Dinle Ney’den…
Zehra Kıran
Bisnev in çün hikâyet mikuned;
Ez cüdayiha şikayet mikuned!
Gözlerini araladı usulca. Hava soğuktu, üşüyordu. Etrafta bin bir ses vardı şimdi ama ayırt edemiyordu. Tanıdık bir şeyler arıyordu yalnızca. Tanıdık bir ses, bir nefes… Nafile! Etraf karanlıktı, sesler karışık. Belki bu bir rüyaydı, biraz sonra uyanırdı, biterdi bu karanlık. Bir kuğu son şarkısını söylerdi ansızın, sonra göçüp giderdi, hatıralarını bırakırdı sazlıkta. Onu hiç unutmazlardı kamışlar. İçlerine işlerdi o son şarkı, birbirlerine onu fısıldarlardı.
Geceydi, soğuktu… Nerede olduğunu bilmiyordu küçük kamış. Biraz sonra uyanmak için dua ediyordu içinden. Oysa çok geçmeden anladı; koparmışlardı onu kendine vatan bildiği yerden. Üstelik “Son Şarkıyı” da söyleyememişti kuğular misali.
Öylece dururken oracıkta kim bilir kaç zaman, sesiz sedasız kimse gelip sormadı o, kamışa, “nasılsın?” diye. Canını çok acıttı bu yalnızlık. Acaba anlamışlar mıydı yokluğunu sazlıkta? Yalnızlık nede kötü acıydı! İçini bir burukluk kaplamıştı. Ağlamıyordu bir yerde bir şeyler düğümlenmişti sanki. Anlatamıyordu, burada kimse kamışların dilinden anlamıyordu üstelik! Suskunluğun türküsünü söyledi içinden acı acı. Bir gece vardı bir de kamış… bir duysa şu insanlar ağlarlardı kim bilir; ama şimdi suskundu. Sessizliğe yayıyordu ayrılığın türküsünü
birden…
birinin gölgesini gördü az ötede. Elinde bir kaç parça bir şey dikiliverdi kamışın önüne. Aldı ellerinin arasına, evirdi çevirdi. Yüreğinden tuttu onu oracıkta. Tam da ayrılık türküsünü söylediği yerden. Anıların, o son şarkının saklandığı yerden. Bir sıcaklık hissetti kamış, adamın elleri arasında. Bir yanık kokusu… Hasreti közleyip dağlamışlardı yüreğini kamışın! Bağrı yandı o an, gözyaşları söndürmedi ateşi. Dili de yoktu ki anlatsın, ayrılıktan büyük dağ mı var? Bu yanık neylesindi yüreğine? Rabbini düşündü işte o an. “Yalnızlık Ona mahsus”. Geldiği yer O’nun, gideceği yer O’na ait. Sabır diledi Rabbinden, sabır ve uyanış. İçteki acıları düşündü, yalnızlığını, “gaflete düşmekten sana sığınırım Ya Rab!”
Ve açıldı üzerine birinci delik…
Oyuldu öylesine içi. Boşmuş içi o an anladı. Boşmuş, hem de bomboş… Rab’den bir nefes olmadıkça neye yarasındı. Olgunluk koydu adını düşünürken. Olgunluk olsun bu deliğin adı. Rabbin nefesinden bir nefes üflese şu kamışa, bu delik olgunluğu anlatsın insanlara! Ayrılsa da şu küçük kamış vatanından. İsyan etmedi, hayasından! Hasretin pişirdiği duyguları haykırsın. Haykırsın, haykırsın, haykırsın… Ve öylece ağlatsın duyanları… Ve uyandırsın uykudan gaflete saplananları…
İkinci delik geldi ardından…
Uyanıştı sanki buradan çıkacak sesin adı. Daha inceydi ve daha diri! Duyanların titretirdi yüreğini. Kamışın uyanış hikayesiydi, uyanıştı, gaflettekilerin uyanışı.
Üçüncü delik, dördüncü, beşinci…
Nice nağmeler saklı kamışın içinde. Nice sesler, nice hikâyeler, ağıtlar, mersiyeler… Ve bu hikâyenin içinde en yücesi şimdi ses buldu o içindeki boşlukta: Rabbin Aşkı! Ve bunu dinleyenler elbette mest olacaktı. Bu nağmeyi işitenler büyülenecekti âdeta. Kamışın meziyeti değildi elbet. Kamışın bestesi de değildi, yüreğinin sesi hiç değildi… Hatıralardan kopup gelen bir nağmeydi seslerle varlığa bürünen. Kuğunun son sarkışıydı bu, Kuğunun ilahi senfonisi.
…Dokuzuncu merhaleye ulaştı nihayet. Canını acıtmamıştı o adam. Bir bir içindeki cevheri salıvermişti sanki onun vesilesiyle dışarı. Şimdi ayrılığın türküsünü içine akıtmayacaktı artık.
Rabbin nefesinden bir nefes üfleyince, kamış söze Onun adıyla başladı. Sonra inceden söyledi hikâyesini;
Bisnev in çün hikayet mikuned;
Ez cüdayiha şikayet mikuned!
(Dinle neyden nasıl hikâye etmekte Ayrılıkları dile getirmekte)
İnsanlar dinledikçe ağladı; dinledikçe coştular habersizce ve güfteler yaptılar bu o yanık ezgisine. Nice efsaneler dolandı dillerde; ayrılıkları anlattı sermest olanlar. Duyan için Yaradan’ı hatırlamanın vesilesi oldu bu kamışın sesi. Dinleyenler yalnız hatırladı O’na dönüşü, O’nda kayboluşu, yaşandı insanlarda O’na dönüş hevesi. Duyan şükürlerle tanıştı, ruhunda gördü uyanışı. Niceleri toprakla bir olup kavuştu cennetine, kimileri gökyüzünü mesken etti kendine. En çok ney’in hikâyesi yaraladı gönülleri. Dilden dile dolandı Ney’i anlatanın dizeleri…
Asırlar sonra bile her duyduğunda ürperdi duyanların gönülleri İlahi Aşka! Tekrar tekrar âşık oldu insanlık Yaradan’ın esma-ül hüsnasına! Bir mesneviydi bir eşi daha yazılmadı, yazıldı tüm satırlar Allah aşkına! Unutuldu gitti kamış. Bir ad kaldı dillerde. Adına Mevlana dedi ve bu adla küçük kamış bir yeni ben buldu kendine. Ayrılığın türküsünü, insanın hikâyesini besteledi bizar gönüllere. İzin yoktu ki yazılsın kamışın hikâyesi bir daha; tükenmişti tüm kafiyeler, tükenmişti dizeler, mısralar, manzumeler… Baki kalan gök kubbede kayıp giden yıldız imiş meğer. 0 bitirince mesneviyi hayadan sustu diller. Adı efsane, gönüllere esenlik ve sesi yüreklerde her acıdığında çalan nağme. Bitince mesnevi can buldu insaniyet mektebi…
Anlamaz olgun adamın halinden ham adam,
Söz az ve öz olmalı, vesselam…
Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı
#Zehra Kıran