BİR DİN BİLİMİ OLARAK TASAVVUFU ANLAMAK:
Prof. Dr. Ekrem DEMİRLİ
in bilimleri arasında hiçbirisi tasavvuf kadar tartışılmış, daha da ilginci bunca tartışmanın ardından tasavvuf kadar tanımsız kalmış değildir. Ötekiler bir yana bizzat sûfiler bile tasavvufun mahiyetini ele alırken birbiriyle çelişebilecek görüşler ileri sürmüş, özellikle etimoloji hakkında modern bir okura garip gelebilecek açıklamalar yapmışlardır. “Bunun sebebi nedir?” diye sorulunca bu kez bütün tasavvuf tarihinin en katı eleştirisini duyarız: “Önceden bu işin adı yoktu kendi vardı, şimdi adı var, kendi kayboldu.” Hâl böyle ise o zaman tasavvufu tarif etmeye kalkmanın ne anlamı olabilir? Vakıa tasavvufun mahiyeti üzerindeki tartışmalar geçmişte olduğu gibi günümüzde de ehemmiyetini yitirmemiş, müslümanlar başından beri tasavvufu nereye koyacakları ve nasıl tanımlayacakları hususunda açık bir fikre sahip olamamışlardır. Tasavvuf taraftarlarının abartılı ve yüceltici yorumları mukabilinde tasavvufu bid’at ve dalâlet sayanların görüşleri arasında daha sünnî ve mutedil yorumlar ortaya çıkınca tasavvuf hakkındaki kanaatler belirginlik kazanabildi. Serrâc’ın ünlü eseri L
üma’da söylediğinden uzak bir yerde değiliz: “İnsanlar tasavvuf hakkındaki tutumlarını ele alırken abartılı övme ile aşırı tahkir arasında tutarsız hükümler serdederler.”
Tasavvuf üzerindeki bu belirsizlik onun ilk baştaki “reddediş” halinden kaynaklanmıştır. Bir bilim olmak bir yana, bilimlerin ortaya koyduğu din telakkîlerini temelden reddeden bir hareket zamanla bilim haline gelince, ister istemez “kaydı tutulmamış” bir hareketin kayda alınmasının güçlükleri yaşandı. Bu nedenle kelimenin kökeninden başlayarak pek çok konuda belirsizlikler ve görüş ayrılıkları devam etti. Erken dönem tasavvuf tarihçilerinin sözlerine bakınca, tasavvufun reddiye dönemini özetle şöyle anlayabiliriz:
Tasavvuf zenginlik ve refahın yüceltilmesinin bir sembolü sayılabilecek iyi giyinmenin ve kuşanmanın mukabilinde sûf (post, bazen yün) giymek veya ipekli elbiseleri çıkartmak demektir. Bunu “şehirde terziyi tanımamak” diye tabir edebiliriz. İyi yemek yemenin mukabilinde otlar, yabani ürünler ile beslenmek veya aç kalmak anlamındaki miskinlik ve fakirliktir tasavvuf. Bunu şehirdeki “aşçıyı veya iyi yemekleri reddetmek” diye anlayabiliriz. Yönetim ve iradede bulunmamak veya hâneyi terk ederek tenhalarda inzivada yaşamak anlamıyla tasavvufu “dükkânı ve ticareti kapatmak ve tenhaya çekilmek” diye tabir edebiliriz. Hiç kuşkusuz bunlara bir tane daha eklemek lazım: “Bilime mukabil ümmîliği tercih etmek!” Yeni şehir ve toplumsal yapıda bir pâye vesilesi haline gelmiş din bilimlerinden uzaklaşarak ümmîliği tercih etmek tasavvufu anlatan tabirlerden en iyisi olabilir. Bütün bunlar tasavvufun erken dönemi demek olan zâhitlik evresinde ortaya çıkan, tepkiler ve eleştiriler evresini anlatan ifadelerdir. Bu inziva döneminde zahitlerin yol açtığı tartışmalara bağlı olarak kendi içlerinde ciddi sorunların da ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu minvalde akla ilk gelen ibâhî hareketlerin yol açtığı kırılmalar idi. Zahitler arasında görülen ibâhî hareketler onları İslâm cemaatinin genel telakkîlerinden kopartan bir sürece sevk etti. Sorunu çözmek isteyenlerin teşebbüsleriyle din bilimleri arasında tasavvufun tedvin edilme süreci başladı. Tasavvufun din bilimleri arasındaki yeri hakkında en doğru ve delilli yaklaşım, erken dönem tasavvuf eserlerini ortaya koyan Cüneyd-i Bağdâdî ve talebelerinin eserlerindeki tasavvuf telakkîsidir. Onlara göre tasavvuf meseleleri, yöntemi ve delilleri bilinen bir din bilimidir. Bu yaklaşım, dört asırda tasavvufun karşılaştığı birçok sorunu ve gelişmeyi içeren temel bir değişimdir.
Erken dönem züht hareketleriyle başlayan tartışmalar Cüneyd-i Bağdâdî ile birlikte bir noktada karar kıldı: Bu süreçte daha önce eleştirel bir tutum ve tepki olmanın yanında
bireysel hayat ile sınırlı bir hareket olmakla anılan tasavvuf “din bilimi” sayılarak yeni şehrin ve toplumun kurucu unsurlarından birisi haline getirildi. Bu tartışmaların ve ortaya çıkan sorunların en önemlisi “hakîkat” arayışında sistemsiz ve disiplinsiz hareketlerin tasavvufta kendine alan bulmuş olmasaydı. Tasavvufun böyle akımların merkezi haline gelmesi ise sûfiler ile öteki müslümanlar
arasında çatışmaları artırmış, tasavvuf müs-lüman cemaatin dışladığı ibâhîliğe dönüşmeye başlamıştı. Tasavvufu din bilimi haline getirmek onu “kontrolsüz” hareketlerden ve “heretik” sapmalardan korumak amacı taşıyordu. Sürecin en dikkate değer yönlerinden birisi sahih ile bâtıl ve bid’at anlayışın belirgin hale gelmesiydi. Bir disiplinde sistematik yapının (konu, metot ve kavramlarıyla) teşekkülüyle birlikte, heretik olanın tespiti mühim merhaledir. Bu sayede tasavvuf doğru sûfiler ile yanlış sûfiler arasında sınır koyarken “sûfi” ile “sûfi gibi olan (mus-tasvife)” ayrıştırıldı.
Tasavvufun din bilimi olması demek merkezinde nasların bulunduğu ve belirli bir yöntemle hareket ederek hüküm çıkartan disiplin olması demektir. Bu itibarla tasavvuf, kelâm veya fıkıh gibi belirli bir yöntemle naslardan hüküm çıkartan disiplinin ismidir. Hepsinden önemlisi tasavvufun kendi meseleleri hakkında ortaya koyduğu bilgiler ve hükümler “kurbiyeti (Hakk’a yaklaşmayı)” müstelzimdir. Bu konuda iki temel hususa değinmek gerekir: Birincisi bir şey din bilimi olacaksa onun bilgi kaynakları belli olmalıdır. Sûfiler için bilgi kaynağı Kur’an-ı Kerim ve sünnettir. Bu sayede sûfiler, çevredeki gnostik tabiatlı karmaşık akımlardan bağımsız bir cemaat veya bir taife haline geldiler. İkinci mesele ise bunun neticesi sayılabilir. Din bilimlerinin müşterek yönü teklifin merkezlerinde bulunmasıdır. Din bilimleri yükümlülüğün anlaşılması üzerine kuruludur. Fıkıh ve kelâm gibi din bilimleri teklifin ortaya çıkardığı sorunları ele alırken bu kez tasavvuf teklifin ahlâk ve âdab bahsinde ortaya çıkan yönlerini ele alacaktı. Böylece tasavvuf teklifi merkeze almakla birlikte din bilimleriyle müşterek bir konuya kavuşmuş oldu.
Peki din içerisinde normatif geleneği temsil eden fıkıh-kelâm geleneğiyle ilişkileri dahilinde tasavvuf nerede durur? Meseleye “normatif” gelenek cihetinden bakarsak tasavvuf gereksiz bir meşgale olarak kalır. Din bilimleri alanındaki tamamlanmışlık duygusu başka bir bilim arayışına imkân vermez. Daha iyimser olanlar için tasavvuf bir hâl ve âdâb alanı olarak sınırlı bir işleve sahip olabilir. Bununla birlikte tasavvufu din bilimi haline getirenler iddialıdır: Tasavvuf olmaksızın din bilimlerinin tamamlanmasından söz edilemeyeceği gibi öteki bilimler dinin görece istisnaî konularıyla ilgilenebilir (evlilik, ticaret vb.). Dinin hakîkî ve her daim geçerli konuları tasavvufun ilgi alanını teşkil eder (ihlâs, takva vb.). Bu nedenle tasavvuf olmadan sadece din bilimleri eksik kalmaz; müslümanların hayatında Kur’an-ı Kerim ve sünnet yerleşmemiş olur.
Bu meyanda tasavvufun müslüman düşünceye getirdiği birkaç temel bakış açısını hatırlamak gerekir: Birincisi normatif geleneğin tenzihçi “tanrı” telakkîsine mukabil her an irtibat halinde olunan tanrı anlayışıdır. İslâm toplumunda bilimler gelişirken Kur’an-ı Kerim’den dinin kurallarını çıkardılar. Lakin dinin standart ve kurallarını belirleme sürecinde normatif gelenek Kur’an-ı Kerim’i başı sonu belli bir metne dönüştürerek okumak zorundaydı. Kadim kitap müslümanların hayatına “bir metin” olarak girerken -en azından sûfilere göre- bir kırılma ve kopuş yaşandı.
Kuralların ve normun tespiti sürecinde tanrı telakkîsinin tenzihçi bir üslupta ele alınması gerekiyordu. Tenzihçi, statik ve soyut bir tanrı anlayışı ile birlikte akılcı düşüncenin önü açılabildi. Kuralları be-lirlenince artık dikkati daha çok O’nun şerîatına çevirerek dinî hayatın istikameti şerîata uymak şeklinde yeniden yorumlandı. Bunu Hz. Peygamber ve sünnet için düşünürsek benzer bir durum ortaya çıktı: Peygamber’in şahsiyetinden ziyade onun sünnetine dikkatimizi vermemiz daha statik ve soğuk bir dinî hayatın ortaya çıkması demekti. Dolayısıyla fıkıh ve kelâm geleneği müslümanların dikkatini şerîata ve kurallara çekerek tanrı ile irtibatı şerîat üzerinden kurmadan başka yol bırakmadı. Bu yorumda tanrı ile ilişkimiz öte dünyaya ertelendi. İslâm içinde tasavvufun neye karşılık geldiği sorusunun cevabını ararken ilk bakacağımız yer burasıdır: Tanrı telakkîsinin öte dünyaya ertelenmesine karşılık sûfilerin gösterdiği tepki!
Müslümanlar bir mebde’ ve meâd (başlangıç ve son) fikrine sahiptir. İşin mebde’ kısmında tanrıdan geldiğimizi söyleriz. Meâd kısmı ise ölüm sonrasındaki durumumuzla ilgilidir. Ölümden sonra Allah’a gideceğiz ve dünyadaki hayatın karşılığını bulacağız. Ortadaki boşluğu ise bu çerçevede ele almak gerekir: Normatif gelenek statik ve donuk bir dili tercih ederek tanrıyla irtibatımızı öte dünyaya ertelemiştir. Buna mukabil sûfilerin bu alanda yaptıkları en önemli değişim, öte dünyayı beri dünyaya taşıyarak müslüman toplumun hayatına muazzam bir dinamizm getirmekten ibaret idi. Sûfiler iki dünya arasındaki izâfî mesafeyi ortadan kaldırmakla ilâhî huzurda olmak dedikleri bir hali savundular. Onlara göre tayy-i mekân veya tayy-i zaman (zamanın ve mekânın dürülmesi), dünya hayatı ile ahiret hayatı arasındaki mesafenin ve zamanın kalkması demektir. Bu sayede insan kendini her an Allah’ın huzurunda hissederek yaşar hale gelir. Her an Allah ile olmak veya ahirette gerçekleşecek nimet veya cezayı burada bulmak ahlâkı hayatı yeni baştan kurmak demekti.
Sûfiler, aradaki iki üç asırlık yorumları paranteze alarak Kur’an-ı Kerim ve hadisteki dinamik tanrı telakkîsine döndüler. Değişimin ikinci merhalesini peygamber telakkîsinde gerçekleştirdiler. Tasavvuf, sünnetin yanında Hz. Peygamber’in manevî şahsiyeti kavramını merkeze alarak unutulmuş bir düşünceyi yeniden canlandırdı. Tanrının zatı ve peygamberin şahsiyetini merkeze almak insan meselesini yeniden ele almak demekti. Tanrı bizimle her an ve her yerde irtibat halinde iradeli bir zât-ı ilâhiye ise veya peygamber hiç ölmemiş gibi aramızda ise burada dikkatimizi vereceğimiz şey bizzat insanın kendisi olur. Bu sayede dikkatimizi insan meselesine çekerek velâyet ve kemâl kavramlarını müslümanların gündemine getirebildi.
İnsan bahsi üzerinde biraz durmak gerekir: Din herkes için kurallar koyarken bireysel kabiliyet ve farklılık dikkate alınmaz. Öte yandan kurallarda eşit olduğumuz kadar ceza veya ödülde de eşitiz. O zaman dünya hayatında velâyetten veya insanın kemâlinden söz etmenin anlamı yoktur. Mutasavvıflar eşitlikçi kuralcılığa mukabil bireyselliği ve kabiliyeti öne çıkarınca, ibadet ve ahlâk hayatında ciddi değişiklik yaşandı. Bir kişi insan olmanın nihaî sınırlarına ancak herkes için zorunlu olan alan ile gönüllü ibadet alanından geçerek ulaşabilir. Bunu destekleyen bir nefis terbiyesi ise zaten tasavvufun yöntemidir. Bu sayede insanın insanlık hakîkatinin nihaî sınırlarına ulaşması diye bir anlayış ortaya çıktı.
Hâsıl-ı kelâm! Tasavvuf bir din bilimi olarak kendini kabul ederken tanrı ve peygamber telakkîsini başa döndürerek yorumu yeniledi. Gazzâlî’nin ifadesiyle dinî düşünceyi “ihya etti” diyebiliriz. Bu süreçte tasavvuf insanı keşfederek ona insanlığın sınırlarını gösterdi. Neticede insan-ı kâmil, hakîkî insan ve velî gibi dinî hayatta ideal insanı anlatan kavramlar ortaya çıktı. Bu kavramlarla bir sûfi ortalama insandan ayrıştı (avam-havas): Fıkıh ve kelâm geleneğinin ideal insanı ibadetlerini yerine getirmiş, haram ve helâllere dikkat eden, mükâfatı ise ahirette bekleyen biridir. Bunun dışında insanla ilgili kabuller fantazi ve abartıdan öte anlam taşımaz. Bu itibarla Gılgamış Destanı’ndaki gibi ölümsüz insan anlayışı, rabbanî insan vs. aşmamız gereken birtakım kuruntular ve abartılardan ibarettir. Tasavvuf, Doğu Akdeniz’de insan hakkında dile getirilen bütün iddiaları olumlu bir şekilde ele alarak onları insan-ı kâmil teorisi meyanında bir yere bağladı. Buradan hareketle İslâm toplumuna şunu dedi: Biz insan hakkındaki arayışlardan hareket eder ve insan ideali ortaya koyarsak, Zerdüştlüğün arayıp bulamadığını veya Grek felsefesinin arayıp bulamadığını insanlığa anlatmış oluruz.
Son olarak: İnsan-ı kâmil kimdir? İnsan-ı kâmil Mehmet Akif Ersoy’un ifadesiyle “kalmasın ferdâya dîdârın” diyerek Allah’ı görmeyi bu dünyada talep eden insandır.
DİN ve HAYAT Dergisi 37- KIŞ 2019/1440
#Ekrem Demirli