seyrettiği bir Semâ”dan; yada duyduğu veya okuduğu Mevlâna”nın bir sözünden etkilenerek, “Budizm gibi, Kabala gibi” zannettiği Mevlevîliği tanımaya çalışıyor. Bu gurup içerisinden de daha şanslı olanları önce Mevlâna”yı, daha sonra da onun düşüncelerinin merkezinde bulunan İslâm”ı araştırıp tanımaya çalışıyor ve işin sonunda da doğruyu bulup; “Allah dilediğini hidâyete erdirir”müjdesine nâil oluyorlar. Bu guruptaki “Mü”minler” Mevlâna”nın dediği gibi; “Dinini babandan miras olarak buldun da kıymetini bilmiyorsun” sözünü ispatlarcasına samimiyetleriyle bizlere de dersler veriyorlar. Hidâyete erme konusunda daha az şanslı olan bazıları ise Mevlâna”yı fazla okumaya gerek görmeden Semâ ve musıkî ile tatmin olup yaşamını devam ettiriyor; içlerindeki boşluğu bu ikisiyle doldurup, “kânî” oluyorlar.

ABD demişken; California”nın bu ülkenin Mevlevî merkezi olduğunu; Hawai adalarından birinde Galata Mevlevîhânesi örneğinde bu yıl inşasına başlanan Mevlevîhâneyi de hatırlatarak, samimiyetlerine inanmaya çalıştığımız bu ecnebi Mevlevîlerin fedakâr hizmetleri ve çalışmaları sonucunda önümüzdeki dönemlerde Mevlâna”mızın adını “Mevlâna Celâleddin-i Californiayî” olarak duymamayı ümit ediyoruz. Çünkü; İslâm âlemi olarak hep birlikte gururla sahiplenebileceğimiz İbn Sina, Farabi, Ömer Hayyam, Ebu Reyhan Biruni gibi bilim adamlarını anlama, araştırma ve dünyaya tanıtma yerine onların milliyetleriyle uğraşıp birbirimizle kavga edip dururken işte Mevlâna örneğinde olduğu gibi ne dili, ne dini, nede kültürü bizimle aynı olmamakla birlikte “ecnebiler” bu değerlerimizi birer birer alıp kendilerine göre şekillendirmeye devam edeceklerdir…