Bilgeliğin sözünü etmek
Anadolu toprağının yetiştirdiği bilge şairlerden biri de Niyâzi-i Mısrî’dir. Şunu açıkça söylemek mümkün: Mısrî, Yûnus Emre okulunun en seçkin temsilcisidir. Nitekim onun tesiri daha sonraki dönemlerde de varlığını korumuştur. Hala da okunmakta, araştırılmakta, üzerinde durulmaktadır.
Bilenler bilir, bu bilge şair, aslen Malatyalıdır bir süre Mısır’da Kahire’de bulunmuş, ilim öğrenmenin yanında manevi açıdan aydınlanmanın yollarını aramış. Mısır, ona gizemli ilimlerin kapılarını açmış; o yüzden Mısrî olarak tanıtmış kendini… Lakin ne kadar arasa da, ruhen sukûna erdirecek bir ârif, bir kâmil rehber bulamamış oralarda. Bir rüyanın peşine düşüp tekrar Anadolu’ya gelmiş.
Kim ne derse desin, şurası açıktır ki: Anadolu toprağı arifler diyarıdır. Arifler, bilge canlar, büyük ruhlar… Mevlana, Hacı Bektaş-ı Velî, Yûnus Emre, Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Velî, Yiğitbaşı Velî, Eşrefoğlu Rûmî, Emir Sultan, Merkez Efendi, Sümbül Sinan ve Aziz Mahmûd-i Hüdâyî… Liste uzayıp gider. İşte bu listede haklı bir yer edinen Niyâzî-i Mısrî, diyar diyar gezerek bulamadığı hakîkî rehberini bir rüyanın peşine düşerek Anadolu’da, Torosların zirvesinde, Elmalı’da bulmuştur. Elmalılı Ümmî Sinân’ın irfan ocağında arınmış, aydınlanmış ve huzura ermiştir.
Ümmî Sinan, Niyâzî-i Mısrî gibi nice ruhları hakikate uyandırmış büyük bir ruhtur. Dağlar aşılarak gidilen Elmalı onun manevi ikliminde merkeze dönüşmüş, tesiri ta Rumeli’ye Ohri’ye kadar ulaşmıştır. İşte Mısrî bu ocakta kuru taklitten kurtulmuş bilgeleşmiştir… Bilgelik, öyle kolay ulaşılan bir felsefi seviye olmasa gerektir. Derin düşünce, varlık üzerinde tefekkür, murakabe ve sağlam bir tecrübe gerekir. Bu tecrübe, sözü, niyeti, düşünceyi ve eylemi birleştirmeyi gerekli kılıyor. Şöyle diyelim: İnandıklarını yaşa, yaşadıklarını söyle! Ama önce şu soruları zihnen hallet: Neye inanıyorsun? Nasıl inanıyorsun? Neden inanıyorsun? Sözü uzatmayalım, bilgelik lafla, ezberden bilinen bir iki cümleyi sarfetmekle ve bilgece edayla dolaşmakla olmuyor. Mesela, vefadan dem vurmadan, insanları vefasızlıkla itham etmeden evvel şu soruya sağlam bir cevap bulmalısın: Ben ne kadar vefalıyım? Demem o ki, bilgelik, sorulara insanın önce içinde cevaplar aramasıdır. Önce içindeki insanı uyandır… Önce onu düzelt, doğrult ki, iyi niyetli, hoş bakışlı ve hoşgörülü olasın.
Mısrî rüyasında bir kalaycı olarak gördü Ümmî Sinân’ı. Güğümlerin sadece dışını değil, öncelikle içini kalaylayan bir kalaycı… İnsan, hayat içinde bazen içi dışı pas tutmuş bir bakır güğüme dönüşüyor. Onu kalaylamak, temizlemek ve arındırmak için bir kalaycı lazım. Böyle inanan Mısrî, o kalaycının peşinde İstanbul, Bursa ve Uşak güzergâhında yaz demden kış demden uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıkar. Güğümün dışını kalaylamak kolay; bir iki malumat, bir iki egzersiz, bir iki tumturaklı söz ve albenisi olan bir kostüm. Ancak ya içi? İçi nasıl kalaylamalı? Ya aşkla, ya da çileyle kalaylanır, derler kabın içi.
Aşk ve çile… Zaten aşk, özü itibariyle çile değil mi? Aşk derdine düşüp de çile çekmeyen mi var? Hani Mevlana bir dövmeciye gidip de dayanamayan gencin hikâyesini anlatır ya. Hatırlarsınız, dövmeci istediği aslanı sırtına nakşetmeye başlayınca delikanlı feryad u figana başlar, “bırak” der, “bırak aslan başsız olsun… Bırak, bu aslanın karnı olmasın, kuyruğu olmasın.” Nihayet bir dövme çıkar ortaya, ama aslandan eser yok! Aşk, dövmeciye tahammül edip aslanı oraya nakşettirebilmektir. Bu yüzden çiledir, sabırdır. Güğümün içi, işte bu çileyle, bu sabırla kalaylanıyor.
Rüyasında gördüğü kalaycının peşine düşüyor Mısrî, Elmalı’ya geliyor. Ocağa kabul ediliyor. Bir rüyanın peşinde gidecek kadar aşka ve çileye namzet bir talebe olsa da, belli ki onca yer gezmiş ve onca insan görmüş olmanın, dil bilmenin, devrinin ilimlerine vakıf olmanın gururu var. Kolay değil, içim pas tutmuş demek. Hele hele, çıkıp kürsüden vâz u nasihat edenler, okuyup okutanlar hiç kabul etmezler pas tutma halini. Kolay mı? Hiç de kolay değil, ben bilmiyorum, öğrenmek istiyorum demek. Kalkıp Mısır’dan İstanbul’a, oradan Elmalı’ya gelse de insan… Bunca meşakkate rağmen, yine de o bilgiçlik edasının izlerinden kurtulamıyor. Bağlardan kurtulup yükselmek kolay olsaydı, herhalde bilgelik bu kadar kıymetli ve anlamlı olmazdı. O yüzden ağır ve uzun oluyor Mısrî’nin arınma süreci, çileyle örülü bir aydınlanma ve kendine erme serüveni.
Geçtiğimiz hafta, Mısrî’nin izinde Elmalı’ya doğru yola çıktık. Ancak bizimkisi, onun gibi çileli bir yolculuk değildi. Güzel bir arabayla, çoluk çocuk önce Kütahya’ya Ilıca’ya uğradık, orada servilerin bülbül seslerinin ve kaplıca sularının dalgaları arasında iki güzel gün geçirdikten sonra Afyon ve Isparta güzergâhında bir güzel seyir. Isparta’da kadim dostlarla buluştuk, Ayazma’da serin suları kana kana içerek derin sohbetlere koyulduk. Ertesi gün Akdeniz sıcağının kucağına düşmeden Ağlasun, Bucak ve Korkuteli güzergâhıyla Torosların kucağında yaylalara, dağlara, bağlara, bahçelere selam vere vere Elmalı’ya vardık.
Bir hikâyenin peşinde güneyin incisi, ilim ve irfan şehri Elmalı’ya geldiğimizde Ömer Paşa Camii’nin müezzini yatsı ezanını okumaya başlamıştı. Elmalılı dostlarla tarihi konakta buluştuk, tavşankanı çaylar eşliğinde Mısrî’den, Eroğlu Nûrî’den Abdal Mûsâ’dan, Kaygusuz Abdal’dan ve bilhassa Ümmî Sinan’dan konuştuk. Bizimkisi kabın dışını kalaylamak… Retorik; o kadar. Çaylar geldi, sohbet koyulaştı. Gecenin ilerleyen saatinde yol yorgunluğu bahanesiyle otelimize dönmek üzere dostlardan izin aldığımızda, bilgeliğin sözünü ettiğimizin farkındaydık. O gece defterime şu cümleyi yazdım: Modern insan her şeyi söze dönüştürüp tüketiyor! Sonra hemen oracıkta şu soruyu da kaydettim: Acaba tükete tükete yeniden üretme ve yeniden inşa etme sürecine geçecek miyiz?
Cümlem de sorum da defterimde asılı kaldı. “Acaba” yazmadığım yeni acabaları beraberinde getirdiğinde uyku kralının orduları akıl ülkemi istila etmişti bile…
#Bilâl KEMİKLİ