Dört Kuşu Boğazla – 2
Cihan Okuyucu
Şehvet
2. Horozun Halleri
Kesilmesi gereken ikinci kuş olan Horozun kusuru şehvetperest oluşudur. Mevlânâ şehvetin ve kadın düşkünlüğünün insanların ayağını kaydırma konusunda şeytana verilmiş en önemli kozlardan biri olduğunu şöyle bir kıssayla anlatıyor:
İblis lanetlenip cennetten çıkarılınca insanlardan intikam almak istedi ve Cenab-ı Hakk’a:
– Halkı avlayabilmem için bana kuvvetli bir tuzak ver, dedi. Cenab-ı Hak ona; altın, gümüş ve at gibi şeyler göstererek:
– Halkın aklını çelmek için bunlardan istediğini al, buyurdu. İblis:
– Bunlar da hoş ama tuzak yemi olarak daha tesirli bir şeyler olsa, temennisinde bulundu. Hak Teala bu sefer ona tatlı ve yağlı yemekler yemek, kat kat giyinmek gibi imkanlar gösterdi. İblis bundan da fazlasını isteyince kendisine içki ve çalgı silahları verildi. Bu isteme verme faslının en sonunda erkekleri tuzağa düşürmek üzere kadın güzelliği gösterilince İblis sevincinden oynamaya başladı ve:
– Ya Rabbi! İşte aradığımı şimdi buldum. İnsanın aklını başından almak için bu mahmur gözler, gönüller yakan bu al yanaklar, bu yay kaşlar ve kor dudaklardan daha iyi silah bulunmaz, dedi. (5/38)
Şimdi de şehvetin insanı ne gibi tehlikeli hallere düşüreceğine örnek olmak üzere Mesnevî’de yer alan hikâyelerden birkaçını aktaralım:
Nasuh Tövbesi
Sesi ve görünüşü bakımından kadına benzeyen Nasuh isminde şehvet düşkünü bir delikanlı vardı. Nasuh, görünüşünden istifade ederek kadın hamamında tellaklık yapardı. Mesleğinde pek de becerikli olduğu için padişahın kızları da dahil bütün gümüş bedenli güzelleri o yıkar, o ovalardı. Birkaç kere kendi kendine bu işi bir daha yapmamak üzere tevbe etmiş, ama şehvetine söz geçiremediği için her seferinde tevbesini bozmuştu. Nasuh bir gün ağzı dualı birine gitti ve ondan dua taleb etti. O arif zat Nasuh’un sırrını anlamıştı. Gülümsedi ve:
– Cenab-ı Hak o şeyden seni tevbekar kılsın, dedi. Bu makul dua hemen yedi kat göğü aştı ve Nasuh’a hidayet yolunu açtı. Ama nasıl bir hidayet! Bir gün Nasuh yine hamamda işini yapıyordu ki birden bir telaştır koptu. O sırada içerde olan padişahın kızı bir incisinin kaybolduğunu farketmişti. Hamamdaki görevli kadınlar kimsenin kaçmaması için hemen kapıları bacaları kapattılar ve telaşla kayıp inciyi aramaya koyuldular. Bütün bu tedbirler beyhude çıktı ve inci bulunamadı. Bunun üzerine kızın dadısı içerdeki herkesin soyunmasını emretti ve üstlerini tek tek aramaya başladı. Dadı herkesin ağzına, kulağına ve mahrem yerlerine bakıyor inciyi bulmaya çalışıyordu. Ölüm korkusuyla beti benzi atmış olan zavallı Nasuh bir köşeye sığınmış içinden niyazlar edip durmadaydı:
– Ya Rabbi, kaç kere sen bana tevbe fırsatı verdin ama ben hepsini bozdum ve bu hallere düştüm. Keşke anam beni doğurmasaydı, ya da bir aslan beni paralasaydı da ölümden bin beter olan bu duruma düşmeseydim. Şimdi eğer Settar isminle benim bu su- çumu örter ve bana son bir fırsat verirsen andolsun ki bir daha böyle uygunsuz bir işe kalkışmam. Bin kere tövbeler olsun, ya Rabbi, ya Rabbi!”
O böyle gözünü kapayıp niyaz ederken birinin şöyle seslendiğini duydu:
– İnci, bakılan kimsenin üzerinden çıkmadı. Peki Nasuh nerede, bakılmadık bir o kaldı! Aslında görevliler ta baştan beri inciyi onun çaldığını düşünmüşlerdi. Zira kıza daima hizmet eden oydu. Ama hanım sultandan çekindikleri için onu en sona bırakmışlardı. Bu sözleri işiten Nasuh’un artık dizinde derman kalmadı ve çökmüş duvar gibi yığıldı. Sanki ruhu bedeninden, aklı başından uçmuştu. O böyle aciz kalınca da ilahi rahmet denizi dalgalandı ve çare yetişti. İçeriden:
– Müjde, müjde inci bulundu, diye bir ses geldi. Bir anda hamam sevinçli kahkahalar ve el çırpmalarıyla doldu. Nasuh’un çıkan canı da sanki yeniden yerine geldi. Arayıcılar kendisinden şüphelendikleri için gelip özür dilediler, ellerini öptüler. Nasuh onlara:
– Hayır, hayır! Benden özür dilemenize, helallik istemenize gerek yok, zira sandığınız şey benim kötülüğümün yüzde biri bile değil. Ama Cenab-ı Hak bildiği suçlarımı Settar adıyla örttü. Sanki bir kuyuda idim de ahımın ipiyle beni yukarı çıkardı. Adımı temizleyip karalanmışlar defterinden sildi. Ey Rabbim, şükür ve minnet sanadır, dedi.
O sıra bir görevli gönül almak için geldi ve:
– Padişahın kızı kendisini yine senin yıkayıp ovalamanı istiyor, senden başkasına razı değil, dedi. Tevbe kabul edilmişse tevbekar onun tadını alır ve samimi olarak pişman olur. Hakikaten pişman olan Nasuh da o görevliye dedi ki:
– Var yürü bir başkasını ara. Bu mihneti gördükten sonra ancak eşek olan o tarafa adım atar. (5/89)
Kusur elbisesi kimseye yakışmaz şüphesiz. Ama bazı kusurlar var ki bazılarının üzerinde daha bir çirkin daha bir iğreti durur. Şehvetin de ihtiyarlara yakışmadığı gibi:
İhtiyarın Şehveti
Doksan yaşında beli bükülmüş, saçları kar gibi ağarmış bir kocakarı vardı. Dizden dermandan kesilmişti ama hala koca ve süslenme merakı geçmemişti. Mevlânâ’ya göre insan kocalıp da kâmil olmamışsa kocakarı adına o zaman müstahak olur. Onun ne malı, ne sermayesi, ne de itibarı vardır. Böylesi; dilsiz, kulaksız, gözsüz, akılsızdır; güzelliği yoktur ki nazı çekilsin. Kat kat soğan gibidir; hangi zarı çekilse alttaki daha beter kokar. Böylesi ihtiyarın hali şu nüktedeki evin durumuna benzer:
Amelsiz İhtiyar Neye Yarar
Bir dilenci bir evin kapısını çaldı ve çıkan ev sahibine taze bayat ne varsa bir parça ekmek istedi. Ev sahibi:
– Burayı fırın mı sandın? Ekmek burada ne gezer, dedi.
– Allah Allah, bir evde hiç ekmek olmaz mı! Bari azıcık iç yağından ver.
– Ne yağı! Burası kasap dükkanı değil.
– Demek o da yok. Hiç olmazsa bir parça un versen…
– Sen bu evi galiba değirmen sandın. Burada un da yok.
– Tamam, tamam. Bir bardak soğuk suya da razıyım.
– Su mu? Burada ne ırmak var ne de havuz. Böylece her ne istemişse hayır cevabı alan dilenci şalvarını çözüp evin bir köşesine abdest bozmaya kalktı. Ev sahibi:
– Hey, hey delirdin mi, ne yapıyorsun! deyince beriki:
– E, madem ki yiyecekten içecekten hiçbir şey yok, burası olsa olsa bir viranedir. Viraneler de abdest bozmaya yarar, dedi. (6/48)
Mevlânâ, bu viraneye benzer içi boş ihtiyarlara hitap ederek diyor ki: Sen doğan değilsin ki bir padişahın kolu tüneğin olsun. Nakışlarla süslü bir tavus değilsin ki zevk sahiplerini gözlerinin nurlandırasın. Tatlı sözlü bir papağan değilsin ki dinleyenlerin hoşuna gidesin. Aşık bir bülbül değilsin ki bağlarda bahçelerde inle- yesin. Hüthüt değilsin ki haberci olasın, leylek değilsin ki yükseklerde dolaşasın. O halde sen nasıl bir kuşsun, neye yararsın? Kim seni ne için alıp, satsın, beslesin? Bu hileli dükkandan geç de “Hak satın alır.” dükkanına gel. Eksikliğinden kimsenin bakmadığı o kumaşı O kereminden satın alır. Zira onun kâr etmek gibi bir maksadı yoktur.
Demek oluyor ki insanlar nezdinde itibardan düşen ihtiyarın amacı kendini Hakk’a beğendirmek olmalı.
Kocakarı Hikâyesine Devam
“İşte bu gerçekten gafil erkek avcısı doksanlık kocakarı, yüzünü süslemek için her ne sürdüyse para etmedi. Sofra bezine benzeyen yüzünün kırışıklarını kapatmaya ne boya yetti ne allık. Bunun üzerine eline bir makas bir de tezhipli Kur’ân-ı Kerim alıp tezhipleri kesmeye ve tükrükleyip tükrükleyip kırışıklarının üzerine yapıştırmaya başladı. Fakat çarşafını başına geçirirken yapıştırdığı bütün tezhipler dökülüyordu. Acuze tükrükleyip tutturdukça kâğıt parçaları durmadan düşüyordu. Kadın nihayet bunaldı ve:
– Hay kör şeytan, sana yüz binlerce lanet, dedi. Adı söylenir söylenmez İblis onun gözüne görünüp dedi ki:
– A kahpe, benimle alıp veremediğin ne! Bu iblisliğimle ben ne senin yaptığını yaptım ne de bir yapanı gördüm. Bana lanet ediyorsun ama sen tek başına yüz şeytan ordusuna bedelsin.”
Efendim, hikâyenin birbirinden farklı birkaç mesajı var. Bunlardan biri insanın yaşlandıkça durulacağı yerde daha fazla azması, şehvetine mağlup olması. Diğeri ise aşağılık kimselerin Kur’ân’ı ve hikmetli sözleri bile kendi kötü emellerine alet edebildikleri hususu. Mevlânâ böyle davrananları kınayarak -mealen- şöyle söylüyor:
“Ey mukallit! O kocakarı gibi sen kötü bir çığır açtın ve pis yüzünü süslemek için Kuran süslerini (ayetlerini) çaldın. Kendini beğendirmek için yüce erlerin sözlerini kullandın. Ama aslın güzel olmadıkça böyle iğreti şeylerle sana bir tazelik ve güzellik gelmez. Nasıl ki ağaca yapıştırsan da kesik dal meyve vermez. Ölüm çarşafı açılınca bütün o sahte süslerin bir değeri yoktur. Ey kocakarı, sen kaderinle cedelleşme. Mademki yüzünün güzelleşmesine imkan yok onu ister kırmızıya boya, ister karaya! En iyisi sen sineni cilalayıp parlatmaya ve Hakk’a beğendirmeye bak.” (6/47)
Nasıl oluyor da bir yaşlı onca bilgi ve tecrübesine rağmen şehvetine zebun oluyor? Demek ki şehvet gelince ne tecrübe işe yarar ne de insanın doğru ile yanlışı seçme cihazı olan aklı kalır. Okuyucudan özür dileyerek nakledeceğimiz aşağıdaki hikâyede Mevlânâ şehvetin gücü ve karşılıklı oluşuna ilginç bir örnek veriyor.
Gebe Kalma
Zengin bir tüccar evlenme çağı geçmekte olan güzel kızını fakir biriyle evlendirmişti. Ancak evermeden önce kızına sıkı sıkı şu tenbihte bulundu:
– Bir müddet kendini kocandan uzak tut da gebe kalma. Zira kocan pek fakirdir; bu tip insanların ne yapacağı belli olmaz. Sonra seni yüzüstü bırakıp gitmesinden korkarım. Kız da:
– Başüstüne babacığım, dedi. Evliliğin üzerinden beş, altı ay geçti. Baba baktı ki kızının karnı büyüyor; ona çıkıştı:
– Ben sana ne demiştim, niye nasihatımı tutmadın!
– İyi ama babacağım, erkekle kadın pamukla ateş gibidir. Ben kendimi kocamdan nasıl sakınabilirim ki?
– Kastım senin kocandan ayrı durman değil. Eşin inzal halinde iken kendini çekerek gebelikten korunmanı istemiştim.
– Peki o an nasıl anlaşılır?
– Kocanın gözleri süzülmeye başlayınca anlarsın ki çekilmek gerek.
– Ah babacığım, ne yapayım ki daha onun gözleri süzülmeden benimkiler çoktan kapanmış oluyor. (5/150)