Birisi
Daha önce kendisiyle konuşmamızda eğer tüm Dünya insanları karşında olsa ve onlara bir mesaj vermen istense ne derdin diye sormuştum. O da düşüncelerini derleyip toplayıp yazmış ve yazının altına da birisi demiş.
Birisi demesi de hoş. Varlığın yoklukta olduğunun farkındalığını içeriyor. Bakalım neler söylemiş:
“Bir merdivenin önünde duruyorsunuz… Beş ya da altı basamaklı bir merdiven. Bu merdiven, az sonra konuşma yapacağınız sahneye sizi çıkaracak olacak merdiven. Sahne çok büyük değil ama sahnenin açıldığı meydanda büyük bir kalabalık toplanmış. O kadar büyük bir kalabalık ki bu…Bakıyorsunuz ama ucunu bucağını göremiyorsunuz…Önünüzde bir mikrofon var, az sonra söyleyecekleriniz tüm dünya televizyonlarında yayınlanacak, yarın tüm gazeteler sizin söylediklerinizi yazacak…Evet, biraz sonra bu merdivenlerden bu sahneye çıkacak ve tüm dünyanın dinleyeceği sözleri söyleyeceksiniz. Eminsiniz. Onlara ne söylerdiniz? Hemen şimdi… Size düşünmek için 10 saniye. İşte ordasınız ve sahne sizin. Buyurun..
Bugün birkaç arkadaşımı aradım, fikrini önemsediğim, beraber çay içtiğim, evinde uyuduğum, ekmeğini yediğim velhasıl hemhal olduğum. Sonra, saçımı okşayan teyzeme, saçımı kesen berbere, yüzünü daha önce hiç görmediğim insanlara sordum ‘Sahne sizin, tüm dünyaya ne söylerdiniz?’ Telefondaki henüz 19 yaşındaki sesin sahibi olan gence de yönelttim aynı soruyu. Önce “ Ben bu dünyaya neden geldim ki? Dünyanın bana ne ihtiyacı var?” dedi. “Peki, senin neye ihtiyacın var? Bu dünyada…” diye sordum. “Merhamet” dedi ve sonra ekledi ses: “Sevgi…”
Bir başkası geç kalmaktan bahsediyordu, ” Geç kalmamalı derdim ben.” dedi. “Sevdiklerinize sevdiğinizi hemen söyleyin. Yapmak istediklerinizi şimdi yapın. ‘Ya şimdi bunu söylersem ne olur?’ diye diye hep erteliyoruz, sonra da pişman oluyoruz. Güzel olanı bile bile yapmıyoruz kim bilir. Belki de ‘Ya şimdi bunu söylersem ne olur?’ yerine, ‘Ya sonra söyleyemezsem ne olur?’ diye sormaktır doğrusu.”
Korkmaktan bahsediyordu insanlar. Korkulardan… ” ‘Korkmayın!’ ” diye bağırarak başlardım konuşmama.” dedi bir arkadaşım. “Hiçbir şeyden korkmayın. İşinizi kaybetmekten, paranızı kaybetmekten, hatta canınızı kaybetmekten korkmayın.”
“Korkuyor musun?” diye sordum.
“Çooook” dedi. Ve ekledi: “’Şimdi zamanı değil. Hele şu şartlar bir yerine gelsin’ yahut ‘Beni ret etmeyeceğini bir bilsem…’ gibi nedenlerle ertelemek ya da korkmak. Aslında ertelemenin özünde de korku var gibi. Kendini güvence altına alma isteği. Bir yandan içimizde müthiş bir enerji olduğunu hissederken, diğer yandan bu enerjiyi kontrol etmeye çalışıyoruz sanki. Bu enerjinin ya da sevginin dışarıya çıkmasını engelleyen ise bu dünya ile ilgili korkularımız gibi. Aslında dünya korkusunun temeli sahip olunanlar ya da olma ihtimali olanlar. Ama nedense makam, mertebe, kimlik ya da para gibi sahip olduklarımızı kaybetme ve onlara sıkı sıkıya yapışma, daha başka nelere sahip olduğumuzu, ya da olabileceğimizi hiç düşünmüyoruz sanki. Marketteki indirimlerde yakaladığımız ürünleri, kaybetme korkusuyla hemen alıyoruz ancak bir süre sonra bunlar bizi tatmin etmiyor. Halbuki büyüklerimiz yüzyıllar önce nasıl yapmalıyız, neleri yapmalıyız bize söylemişler.
İnsanın mizacı toprak yemeye alışırsa rengi sararır, kötüleşir. İnsan hastalanır, düşkün bir hale gelir. Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider, yüzü çırağ gibi parlar. Dadı, süt emer çocuğunu türlü, türlü nimetlerden gıdalandırır. Ama çocuğunu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçelerin, bostanların yolunu açar. Çünkü meme, o zayıf çocuk için binlerce nimetlerin, binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin hicabıdır.
İnsan, ana karnındayken kan emer, varlığı kanladır, bedenin nesçi kanla vücut bulur. Kandan kesilince gıdası süt olur, sütten kesilince lokma yemeğe başlar. Lokmadan kesildi mi Lokman kesilir, gizli matluba talip olur. Ana karnındaki çocuğa birisi dese ki: Dışarıda pek düzgün, pek güzel bir âlem var. Boyuna, enine geniş bir yeryüzü… orada nice nimetler var, nice sonsuz yiyecek şeyler.
Çocuk, kendi haline bakıp bunları inkâr eder, bu elçilikten yüz çevirir, kâfir olur. Olmayacak şey, hileden, yalandan başka bir şey değil, der. Kör adamın vehmi, bunu anlamaktan ne kadar uzak! (Mesnevi.3.44-60)
Bugün aradığım bir dosta aynı soruyu sorduğumda aldığım cevap beni titretti. Şöyle dedi “Ey insanoğlu titre ve kendine gel” Kendini hatırla. Vücudundaki damarların ve sinirlerin bu dünyayı defalarca sarmalıyor. O zaman şu kimliklerden kurtul da, sığma bu dünyaya, aş sınırlarını. Bu kimlikleri bir yere bırakıp kişilikleriyle dünyanın her yerinde dolaşan insanlara tanık oldu. Belki sayıları fazla değil ama olmuş olması, olabileceğine delalet. Onların yolu sevgiden geçmişti. Sınırsız sevgiden; kaplara, kimliklere, bedenlere, masalara, binalara, arabalara, diplomalara sığmayan sevgiden. Sevdiğini söylemekten, yaşamaktan, yaymaktan utanmayan ve bunu ertelemeyen kişilerdi bunlar…Hz Mevlana da kendi yazdığı o eşsiz ilk 18 beyitte bu durumu çok anlatmıyor mu.
“Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu. Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey pak ve mübarek olan insan – ı kamil; hemen sen var ol…”.
O zaman bizi her gün ertelemeye zorlayan korkularımızdan, bugün o gündür diyip kurtulmaya başlamanın zamanı. Çünkü günler geçtikçe ve biz erteledikçe korkularımız sanki daha da büyüyor. Ve korkularımız büyüdükçe içimizdeki keder de daha fazla artıyor.
Veda hutbesinde Hz.Peygamber( sav) tüm dünyaya seslenmek için çıkmıştı ve tüm insanlığa seslenen son peygamberdi ve sözlerine şöyle başlamıştı;
“ Ey insanlar ; sözlerimi iyi dinleyiniz ! Vallahi bilmiyorum. Belki de şu durduğum yerde, bu yılımdan sonra sizinle bir daha buluşamayacağım…Sözlerimi iyice dinleyip ezberleyen kişiye Allah rahmet etsin. Belki anlayan anlamayana iletip anlatır. Anlayan da belki daha anlayışlı olana iletir..
Birisi…”
#Faik Özdengül