BİLGİN, ARİF, ÂŞIK VE ŞAİR MEVLANA
Başlıkta yer alan dört sıfat, Mevlana için yeterli görülmeyebilir veya bazılarınca bunlardan biri özellikle tercih edilebilir. Bizim amacımız ise bu özelliklerin buluştuğu Mevlana’nın bu hüviyet bütünlüğüne dikkat çekmek ve bütünlükle birlikte günlük hayatın içindeki yerine işaret etmektir.
Mevlana’nın uzun süre eğitim gördüğünü ve döneminde medreselerde öğretilen ilimlerde özellik kazandığını, 24 yaşında müderris ve müftü olarak babasının yerini alabilecek dereceye ulaştığını kaynaklar belirtmektedir. Sadık oğlu Sultan Veled şöyle demektedir:
شست بر جاش شه جلال الدین رو بدو کرد خلق روی زمین
چون پدر گشت زاهد و دانا سرور و شاه جملۀ اولیا
“Padişah Celâleddin, babasının yerine geçti, oturdu; yeryüzü halkı ona yüz tuttu.
Babası gibi zahitti, bilgindi; bütün bilginlerin başı-başbuğuydu, padişahıydı.” 1
Ancak onun babası Bahaeddin Veled’in vefatından, yani 1231 (628)’den sonra buna rağmen tahsilini sürdürdüğü Konya’da ve Halep’te dersler aldığı bilinmektedir. Ayrıca başta oğlu Sultan Veled olmak üzere eğiticilik ve öğreticilik görevini sürdürdüğü malumdur. Mesela Eflâkî, Hanefî fıkhının önemli eserlerinden Hidâye’yi Sultan Veled’e okuttuğunu kaydetmektedir.2 Sonraki asırlarda bilginler, Mevlana’nın bu bilgin kişiliğinden söz etmiş ve ondan yararlanmıştır. Bu duruma Osmanlı toplumundan sadece bir iki örnek vermek uygun olacaktır. Mesnevi’nin ilk 18 beytini şerh edenler arasında, Osmanlı Devleti’nin ilk resmî şeyhülislamı Molla Fenârî (ö. 834/1431) de bulunmaktadır.3 O, Şerhu Dîbâceti’l-Mesnevî adlı bu risalesinde Mevlana’yı muhakkik, arif, şeyh ve velilerin kutbu gibi sıfatlarla takdim etmektedir.
Örnekleri artırmak elbette mümkündür. Ünlü bilgin ve şeyhülislamlardan Kemal Paşazade (ö. 940/1534) birçok risalesinde, özellikle tasavvufî ve ahlakî meseleleri ele alırken Mevlana’nın şiirlerinden, yani düşüncelerinden yararlanmıştır.4 Şu ifadeler ise Miftâhü’s-sa’âde’nin müellifi ünlü bilginlerden Taşköprüzâde İsâmeddîn Ahmed Efendi’ye (ö. 1561) veya eseri Mevzû’âtu’l-‘ulûm adıyla tercüme eden oğlu Kemâleddîn Efendi’ye (ö. 1621) aittir: “Ve yine ulemâ-i kibâr ve meşâyih-i celîlü’l-mikdârdandır ki mezheb-i Hanefîye anınla müşerref ve pür-envâr olmuşdur, Hazret-i Mevlana Celâleddîn el-Konevîdir”.5
Mevlana eserlerinde ilmin önemi ve bilginlerin toplumdaki yeri üzerinde dikkatle durmuştur. Bu konuda sadece bir iki beytini aktarmak yeterlidir:
جمله دانایان همین گفته همین هست دانا رَحْمَةً لِلْعَالَمِین
Bütün bilginler böyle demiştir böyle: Bilgin, âlemlere rahmettir.6
خاتمِ مُلکِ سلیمان است عِلم جمله عالَم صورت و جان است عِلم
İlim, Süleyman‘ın saltanat mührüdür. Bütün âlem surettir, ilim candır.7
Alim özelliği yanında arif sıfatı ise Mevlana’ya hemen bütün eserlerde diğer sıfatlarını gölgede bırakacak derecede uygun görülmüştür. Ancak onun hatıra gelenden daha ileri de bir sufî ve arif kişiliğe sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Zira 24 yaşına kadar babasının, daha sonra 34 yaşına kadar Burhâneddin Muhakkik-i Tirmizî’nin (öl. 638/1240-1241) yanında ve rehberliğinde bu yönde birikimler kazanmıştı. O gerçekte 1244 yılında, 37 yaşında Şems-i Tebrîzî ile yüz yüze geldiğinde de arif bir kişiydi. Oğlu Sultan Veled’in diliyle Şems’in ilk buluşmadaki sözleri dikkat çekicidir:
شرح کردش ز حالت معشوق تا که سرش گذشت ازعیوق
گفت اگر چه به باطنی تو گرو باطن باطنم من این بشنو
Maşuk hâllerini anlattı ona; böylece de sırrı yücelerden de yücelere vardı.
Dedi ki: Sen batına rehin olmuşsun ama şunu bil ki ben, batının da batınıyım. 8
Bu ifadeler o andaki sufî ve arif Mevlana’ya işaret ederken, sonraki merhaleye de ışık tutmaktadır. Mevlana, kendisi için başlıkta sıfat olarak kullandığımız sıfatlara eserlerinde hep yeni içerikler kazandırmıştır. Şöyle ki ilmi ve bilgini övmüştür, ancak yararlı ve kılavuz olması gerektiğini ısrarla vurgulamıştır. Arif ve velilerin üstün özelliklerini anlatmış, ama yine aynı yol göstericilik başarısına işaret etmiştir. Yol gösteremeyen, hatta yol kesen alim veya sufî görünümündeki kişileri ise şiddetle eleştirmiştir. Mesnevi bu eleştirilerle doludur.
Mevlana arif, sufî ve veli sıfatlarını gönül sultanları için ortak olarak kullanmıştır. Bu vasıf sahibi kişiler, onun dilinde güçlerini, gıdalarını Hak’tan almaktadır, gıdasızlık gıdaları vardır, can aynasıdırlar. Ruhî hallerine işaret için Mesnevî’nin şu beyti yeterlidir:
همچنین بادِ اجل با عارفان نرم و خوش همچون نسیمِ یوسفان
Aynı şekilde ecel rüzgârı, ariflere karşı Yusufların rüzgârı gibi yumuşak ve tatlıdır.9
Mevlana bilgili olmayı ve gönül gözüyle, Hak nuruyla görebilmeyi bir amaç olarak ortaya koymuştur.
Başlıkta üçüncü olarak sıraladığımız âşık sıfatı, Mevlana’nın eserlerinde özel bir yere sahiptir. Aşkın ve âşıklığın en belirgin tarifleri ve halleri Mevlana’dan dinlenmiştir:
علّتِ عاشق ز علّتها جداست عشق اُصطرلابِ اسرارِ خداست
عاشقی گر زین سر و گر زآن سر است عاقبت ما را بدان سر رهبر است
Âşıklık hastalığı hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Allah’ın sırlarının usturlabıdır.
Âşıklık ister bu taraftan ister o taraftan olsun, sonuçta bizi o tarafa yöneltir.10
باغِ سبزِ عشق کو بی منتهاست جز غم و شادی در او بس میوههاست
عاشقی زین هر دو حالت برتر است بیبهار و بیخزان سبز و تَر است
Sonu bulunmayan aşk bahçesinde üzüntü ve mutluluktan başka çok meyveler vardır.
Âşıklık bu iki hâlden daha üstündür. Baharsız ve sonbaharsız yeşil ve tazedir.11
Özellikle Mevlana’nın bu ve benzeri ifadelerinin etkisiyle âşıklık vasfını kazanmak, Anadolu’da asırlar boyu her bilgi ve görgü sahibinin arzusu olmuştur.
Son olarak anacağımız şairlik vasfına gelince önce doğudaki şiirin Mevlana zamanına doğru kazandığı yönelişten söz etmek gerekir. Doğu şiirinin Selçuklular zamanında, XI. asırdan itibaren, şekilde ve manada kazanmaya başladığı yeni özellikler, aynı zamanda şiirin arifler ve alimler arasında yayılmasını sağlamıştır. Ancak bu gelişmeyle birlikte geçim kaynağı sadece şiir olan methiyeci şair de artık yerilmeye başlanmıştır.
Anadolu’da Mevlana ve oğlu Sultan Veled bu ayrımı açıkça yapmış, methiyeci şairi yermişlerdir. Onların şiirinde bu özellikteki şair ve şiir aleyhine ifadeler ciddî yer tutar. Onlara göre olumlu şair kimliği, arif ve âşık vasıflarını taşıyan şair kimliğidir. Denebilir ki onlardan sonra bilhassa Anadolu’da şi’r-i şu’arâ (şairlerin şiiri), şi’r-i evliyânın (velilerin şiiri) gölgesinde kalmıştır.12 Sultan Veled’in şu beyitleri bu farklılığa işaret etmektedir:
شعرعاشق بود همه تفسیر شعر شاعر بود یقین تف سیر
شعر شاعر نتیجه هستی است شعرعاشق ز حیر ومستی است
Âşığın şiiri tamâmıyla tefsirdir; sâirin şiiriyse gerçekten de sarımsağın verdiği hararetten meydana gelir.
Şâirin şiiri varlık sonucudur; âşığın şiiriyse hayretten, sarhoşluktan doğar.13
İlimle tasavvufî tecrübenin buluştuğu Mevlana, sahip olduğu şairlik kabiliyetiyle birlikte hem düşünce, hem de anlatımda benzersiz bir güce erişmiştir. Dardan genişe doğru varlık alemi, hayal alemi ve yokluk alemi diye vasıflandırdığı alemlerin en genişine14 doğru ilerlemede ve heyecanını dile getirmede şairlik hususiyeti ona yardımcı olmuş olmalıdır. Sahip olduğu bilgi ve kabiliyetle o, Farsça şiirdeki ilk büyük mutasavvıf şair Senâî’nin (ö. 525/1131) ve ünlü Attâr’ın (ö. 618/1221) açtığı çizgide ilerleyerek bu yolun en güçlü siması olmuştur.
Mevlana’nın yaşadığı dönemlerde artık şiir Doğu’da insanî ve ilahî aşkı merkez edinmiş, Mevlana ile en güzel örneğini kazanmıştı. Şiir, Mevlana’nın ve oğlu Sultan Veled’in tercih ettiği bakış ve tercihle Anadolu’da sultan, bilgin, sufî, müderris, kadı ve benzeri bütün çevrelerce meşgul olunan bir alan hâline gelmiştir. Saraylarda Emîrü’ş-şu’ârâ unvanıyla yer alan ve maiyetinde başka şairler bulunan şair tipi, özellikle Anadolu’da bu tercihlerden sonra pek görülmez olmuştur.
Şiiriyet anlam, lafız ve ahengi güzelleştirmeyi sağlarken, şiire ait vezin, kafiye ve kalıp engel çıkarır gibi görünmektedir. Mevlana bu yönde serzenişlerde bulunmakla kalmayıp gerçekte şiiri küçümser ifadeler de kullanmıştır. Fîhi mâ fîh’te “… yanıma gelen şu dostların canları sıkılır korkusuyla şiir söylerim, onunla oyalanmalarını dilerim. Yoksa ben nerdeyim, şiir nerde? Vallahi şiirden usanmışım ben; bence şiirden beter bir şey yok” ifadelerine yer vermiş15 ve daha sonra “Bizim ilimizde, bizim toplumumuzda, şairlikten daha ayıp bir iş yoktu. O ilde kalsaydık onların yordamına uygun ömür sürerdik” diye açıklama yapmıştır.16
Bunun yanında Fîhi mâ fîh’te şiirlerinin tesirinden de emin olarak şöyle der: “Önceleri şiir söylemeye büyük bir istek duyardım, o vakit şiirlerimde tesirler vardı. Şimdiyse zayıfladı, battı gitti. Fakat gene de şiirlerimde tesirler var.”17
Mevlana’nın şiirle ilgili olumsuz görülebilecek ifadeleri, bir bakıma arifçe ve şairanedir. İçerik ve amaçtan yoksun bilgiyi ve sufîliği tenkit eden Mevlana’nın aynı açıdan veya başka yönlerden şiiri, şairliği yermesi anlaşılmaz değildir. Bu noktada bir örnek olarak yukarıda aktardığımız sözleri, devamıyla birlikte tekrar gözden geçirmek uygun olacaktır:
Bizim ilimizde, bizim toplumumuzda şâirlikten daha ayıp bir iş yoktu. O ilde kalsaydık onların tabiatlarına uygun bir ömür sürer, ders vermek, kitaplar meydana getirmek, öğüt vermek, va’zetmek, zâhitlikte bulunmak, ibâdetlere koyulmak gibi onların istediği şeylere sarılırdık.18
Mevlana’nın Belh’teki, Horasan bölgesindeki geleneğe işaret ederken Konya’da, Anadolu’da yapmadığı şeylermiş gibi sıraladığı hususları, her hâlde kendisinden uzak düşünmek mümkün değildir.
Günümüzde Mevlana’nın bilgin ve arif kişiliği çok yaygın olarak bilinip zikredilirken âşık ve şair yönü âdeta sadece sanatkârlar tarafından hatırlanmaktadır. Gerçekte “aşk edebiyatı” ve “aşk medeniyeti” diye nitelenen Anadolu’daki birikim ve gelişmeler, bilhassa Mevlana düşüncesine yaslanmaktadır. Malumdur ki geçmişte âşıklık sıfatı arzulanan hissiyatı, şairlik sıfatı ise aşıklığı anlatma becerisini temsil etmiştir.
Sonuç olarak Mevlana her alandaki birleştiricilik özelliğini bilgin, arif, âşık ve şair sıfatlarını bir bünyede buluşturup taşıyarak oluşturmuştur. Günümüzde de bu birleştirici kimliği ve özellikleriyle birlikte anılmalıdır.
Tebliğ olarak sunulmuştur: Uluslarası Mevlana Kongresi, T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 8-11 Mayıs 2007, İstanbul-Konya.
Prof. Dr. , Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölüm Başkanı
1 Sultan Veled, Veled-nâme, nşr. C. Humâî, Tahran, 1516hş., s. 194; Sultan Veled, İbtidâ-nâme, trc. Abdülbâki Gölpınarlı, Ankara, 1976, s. 244/ beyit 4256-57.
2 Eflâkî, Menâkibü’l-‘ârifîn, , (nşr. Tahsin Yazıcı), Ankara 1980, I, 548.
3 Mustafa Aşkar, Molla Fenari’nin (ö. 834/1431) ‘Şerhu Dîbâceti’l-Mesnevî’ Adlı Risâlesi ve Tahlili, Tasavvuf (Mevlânâ Özel Sayısı), yıl 6, sayı 14, Ocak-Haziran 2005, s. 83-102.
4 Şamil Öçal, Kemal Paşazâde’nin Felsefî ve Kelâmî Görüşleri, Ankara, 2000, s. 60.
5 Kemâleddîn Kemâleddîn Efendi (ö. 1621), Mevzû‘âtu’l-‘ulûm, I-II, İstanbul, 1313 h., I, 744.
6 Mevlânâ, Mesnevî-i ma’nevî (ez-rûy-i nusha-i 677h.), I-III (6 defter), tashih Adnan Karaismailoğlu – Derya Örs, Ankara, 2007, Akçağ Yay., 1. defter/beyit 718.
7 Mevlânâ, Mesnevî-i ma’nevî, 1/1031.
8 Sultan Veled, Veled-nâme, s. 197; –, İbtidâ-nâme, s. 249/ beyit 4336-4337.
9 Mevlânâ, Mesnevî-i ma’nevî, 1/861.
10 Mevlânâ, Mesnevî-i ma’nevî, 1/110-111.
11 Mevlânâ, Mesnevî-i ma’nevî, 1/1793-1794.
12 Sultan Veled, Veled-nâme, s. 53; –, İbtidâ-nâme, 65 vd.
13 Sultan Veled, Veled-nâme, s. 53; –, İbtidâ-nâme, 65-66/1055-1056.
14 Mevlânâ, Mesnevî-i ma’nevî, 1/3092-3095.
15 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Fîhî mâ fîh, B. Furûzânfer, Tahran, 1369 hş./19120, s. 74; –, –, çev. Abdülbâki Gölpınarlı, Konya, 2001, s. 62.
16 Mevlânâ, Fîhi mâ fîh, s. 74; çev. s. 63.
17 Mevlânâ, Fîhi mâ fîh, s. 199; çev. s. 172.
18 Mevlânâ, Fîhi mâ fîh, s. 74; çev. s. 63.