Dostun Bahçesinde – Bilâl KEMİKLİ

Dostun Bahçesinde

Bu topraklarda yetişen büyük ruhlarla dost olmayı ve dost kalmayı bilmeliyiz. Bu toprağın sesine kulak vermek, türküsünü dinlemek, tarihini anlamak ve anlamlandırmak ancak bu dostlukla mümkün oluyor. Bu büyük ruhlar, bize karşı değişmeyen dostlardır. Sözlerini söylemiş, eserlerini yazmış ve izlerini bırakmışlardır. O sözü, o eseri siz kurulmuş bir sofra olarak düşünebilirsiniz; Halil İbrahim sofrası… O sofrada herkese yer var. O iz, bu milletin destanı, ağıtı, kahramanlık türküsü, özlemi, hayali, ne bileyim belki örfü, geleneği ve nihayet asırlardır bize intikal eden kültürel mirasıdır. Bu mirasla kendimiz oluyoruz.

Benim çoğu zaman darda kaldığımda sofrasına oturduğum, sohbetiyle aydınlandığım, izinden gidenleri tanıyarak kendi farkındalığıma eriştiğim dostlarımdan biri de Mevlânâ’dır. Mevlânâ… Muhammed Celâleddin er-Rûmî. Dinin celâli, Rum illerinin hamurunu yoğuran, bizim kılan büyük ruhların öncüsü. O bizim dostumuz, hamimiz, gönlümüze şenlik veren bülbülümüz. O gerçekten bir bülbüldür; uğruna onca türkü söylediği Şems ise, gül. Seher vaktinde dinlemeli onun sohbetlerini; ama şimdi yola çıkacağız, hemen huzura varıp billur kadehlerde sunduğu serin şerbetlerden tatmalı. Kalktım, Mesnevi’nin beş ve altıncı ciltlerini aldım. Merhum Şefik Can’ın tercümesi… Bir Fatiha okudum, bu aziz dostun ruhu için. Fatiha, bereketli ve feyizli sohbet odalarının kapılarını açan anahtardır. Sonra yine tefe’ül yapıp öylesine bir sayfasını açtım… Nasibime 288. sayfa çıktı.

Açtığım bu sayfa, dostum Mevlana’nın ilminin ve hikmetinin yegâne kaynağına, Kur’ana beni alıp götürdü; Ankebût Sûresi’nin 64 numaralı ayetine… Buyruluyor ki; “Bu dünya hayatı bir eğlenmeden, bir oyundan başka bir şey değildir. Ahret yurduna gelince; şüphe yok ki, o hayatın ta kendisidir. Bunu bilmiş olsalardı…” Kim ne derse desin, esasen Mesnevî baştan sona Kur’an’ın tefsiridir, hadislerin şerhidir. Nitekim bu açtığım sayfa ve müteakip sahifelerde sözünü ettiğim ayetin tefsiri yapılıyor. Dünya hayatı ve ahret… Nedir dünya? Nedir ahret? Nedir hayat? Yola çıkarken bu temel sorularla muhatap oluyorum. Âşık Veysel’in avazı yetişiyor: “İki kapılı bir handayım gidiyorum gündüz gece.” Hepimiz, ister yola çıkalım, ister evimizde oturalım, aslında hayatın ta kendisi olan ahrete doğru bir yolcuyuz. Hayat baştan sona yolculuk…

Aziz dost Mevlana, bu ayet etrafında konuşmaya bir hadis rivayet ederek başlıyor. İki cihanın güneşi Efendimiz buyuruyor ki: “Dünya bir leştir, onu isteyenler de köpeklerdir.” “Dünya leştir” ifadesini, leş kelimesinin hemen ilk anda çağrıştırdığı pis koku ve murdarlık anlamında kullanmıyor; kelimeyi “ölü ve cansız” olarak anlamlandırıyor. Böylece demek istiyor ki, dünya ölüdür, cansızdır. Buna karşılık ahret âlemi canlıdır… Hem de ne canlı bir âlem; kapısı, duvarı, meydanı, suyu, testisi, meyvesi, ağacı her şeyi canlıdır. Diyor ki; “O dünya, zerre zerre diridir, canlıdır. Orada her zerre nükteler bilir, sözler söyler.” Zerreleri canlı olan ve konuşan bir hayattan söz ediyor.

Şimdi belki aklınıza şöyle bir soru gelmiş olabilir: Yolculuğa, hem de kutsal bir yolculuğa çıkarken bu kadar derin düşüncelere girmenin ne anlamı olabilir? Belki diyebilirsiniz ki; bu derin mevzular, şöyle sakin sakin oturulup konuşulacak, üzerinde derin derin düşünülecek konulardır. İlk anda ben de öyle sandım; fakat dost bana bu bölümden sohbet ediyorsa sonuna kadar gitmeli, bölümü tamamıyla okuyup, üzerinde düşünmeliyim dedim. İyi de etmişim. Çünkü doğrudan Mekke’ye gideceğimizden daha havaalanında ihrama bürününce aklıma gelen temel kavram “ölüm” ve dolayısıyla “ahret” oldu… O vakit aziz dostun bana yaptığı nasihatleri hatırıma geldi. Şunu fark ettim ki, söylediği her cümle benim yol arkadaşımdı. O cümlelerle yolculuk ettim. Bakın bir kaçını sizinle paylaşabilirim, şöyle diyordu:

“Onlar (peygamberler ve onların izinden gidenler) ölü dünyada eğlenmezler, çünkü bu ot ancak hayvanlara layıktır… Vakte bağlı olan şu beden, ecel gelinceye kadar vardır. Öbür bedense, ebediyete dost, ezele eştir. Kamil insanın bir adı vardır. Fakat iki devletin sahibidir. Onun bir övülüşü ise, iki kıble imamı oluşudur. Kamil insan kendi huylarının elbisesinden kurtulmuş, tek olmuştur. Ve canı beşerî kötülüklerden soyunarak, canına can katan sevgilisine kavuşmuştur.”

Daha nice inciler… Daha nice derin anlamlar. İhramda “ölü dünyayı” yani bu dünya hayatını çokça düşündüm. Mesnevî’de yine diyor ki o aziz dost, “Dünya nedir? Allah’tan gafil olmaktır. Yoksa kumaş, para, ticaret etmek, kadın, çoluk çocuk sahibi olmak dünya değildir.” İşte ölü dünya bu; sahip olduklarının sana sahip olması, seni esir etmesi, gözünü bağlaması, gönlünü istila etmesi… Kutsal yolculuk bu istiladan, bu göz bağından ve bu esaretten kurtuluş yolculuğudur. Kemâle, iki devlete sahip olmaya yapılan yolculuktur. Cana can katan sevgiliye kavuşma yolculuğudur. Bu yolculuğa çıkmak lazım… Nasıl çıkılır? Nasıl gidilir oralara? Bu soruyu siz sora durun ben dostumun sohbetinde akıl defterime yazdığım birkaç cümlesini size takdim edeyim. Diyor ki, dostların şahı, âşıkların kıblesi, bu toprağın bülbülü o aziz:

“Her günün hali dünkü günün haline benzemez. Haller ömür, zaman ırmak gibi akar, gider. Onu bağlayacak, akışını durduracak hiçbir şey yoktur. Her günün sevinci, bir başka çeşittir. Her günün düşüncesinin başka bir tesiri vardır.”

Dostum bana, esasen çıkılan her yolculuğun hayatı anlama çabası olduğunu söylüyor. Hayat, Şirazlı Hafız’ın ifadesiyle, akıp giden ırmak gibidir. Irmak sürekli akıyor, ömür tükeniyor. Şu halde, tükenen bu ömrü, bu hayatı anlamlı hale getirmenin yollarını aramalı. Bir hoş sada bırakmak deyin siz buna; bir eser, bir iz. Dostum devam ediyor, diyor ki:

“Ey genç, şu beden bir misafirhanedir. Her sabah o eve koşa koşa yeni bir misafir gelir. Sakın, “bu misafir bana yük olur, kalır” deme. Biraz kalır, sonra yine geldiği gibi gider, yokluğa karışır.”

Aziz dost bu cümleleri söylüyor ve sonra bir uzun hikâye anlatıyor, misafire ve ev sahibine dair. Şunu anlıyorum; yolculuk misafirliktir. Sen misafirken, bedeninle, aklınla fikrinle aynı zaman da ev sahibisin. Bedeninle ev sahibisin, çünkü yol halinde de hastalık misafiri ansızın gelebilir. Aklınla ev sahibisin, çünkü hiç beklemediğin yerde nice kaygı, nice endişe ve nice hayal misafiri gelir. Sabredip metanetle misafirlerini ağırlar, içindeki vesveseyi kovabilirsen… Evet, bunu başarırsan kemal yolunda ilerlersin. Aksi takdirde Kâbe’nin eşiğinde nice tuzaklara düşersin. Hak tuzaklardan korusun, bizi salih, gönlü şen, güler yüzlü ve cömert bir ev sahibi ve aynı zaman da hale rıza gösterebilen, şükreden, hamdeden misafirlerden eylesin.

Ben dostumun sofrasında huzur ve sükûn şerbeti içtim, serinledim, dinginleştim ve yola daha da hazır hale geldim. Baktım daha yola çıkmaya zaman var, yeni bir sohbete koyuldum.

bkemikli@gmail.com