BİR YÛNUS ROMANI: OD

BİR YÛNUS ROMANI: OD

Yûnus Emre (1240-1320) edebiyâtımızın, tasavvuf şiirimizin, irfan hayâtımızın en önemli şahsiyetlerinden biridir. Ne yazık ki, hayâtının maddî çizgileri hakkında yeterli bilgiye sâhip değiliz. Buna mukabil onun çok zevkli menkıbeleri vardır. Bunlar ağızdan ağza nakledilir ve her zaman ilgiyle, ibretle dinlenir.

Târihî şahsiyetlerin, îman ve gönül adamlarının hayâtını romanlaştırmak, kültür ve irfan dünyamıza büyük katkı sağlar. Böylece onların geniş kitleler tarafından tanınması imkânı doğar. Yûnus Emre ile ilgili bu tür çalışmalardan ilk hatırladığım örnek, Nezihe Araz’ın Dertli Dolap adlı kitabıdır. Bendeki baskısı 1961 târihini taşımaktadır. Yûnus menkıbeleri çerçevesinde konuyu ele alan, son derece zevkli, duygulu bir roman idi. Daha sonra başkaları da yazıldı.

"Bu türün son örneği Ä°skender Pala'nın "OD" adlı romanıdır (Kapı yayını). Ä°skender Pala işe" ile ilgili görsel sonucuBu türün son örneği İskender Pala‘nın “OD” adlı romanıdır (Kapı yayını). İskender Pala işe Molla Kasım’la başlamış. Hani meşhur menkıbeye göre Yûnus’un şiirlerini beğenmeyip yakan, bir kısmını suya atan: “Seni sîgaya çeker bir Molla Kasım gelir” mısrâına gelince, uyanan ve pişman olan Molla Kasım. Yazar, olayları onun ağzından anlatmaya başlar.

İskender Pala, roman kişilerinde ve olaylar örgüsünde oldukça serbest davranmış, kendini menkıbelerle sınırlamamış. Meselâ Yûnus’a Sitâre adlı bir eş ve İsmâil isimli bir oğul düşünmüş. Küçük yaşta babasından ayrı kalmaya mahkûm olan İsmâil, romanın önemli figürlerinden biridir. Onun şahsında 13. yüzyıl Anadolu’sunun acı kaderini güçlü tasvirlerle apaçık görebiliyoruz. Yağmalar, baskınlar, yoksulluk, sefalet, âsâyişsizlik sebebiyle inleyen halk; Moğol ve Haçlı zulümleri altında perîşan olmuş insan manzaraları. Böylece Anadolu’da yerleşme ve intikal döneminin büyük sıkıntıları gözler önüne serilmiş. Ayrıca İsmâil tiplemesinde insanların inanç buhranları dile getirilmiş.

İskender Pala Yûnus’a ait olan ve başka tasavvufi menkıbeleri ustalıkla roman örgüsü içine yerleştirmiştir. Yazarın kalemi, Yûnus’un mânevî hallerini ve gönül dünyasını anlattığı yerlerde adeta kanatlanır. Bu sıralarda coşkulu, rakseden, şiirsel bir dil karşımıza çıkar. Yûnus’un mısrâlarını yer yer mahâretle düzyazı üslubuyla vererek okuyucuyu coşku dolu bir âleme çeker.

*

İskender Pala Yûnus’la birlikte 13. yüzyıl ve 14. yüzyıl başlarının siyâsî ve sosyal hayâtını da canlandırır. O kadar eski ve çalkantılı bir coğrafyanın romanını yazmak kolay iş değildir. Yazarın birçok okuma ve araştırmalar yaptığı muhakkaktır. Buna rağmen gözden kaçan bir iki husus var:

Yûnus’un mânevî yol arayışları anlatılırken onun dilinden; “Bâbâîlik ve Kalendirîlik elbette hoşuma gidebilir, ama uzaktan uzağa duyduğum Halvetî yolu da kalbimi okşuyor” denir (s. 85). Bununla Halvetîlik kastediliyorsa bir kronoloji hatası söz konusudur. Çünkü Halvetîlik’in ortaya çıkışı ve yayılışı Yûnus Emre’den sonradır. Halvetîlik‘i Anadolu’ya getiren ilk şahıs Pir İlyas’tır ki, vefat târihi 1433’tür (DİA, c. 15, “Halvetîlik” maddesi).

Konya taraflarından gelen birine Taptuk Emre sorar: “Mevlânâ Hüdavendigar’a halef kim olmuştur?” Cevap şöyledir: “Veled Çelebi sultanımızdır efendimiz.” (s. 264).

Mevlânâ Celâleddin vefat edince (1273), herkes yerine oğlu Sultan Veled’in geçmesini arzu eder. Fakat Sultan Veled ısrarla Çelebi Hüsâmeddin’in bu makama oturmasını ister: “Sen babamın zamanında halîfemiz ve büyüğümüzdün, bundan sonra da öyle olacaktır. Sen Hüdâvendigâr’ın yâdigârısın. Halîfelik sana yaraşır” der ve Hüsâmeddin bu görevi kabul eder (Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, s. 197). On bir yıl bu mevkîde kalır, onun vefatından sonra Sultan Veled posta oturur (1284).

Romanda Anadolu’da tasavvufun yayılması ve tekkelere yönelme sebebi olarak; âsâyişsizlik, yoksulluk ve maddî sıkıntılar sonucu halkın mânevî sığınaklar arama ihtiyacına vurgu yapılır: “Gitgide yoksullaşan insanların hiç olmazsa gönül zenginliğine yönelmelerini de anlayabiliyordum. İnsanların elbette sığınma ihtiyaçlardı ve Müslümanlar için bozkırdaki en huzurlu sığınaklar sûfilerin toplandığı dergâhlar olmalıydı.” (s. 245)

Bu tespit doğrudur, ancak tek sebep değildir. Tasavvufun ve tekkelerin revaç bulmasını sâdece bu sebebe bağlamak eksik bir îzah tarzıdır. İskender Pala açıkça bunu söylemiyorsa da, yazılanlardan bu sonuç çıkabilir. Çünkü tasavvufla ilgili böyle bir kanaat vardır. Maddî ümitleri sönmüş, çâresiz kalmış insanlar biraz tesellî bulmak için tekkelere yönelir, denir. Kısmen doğrudur, ama bunu genelleştirmek hatadır. Bu konuda ilâveten şu önemli sebepler de zikredilir:

Tasavvuf akımı 11, 12 ve 13. asırlarda gittikçe artan bir şekilde İslâm ülkelerinde yayıldığı gibi Anadolu’da da yayıldı. Ayrıca Anadolu Selçukluları ve Beyleri, sûfîlere ve şeyhlere saygılıydı. Tekkeler yaptırıp onlara vakıflar bağladılar. Bir de tasavvufun tabii cazibesi ve vaad ettiği huzur, her zaman insanların ilgisini çekmiştir. Anadolu’daki maddî ve sosyal sıkıntılar bu cazibeyi daha da arttırmıştır.

Tasavvufun yayılmasında tek sebep maddî sıkıntılar olsaydı, refah dönemlerinde, insanların tekkeyi ve tasavvuf ilgisini bırakması gerekirdi, öyle olmamıştır. Mânevî hayâta ve ruhu besleyip zenginleştirmeye herkesin ihtiyâcı vardır.

*

Roman çıkınca iyi bir PR çalışması yapıldı. Televizyon ve gazete röportajlarıyla geniş kitleler duyuruldu. Böylece 200 binlik ikinci baskı yapıldı. Yazarından ve okuyuculardan Allah razı olsun. Aşağıda ara başlıklar koyarak romandan bâzı alıntılar sunuyoruz:

DOĞRULUK-TEVHİD

“Yanlış olan, zor olan, hüsrâna götüren kulun hatâ yapması değil, hatâda ısrar etmesidir. Alah’m bir değil, bin tövbe kapısı vardır. Senin de amel defterini dürdükleri bir günün geleceğini sakın unutma. Azrâil canını alır, zaman şanını unutturur, kara toprağa tenini karacakları gün olur. Var işini doğru yap, bu dergâhta adını güzellikle andır. Özünü tevhide uydur, yüzünü Mevlâ’ya döndür. Kimseye râzını açma, iven davranma, özünü tevhide tapşır, bedenini dergâha bağışla.” (s. 133)

İKRAR VERME

“Erenler meydanında mürşidine teslim olup rızada bulundun mu?”

“Belî, bulunmuşum!..”

“Gayrı haram yeme!”

“Yemem!..”

“Yalan deme!”

“Demem!..”

“Zina etme, kin gütme!”

“Peki!..”

“Elinle koymadığını alma, gözünle görmediğini söyleme!”

“Olur!..”

“Işık ister misin, nur ister misin?”

“İsterim!..”

“O halde döktüğün varsa doldur; ağlattığın varsa gül­dür! Yıktığın varsa yap, gayrı hidâyet versin Çalap. Artık eyvallah de!..” (s. 135)

DERGÂH EĞİTİMİ

Dergâhta çorba, sabah zikrinden sonra içiliyordu. Ben kuşluk vaktine kadar istirahat eder, sonra odun için ormana veya dağa giderdim. Dağ ormandan daha yakındı, ama her zaman odun bulunamıyordu. Gün inince döner, akşam taamına ve zikrine katılır, akşam ile yatsı arasında da okuyup yazma öğrenir, yatsıdan sonra bazı derviş ar­kadaşlarımla Kur’an ve hadis başta olmak üzere Hazret-i Yesevî nefeslerinden Kelimât-ı Barak Baba’dan ve Aslanlı Hünkâr risâlelerinden okurduk. Bâzen, Sarı Saltuk Efendimiz’in veya Ahî Evran’ın menâkıbı anlatılır, bâzen Battal Gazi, Hazret-i Ali Cenkleri veya Dânişment Gazi hikâyeleri okunurdu. Pazartesi günleri oduna gitmiyor, ikindi soh­betine katılıyor ve haftalık temizliğime zaman ayırıyordum. (s. 139)

Dergâhta sakalık vardı, ayakçılık vardı, meydancılık vardı, aşçılık vardı, peyk ve kâtiplik vardı, gûyende ve hânendelik vardı. Dervişler odunculuğu bu hizmetlerin en bayağısı olarak görüyorlardı. Benimse tek şikâyetim vardı; dağa giderek Tapduk Sultân’ımı en az gö­ren, sohbetinde en az bulunan olmak. Dergâhtaki herkes fütüvvet kaidesince erlik ve yiğitlik üzere teşkîlâtlanmışlardı. Allah denir bir meclis idi ve orada bir sultan bana hükmediyordu. O sultânım neliğimi biliyordu, niceliğimi biliyordu. Sanki bir şah, bir dilencinin hâlini bilir gibi. Günler aktıkça şah ile dilencisi arasında sırlar oluşmaya başladı. Sırlar gelince remizler, işâretler de geldi. Bâzı bâzı hal diliyle konuşulur olmuştu. Öyle zamanlardan birinde “Yâr! Yüreğim yar… Gör ki neler var!” dedim, şâ­hım, “Bu halk içinde sana güler var” diye cevapladı.” “Ko gülen gülsün, Hak bizim olsun!” dedim; “Gafil ne bilsin, Hakk’ı sever var” dedi. Çâresiz boynumu büktüm, içime döndüm, kendime yöneldim. Sanki bende değildim. (s. 142)

MÜRİD-MURAD

“Hep öyle olsun kardeşim Yûnus. Murat, sevgilidir çünkü. O’nun yolunda her mürit aynı zamanda murattır. Çünkü irâdesini murâdın eline vermiştir. Bir kör, kendisini yeden kişiyi uçurumun kenarından nasıl takip ederse mürit de murâdını öyle tâkip etmelidir. Murat olmasaydı mürit olmazdı. Allah bir kişinin mürit olmasını istediğinde, onun kalbine murâdı verir. Bu durumda Allah’ın mu­radı mürit, mürîdin muradı O olmak gerektir.” (s. 168)

BİLMEZLİK

“Hadden aşılmayacağını iyi bilirim sultânım, iyi bilirim.”

“İyi mi bilirsin? Bilmeyi hâlâ ne diye sayıklarsın Yûnus bildiğini unutmadın mı hâlâ!.. Bildim dediğini unuttuğunu, bilmek için kendini boşalttığını zannederdim ben. Bil­memeyi bilsen, güneşi bilesin diye yıldızı tanıdığını bilir­din. Bilmek yolunda yaya mı kaldın Yûnus?!. Evladım!..”

“?!..”

O günden sonra dağa taşa, kurda kuşa yeniden bilmezlik nazarıyla baktım. Çok zor oldu, ama bu sefer başardım. Hiç akıl yürütmedim, hiç kendi nefsime güvenmedim. Git­gide bilmezliğin ne huzurlu bir dünya olduğunu anlamaya başladım. Bildiğimin kesin olmadığını o vakit öğrendim ve bildiğime de -yalan olmayacak hallerde- bilmem de­menin lezzetini tattım. Çok geçmeden bilmezlik halinin bendeki beni götürmüş, benlikten arındırmış, ruhumu yı­kamış, derviş ile Rab arasındaki en kalın perdeyi, beni ve benliği ortadan kaldırmış, yalnızca bilinmesi gerekeni bil­dirmiş olduğunu anladım. Allah’ın varlığı yanında kulun, sevgilinin varlığına nispet sevenin bir varlığı veya bilgisi olamayacağını idrak ettim. Tapduk yolunda dervişe lazım olan, benlikten sıyrılmak, belki “bensiz ben” mertebesine erip her şeyini efendisine ait bilmekti. Asıl bilinmesi gerekenin Allah olduğunu kavradım. (s. 188)

“Kimisi bilmem der, bilir; kimisi bilir bilmezlenir. Kimisi bilmediğini bilmez, bilirim der; kimisi bildiğini bilmiyor zanneder. Bilmemeyi bilmekle bildiğini bilmemek aynı değildir. Kurtulanlar, bilmediğini bilenlerle bildiği­ni bilmeyenlerdir. Onlar birbirini bilir, birbirinden bilir, birbiriyle bilir. Ben dahi bildim, çünkü aşk işinde âşıkm mâşûka vuslatı cümle âşıklara âşikâr olur. (s. 195)

MÜNÂCAT

“Yücelerden yüce Tanrım, ululardan ulu Allah!.. İmdi sana sundum elim. Sensin Kerim, sensin Rahim. Senden artık yoktur emim. Bu dervişlerin halleri nedir bilmem; amma kendi hâlimi bilirim. İmdi görklü Tanrım, bir sınava tutuldum, gözlerim göğe süzüldü. Canım göğüsten üzüldü. Dilim tetiği bozuldu. Rabbim sana sundum elim. Haddimi bilirim ve benim halimi Sen dahi bilirsin. Bu der­vişler sana yakarırken her kimin yüzü suyu hürmetine dua ettilerse, sen o kulunun yüzü suyuna beni bunların yanında mahcup etme İlâhî!..” (s. 215)

HİKMET

“Hikmet,” demişti Tapduk Sultân’ım bir sohbetinde, “eşyânın hakîkatlerini bilip gereği ile iş yap­maktır. Ve yüce Allah’ı ilimlerin en büyüğü olan ilm-i ilâhî le bilmektir. Bir kimse bütün yaratılmışları bilse ama Hakk’ı bilmese ona hakîm denilmez. Bunun için Allah’ı bilen, Allah ile bilen, Allah’ta bilen, Allah’tan bilen hikmet rahipleri her ne kadar ilimden mahrum ve dili dönmez, ifâdesi kusurlu olsa, yine hakikatte hakîm ismini almaya ayıktır. Hikmet, gayb lisanını çözenlere, gönül hecesini okuyanlara açılır. Gayb dili öyle sofralar açar ki ondan niceler nasiplenir, doyarlar.” (s. 221)

ŞİİR

Şiir sözün unutulmayanıydı, ölümün elinden bir şeyler kurtarmak demekti. En güzel sözler şiir biçi­minde söylenen sözlerdi ve gök kubbenin altında en uzun yaşayan sözler de şiir kalıbına girerse yaşayabiliyordu. Bu yüzden mürşitler birikimlerini şiir söyleyerek derviş­lerine yansıtıyor ve tarîkat esaslarını şiir kalıbında muhafaza ediyorlardı. (s. 255)

KALB-HAFÂ, MERHEM

Tabiat toprak demekti ve maddeyi temsil ediyordu. Bu maddeyi içten dışa nefis, kalp, ruh, sır, hafâ ve nihâyet ahfâ adlarıyla mânâ halkaları kuşatıyordu. Toprak olan beden nefis ile yoğruluyor, bedenin iyilikleri kalp sayesinde nefse karşı koyuyor, ruh kalbin açtığı yolda yükse­liyor, bu yükseliş bedendeki her türlü sırrın -buna has­talıklar da dahil- kapısını aralıyor, hafâda sırrın sırrına erişiliyor ve nihâyet ahfâ ile sır çözülüyordu. Bu tavırlar için birer merhem belirlemiş ve hemen bütün hastalıkları bu yedi çeşit merhem ile sarmaya başlamıştım. Elbette bedenlerini iyileştirdiğim hastaların, ruhlarını da tedâvi etmek gerekiyordu. Her bir tavır için onların gönüllerinde bir vadi açmam gerekiyordu. O vâdileri de sırasıyla aşk, mârifet, istiğnâ, tevhid, hayret, fakr ve fenâ olarak tes­pit ettim. Her tavrın merhemi -hasta olmasa da-, o vâdiye yönelmekle esenlik buluyordu. Buna göre her bedenin aşka ihtiyâcı oluyor, her nefis mârifete yönelerek şifâ bu­luyor, her kalbe bir istiğnâ makamı gerekiyor, her ruhta tevhit tecellîsi zaruri oluyor, her sır hayrete düşürüyor, her fakirlik hali gizlilik gerektiriyor ve her fakrın sonu fenâya, yâni yok oluşa, belki yokluk bularak var olmaya çıkıyordu. (s. 283-284)

ZENGİNLİK-FAKİRLİK

“Yûnus ahî, Allah bizi mâsivâ ile sınıyor galiba ki, ne kadar zekât versek, sadaka dağıtsak, yolculara gariplere yardım etsek, alp erenler dergâhlarına nezir göndersek de servetimiz yine artıyor.”

“Bunun için Allah’a çok çok şükürler edelim Zâhir Ahî. Allah’a çok çok şükürler edelim! Çünkü insanın hayırla uğraşırken istediğini elde etmesi büyük bir saadettir.”

“Belî Yûnus ahî, şükürler edelim; illa ki bunca servet dervişlerin gönüllerini çelmek, onları dünya ilgileriyle meşgul etmek için biraz azalmalı değil mi? İnsanın elindekilerle yetinmesi daha büyük bir saâdet değil mi? Can huzûru ve din râhatlığı elbette fakirliktedir.”

“Öyledir, hafifletilmiş olanlar kurtulmuş olanlardır. Ben bir zaman çelebi adamlar tanımıştım; ‘Hiçbir şeye sâhip ve mâlik değiliz; her şeyin mâlik ve sâhibi Allah’tır diyorlardı. Onların yolundan gidelim ve hafifleyelim.”

“Nasıl Yûnus ahi, nasıl? Hz. Peygamber ‘el-Fakru fah­rî’ demiş, ‘Fakirliğim övüncümdür,’ buyurmuşken bizim bunca zenginliğin hakkını vermemiz nasıl olacak. Korkuyorum, acabâ Allah bizi zenginlik ile mi sınıyor?”

“Öyle de olabilir. Peki öyle olsa sen ne isterdin!?”

“Bunca zenginliğin azalmasını!”

“O halde var Allah’ın verdiği nîmete şükürde kusurlu davran, bir müddet nankörlük yoluna git. Varlığın çabucak azalır, fakirleşiverirsin.”

“İyi de Yûnus ahi, ben Bir olan ve kudreti her şeyi kuşatan Allah’a nasıl nankörlük eder, nasıl şükrümden ka­labilirim ki? Şükre alışmışım bir kez, nasıl olur da şükret­meyebilirim?!”

“Şükrü bırakamıyorsan şefkati arttır o halde; yardımı çoğalt.”

“İşte bunu yapabilir, yarından tezi yok elimde her ne var ise, şükür için dağıtabilirim.” (s. 288-289)

KURAKLIK-MÂNEVÎ BEREKET

Gezdiğim her yerde, gönül dostlarıyla sohbetler ettim, her sohbetten ayrı bir lezzet aldım. Bozkırda yıllarca yazın kuraklık çekilmiş, kışın top­rağı kar örtmüş, bir ağaç meyve vermemiş, bir tarlada ot yeşermemişti. Meğer coğrafya, meyve yerine gönül yetiş­tirmiş, bütün o maddî imkânsızlık ve kuraklıklar mânevî fidanların yeşermesi içinmiş. Yesevî dervişleri dünyadan bir bir çekilip gitmişlerdi, ama Anadolu’nun öz ve özlü fidanlarından gönül erleri gelmişti. Bozkırda şeriat ve tarîkat kıvama ermiş, mârifet ve hakîkat çağı başlamışı. Gayret ve hikmet parıldadıkça parıldıyordu. İnsanın omuzundaki en ağır yük câhillikti, artık bozkır insanı bunun ayrımına varmıştı. (s. 309)

TEBESSÜM

Hele ters bakışlı bir tanesi vardı ki nefsime yenilsem yüzüne karşı “Ah benim delikanlı evladım, ah benim gönlü dara­cık yiğidim. Çehreni tebessüme alıştır, hoşuna gitmese de katlanırken sadaka verircesine gülümse. Yoksa derviş olamazsın. Bağrında baş gerek evladım, gözün dolu yaş gerek. Dövene elsiz, sövene dilsiz kadar gönülsüz gerek evladım! Azıcık gülümsesen ne olur?” diyesim geldi. (s. 329)