Derdimizi anlatabileceğimiz dostlar -2
Kadir Özköse
Tavşan, arslanın yanına varmaktan gecikince, arslan küplere biner. Öfkeli bir şekilde konuşmaya başlar: “Arslanla pençeleşen o tavşan gibi. Onun ruhu, nasıl olur da küçücük cüssesine lâyık olurâ “ Ruhu suret âlemini aşan kişiler, arslanı alt eden tavşan gibidir. Arslan ile pençeleşmeye kalkışan tavşanın ruhu, arslana nazaran oldukça küçük olan bu surete sığan bir şey değildir.
Arslan av hayvanlarının sözlerini gulyabaniye benzetmektedir:
“Arslan, öfkeli bir hâlde diyordu ki: “Düşman, kulağıma aldatıcı sözler söyledi de, benim gözümü bağladı. Cebrî olan o hayvanların hileleri beni bağladı. Onların sahte kılıçları bedenimi yaraladı. Bundan sonra ben, artık, onların riyakâr sözlerini, aldatıcı bağrışmala-rını dinlemem, o seslerin hepsi de şeytan sesleri, gulyabânî sesleri.”
Gul; çölde insanın karşısına çıkan ve onu şaşırtıp helâkine sebep olan bir yaratık olarak kabul edilmektedir. Gul”ün mevcut olmadığına dair hadis-i şerif bulunmaktadır. Yalnız yolculuk yapan kişilerin bu tür şeyler görmesi, vehimlerinin tecessümünden ibaret sayılmaktadır.
Burada Mevlânâ, söz ve beden dili ile gerçekleşen iletişimin etki sahasına değinmektedir:
“Onları dost sanma, parçala ey gönül! Postlarını yüz; zaten onlar posttan başka bir şey değildir. Deriden maksat nedirâ Renk renk lâflar… Su üzerinde daimî olmayan köpükler gibi çeşit çeşit sözlerdir. Söz deri gibidir, mânâ da onun içindeki. Söz beden misali ve mânâsı da bu tatlı candır. Kötü olan iç”in ayıbını deri örter; iyi olan iç”i de gayret dolayısıyla Gayb âlemi.”
Sözün iletişimdeki etkisi sadece % 7 oranındadır. Gerisi tonlama ve vücut dilidir. Vücut dili iletişimde % 60 oranında rol oynar. Beden dilinin en önemli özelliği ise söylediğiniz şeylere bütün varlığınızın şehadet eder hale gelmesidir. Bu bakımdan içteki sırdan yoksun iletişim, sözle gerçekleştirilen bir iletişimdir. Ne kadar iyi olursa olsun, içi olmayan sözler, içi olmayan yaldızlı kabuğa benzer. Dolayısıyla sadece sözle kurulan bir iletişim, son derece eksik bir iletişimdir. Söz manayı aktarmada yetersiz bir formdur. Ancak sözden başka ondan çok daha genel bir iletişim aracına da sahip değiliz. Diğer yandan söz, içi ve özü örten bir post veya kabuk gibidir. Bu kabuk kötü olan özün ayıbını dışarıdan gizlediği gibi sağlam olan özü de ehil olmayanlardan gizler. Ehil olmayanların ona ulaşmasına engel olur. Yani hakikatin ehil olmayanlardan gizlenmesini üstlenen kabuklardan biri de sözdür.
Fındık, ceviz ve badem gibi meyvelerin kabukları, içlerindeki yemişi gözlerden saklamaktadır. Kabuk, içindekinin çürük veya sağlam oluşunu örtmektedir. İnsanın sözü de kendisinin kabuğu mesabesindedir. “İnsan dilinin altında gizlidir.” ifadesine göre kişi sözünün arkasında gizlidir. O sözün sakladığı insanlardan bazılarının içi çürük meyve gibidir. Böylesi kişilerin sözü kendisinin çürüklüğünü örtmektedir. İçi sağlam yemiş gibi olanların sözü ise ehil olmayanların istifadesini engellemektedir. İnsanın sözüne ve dış görünüşüne değil özüne, içine ve mana derinliğine itibar edilir. Sözünün anlam ve ruhu olmayan kişiler içi olmayan kabuklar mesabesindedir.
Kişinin hem sözü hem de hem de özü ile değer kazanması, tasavvufî ile gerçekleşir. Tasavvufî tecrübe sonucunda kişi kendi hakikatini idrak etmeye başlar:
“Kalemin rüzgârdan, kâğıdın sudan olursa ne yazarsan derhal yok olur. Mânasız söz, su üstüne yazılan yazıdır. Ondan vefa umarsan iki elini ısırarak dönersin (pişman olursun). Rüzgâr, insandaki hevâ ve arzudur. hevâ ve hevesten geçersen Tanrı”nın haberi kalır, ondan haber alırsın.”
İnsan ve eşyanın hakikati Hak”tır. Her insanın kendi hakikatini örten, kendi bedenidir. İnsanın beden yapısında nefsânî güçleri gizlidir. İnsanın nefsânî güçlerinden kaynaklanan hevâ ve heves rüzgârları, kendi hakikat ve hüviyetinin perdesidir. İlahi emirlere ve nebevî sünnete ittiba ile kişi bu hevâ ve heves rüzgârlarının esmesine mani olduğu zaman, saf ve temiz olan kendi hakikatini idrak eder. Artık ona gelen telkinler ancak Hû”nun, yani ilahi hüviyetin ilham ve haberleridir.
İnsanın hevâ ve arzularıyla yaptığı işler, rüzgâr kalemiyle su üstüne yazılan yazıya benzer. Dolayısıyla halkın hevâ ve arzularıyla yaptığı eylemler, geçici olup kalıcılığı yoktur.
O hâlde yapılması gereken, insanın hevâ ve arzusunu tespit etmektir. hevâ ve arzularımızın farkına varıp bunlardan kurtulmamız gerekecektir. Özü itibariyle iyi olan ve hevâsından kurtulan insanda kalacak olan Allah”ın insan doğasına koymuş olduğu standartlardır. Hevâsını ortadan kaldıran kişiler amellerini ebedileştirip tesirli hâle getireceklerdir. Tasavvufî tecrübe de insan doğasının evrenselliğine dayanmaktadır. hevâsından sıyrılan ve kendi özüne yönelen kişiler haberi Allah”tan alır hale gelirler.
O zaman ilham ve vesveselerin alâmet-i fârikası nedirâ Mevlânâ şöyle cevap veriyor:
“Hakk”ın sözleri gerçektir. Evvel ve âhir, Kadîm ve Dâim olan O”dur.”
İlahi ilhamlar çok latif olup ilahi hüviyetten gelen mânâlardır. Bunlar asla değişiklik göstermez, daima sabit ve kararlıdırlar Nefsânî güçlerimizden gelen telkinler ise daima fırıldak gibi döner ve daima birbirine aykırı olup yok eder. Asla sabit ve kararlı değillerdir. Onların bu farklılık ve çatışmaları kalb ve ruhlara kasvet verir.
Nefis ehli ile mana ehli bir olamaz. Cihan sultanları ile mana sultanları eşdeğerde değildir. Peygamberleri cihan padişahlarından farklı kılan nice nitelikler vardır. Mevlânâ bu duruma şu şekilde dikkat çeker:
“Cihan padişahlarının hükümleri daimî değildir, Peygamberlerin hakimiyeti ise ebedidir. Çünkü padişahların büyüklüğü nefis arzularındandır. Peygamberlerin yüceliği ise Tanrı vergisidir. Paralara padişahların adlarını kazırlar; Ahmed”in adını ise kıyamete kadar hâkkederler. Ahmed”in adında bütün peygamberler mevcuttur. Yüz sayısında doksanın bulunduğu gibi.”
Padişahlar adına okunan hutbeler, onların iktidar ve otoriteleri saltanatlarıyla sınırlıdır. Biri gider, yerine diğeri gelir. İktidar süreleri bitince ne hutbelerinden ne de riyasetlerinden eser kalır. Fakat peygamberlerin hutbe ve riyasetleri böyle değildir. Biri giderse yerine gelen onun nâmını ve önderliğini de beraber getirir. Nitekim Kurân-ı Kerim”de şöyle buyurulmaktadır:
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. “Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır” dediler.” (Bakara, 2/285)
Bir kimse giden peygamberi tanımazsa geleni de inkâr etmiş olur. Aynı şekilde geleni tanımayan da gideni inkâr etmiş olur. Fakat padişahlar böyle değildir. Gelenin saltanatında artık gidenin adı zikredilmez.
Padişahların debdebe ve saltanatı, nefislerinin hevâsına dayanmaktadır. Kendi otorite ve gururlarını tatmin için insanları öldürürler. Onlar su üzerine yazılan yazı mesabesindedirler. Dolayısıyla iktidardan düştükten sonra debdebe ve şevketleri söner. Fakat peygamberlerin haşmeti ve hükmü Allah”a dayanır. Onların rehberlikleri Allah”ın emir ve nehyini tebliğ maksadına dayandığı için haşmet ve saygınlıkları, Allah ile kaimdir, asla değişim kabul etmez.
Hükümdarları değişen milletler, bastırdıkları paralarının üzerindeki eski sultanların adını değiştirirler. Fakat peygamberin sonuncusu olan Ahmed (s.a.v.)”in mübarek adını inananlar, sonsuza kadar ezanlarda, hutbelerde, minarelerde, namazlarda, Kur”ân”da ve salavât-ı şerifelerde daima zikretmektedirler.
Ahmed (s.a.v.)”in nâm-ı şerifi, bütün peygamberler kafilesinin nâm-ı şerifidir. Çünkü âhir zaman nebisi ve peygamberlerin sonuncusu olup kendinden önce gelip geçen peygamberlerin hutbelerini ve riyasetlerini kendinde toplamaktadır.
Nitekim âyet-i kerimede bu hakikat şu şekilde beyan edilmektedir:
“Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine (peygamber) seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.” (Şûrâ, 42/13)
Mevlânâ, insanın doğasında bulunan manevi ilkelerin etkileyiciliği ve ebediliğini örneklendirmek için peygamberlerle dünya padişahlarını kıyaslamaktadır. Birinin padişahlığı hevâdan, yani tahakküm etme hırsından beslenip fani olan dünyaya bu aitken, diğerinin padişahlığı ebedi ve diri olan Allah”a dayanmakta ve etkisi de onun gibi ebedi olmaktadır. Peygamberler manevî ilkeler doğrultusunda hareket ettiklerinden, etkileri de sürekli olmaktadır. Bu açıdan manevi ilkelere riayetle yaşayanların etkileyiciliği daha sürekli ve daimidir.