Bir tekkeye yoldan bir misafir sofi gelir
Merkebini güzelce ahıra çektirir
Eliyle besledi merkebini suyunu yemini verdi
Önceki hikâyedeki gibi sanma olmadı onun gibi
Gayet ihtiyatlıydı hizmetini güzelce tamamladı
Ama ne çare kaza gelince çabanın yok faydası
Yolculuk Mesnevi’de de tasavvufta da önemli unsurlardan biridir. “Tarikat” yol demektir. Tarikata girene “salik” denir. Yola düşen kişi, yolcu demektir. Kur’an-ı Kerim hidayete ermeyi, hakikati bulmayı, bir diğer söyleyişle yanlıştan kurtulmayı “sırat-ı müstakim / dosdoğru yol” şeklinde tarif eder. Sırat-ı müstakim ana yurda dönüşü sağlayacak ana caddedir. Var oluş, doğumdan başlayıp, ölüm durağını geçtikten sonra yeniden dirilişin, sonsuz hayata erişin yolculuğudur. Doğru menzile ulaşabilmek için doğru yoldan gitmek gerekir. Yoldan sapmak başka yerlere çıkan yollara düşmek hüsrandır.
Bütün arayışlar, bütün yöntem farklılıklarının gayesi insanı ana caddeye çıkarmaktır. Tali yollar sonunda ana caddeye çıkarıyorsa insanı, faydalıdır, gereklidir. Ama orada oyalanıp kalmak bir tali yolu ana cadde zannetmenin sonu da hüsran olacaktır.
Dervişler dünya hayatlarının eksenine bu yolu / yolculuğu oturtan kimselerdir. Zengin olmak, mevki makam sahibi olmak, mal mülk edinmek, kalabalık aileler içinde yaşayıp güçlü ve kudretli olmak gibi amaçlar taşımazlar. Zaten derviş olmanın birinci adımı dünya zevk ve hazlarına sırt çevirmektir. Böylece ruhunu zenginleştirecek, dönüş yolundan sapmayacaktır.
Gerek hakikati aramak gerekse hakikati gösterecek mürşidi aramak gerekse kendi gibi hakikat yolcularıyla beraber olmak için bir taraftan diğer tarafa gezerler. Dervişlerin yolculuğunda konaklayacakları menziller, tekkeler, dergahlardır. Bu hikâye işte böyle bir hakikat yolcusunun uğradığı menzilde başına gelenlerle ilgilidir. Buna dair daha birçok hikâyeler anlatılmıştı. Bakımsızlıktan eşeği yarı yolda ölen dervişin hikâyesi de bunlardan biriydi. Ama bu hikâye başka bir dervişin hikâyesidir. Bu derviş ipini sağlam kazığa bağlamış, eşeğinin bakımını kimseye bırakmadan kendi eliyle yemini ve suyunu vermişti.
Fakat olacak olan oluyor, başa gelecek olana hiçbir tedbir fayda vermiyordu.
Tekkede sofiler fakirdi öylesine fakir
“Küfre yaklaştı fakirlik” sözü akla gelir
Ey hâli vakti yerinde zengin sakın gülümseme
Fakirin perişan kıyafetine bakıp düşme sakın kibre
Tekkenin sofileri fakrın çaresizliğinden
Satıp parasından lokma umdular misafirin merkebinden
Zaruret öyle şeyler yaptırır ki leş bile mubah olur
Zaruret hâlinde fasit olan salah olur
Merkebi sattılar çok fazla beklemeden
Ekmek ve mum aldılar merkebin bedelinden
Tekkeler fakirlerin barındığı mekânlar idi. Zaten dünyadan elini eteğini çekmiş insanların zengin olacak hâli yoktu. Bu mekanlar genellikle bir hayır severin himmetiyle kurulur, hayatiyetini devam ettirecek bir vakıfa bağlanırdı. Malını çoğaltmak veya kendi çocuklarına miras bırakmak yerine kendisinden sonra da devam edecek bir hayır işlemek, sadaka-i cariye denilen süregiden hayır hasenat demekti. Vakıflar yozlaştıkça tekkeler fakirleşti. Oraya sığınmış insanlar da fakir olduğundan tekkelerdeki fakirlik katmerleşti.
“Fakirlik küfre yaklaştı” hadis-i şerifi ile “fakirlik övüncümdür” hadis-i şerifi arasında tenakuz yoktur. Ne kadar mal mülk sahibi olursa olsun bir fakir gibi yaşamak, ihtiyaçlarını fakirmiş gibi en az seviyesinden karşılamak gerçekten övünülecek bir hayat tarzıdır. Bu şaşaa, debdebe, gösteriş, böbürlenme, üstünlük taslama ve hatta kibir gibi kimi kötü ahlak kimi büyük günah birçok noksanlıklardan kurtarır insanı. İnsanı değerli kılan tevazudur. Kibir ise değersizleştirir.
Fakat imkânı olduğu hâlde ondan vazgeçmekle hiç imkânı olmamak arasında uçurum vardır. İnsanı küfre yaklaştıran fakirlik böyle imkânsızlıklar böyle çaresizliklerdir. Zaten dünya malı ve insan, suda giden gemiye benzetilmişti. Gemi suyun üstünde ise yüzer, su geminin içinde ise batar denmişti. Dünya sevgisini gönlünde taşımak su alan gemi gibi insanı batırırdı. Bunun da bir ölçeği yoktu. Dünya sevgisini gönlüne sokmuş olan mal mülk sahibi biri de hiçbir şeyi olmayan biri de olabilirdi.
Tekkedeki dervişler fakirdi.
Açlardı ve çaresizlerdi.
Misafirin eşeğini satıp ekmek aldılar, karınlarını doyurdular.
Hikâyenin burasında kafan karışıp da “bu da yapılacak şey mi, hırsızlık desen olur, gasp desen de olur, hepsinden kötüsü misafire hürmetsizlik mürüvvetsiz demek değil mi?” deme sakın. Yapılanı ayıplarsan “ben böyle değilim” demiş, böyle diyerek kibrini ilan etmiş olursun. Oysa her durum kendi şartları içinde değerlendirilmeli. Sen öyle çaresiz kalsaydın ne yapacaktın? Belli mi?
Dervişler bir zaruret hâlindeydi. Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar.
Tekkeye bir ışıltı bir aşk ve şevk geldi
O gece Semaya kalkıldı herkese zevk geldi
Sofiler misafire pervane olmuştu iltifatlar ediyordu
Her biri bir hizmetini görmek için etrafında dönüyordu
Misafir kendi kendine dedi, durumdan gayet memnun
“Burada mutlu olmayacaksam nerede ne zaman olurum”
Karınlar doyunca gözlere fer gelir. İbadet zikir bile bedenin gücüyle daha şevkli olur. Satılan eşeğin parasının bir kısmıyla mum almışlardır. Tekke aydınlanır. Keyifler yerindedir. Misafire gerekenden fazla hürmet etmektedirler. Onu memnun etmek için aralarında yarışmaktadırlar. Misafir yol yorgunu olmasına rağmen gördüğü ilgiden mutludur.
Tekkelerin mutadı üzere dervişler hep beraber zikre ve semaya başlarlar. Coşkunluk içindedirler. Misafir de katılır aralarına.
Sema bitmeye yaklaştığında
Çalan daha sert vurmaya başladı mızrabına
“Eşek gitti” “Eşek gitti” diye tuttular usul
Hepsine bir hararet olmuştu vasıl
El çırpıp ayak vurdular olmuştu seher vakti
Dilleri tekrar edip durdu “eşek gitti” “eşek gitti”
Misafir de onları taklit ederek döndü
Dilinden hiç düşmedi “eşek gitti” sözü
Dervişler zikir arasında “eşek gitti” cümlesini tekrar etmektedirler. Misafir de onlara katılır. Hep beraber “eşek gitti, eşek gitti” demektedirler.
Sabah olunca misafir toparlandı, yola çıkma hazırlıklarını yaptı. Palanını sırtlayıp eşeği bağladığı ahıra gitti. Fakat eşek yoktu.
Misafir eşeğini göremeyince bir şeyini kaybeden herkes gibi ilk aklına gelen iyi ihtimaller oldu. Eşek yoksa bakıcı sulamaya götürmüştür dedi kendi kendine. İyi ihtimaller bitti, gerçekleşme yüzleşme vakti geldi. Adamın eşeği yoktu. Elbette bakıcıya soracaktı. Bakıcının kaçamak cevaplarından sinirlendi. Önce “emanete riayet” etmemekle suçladı. Bir de hadis-i şerif söyledi. Hadis-i şerifin fıkhi hükmünü eklemeyi eksik bırakmadı. Sonra tehdit etmeye başladı. Kadıya gider, mahkemeye çıkarız, dedi. Çünkü eşeği yoktu, bakıcıdan başka sorumlu tutacağı kimse görünmüyordu.
Hadim dedi “Sofiler bana galip idiler
Korktum çünkü Canımı tehdit ettiler
Sen eşeği onlara vermekle kediye teslim ettin ciğer
Kedilerin ortasına düşmüş ciğerden kalır mı eser
Bunca aça neylesin bir parça ekmek
Bir kediye aman mı verir yüzlerce köpek”
Bakıcı gerçeği itiraf etti. Tekkedeki dervişler senin eşeğini sattı parasıyla ekmek alıp karınlarını doyurdular. Ne yapacaklardı, açtı adamlar. Sen eşeğini onlara teslim etmekle kediye ciğer emanet etmiş gibi oldun, dedi.
Misafir cevaben şöyle söylüyordu. Diyelim ki öyle oldu, peki sen niye gelip de bana haber vermedin. Haber verseydin ellerinden merkebimi alırdım. Ama şimdi hiçbiri yok, hepsi bir tarafa dağılıp gitti. Kimi tutup, kimden hesap soracağım, diyordu.
Bakıcı söylemeye geldim ama sen onlarla beraber, “eşek gitti” “eşek gitti” cümlesini tekrar edip duruyordun. Senden bunları duyunca haberin var diye düşündüm, dedi.
Misafir “onların” dedi “buydu sözleri
Şevk içinde bana da güzel gelmişti
Onları taklit ederek ben de söyledim
Lanet olsun ervahına böyle taklidin
Misafir, ben o cümleyi onlar söylüyor diye söylüyordum, onları taklit ediyorum, lanet olsun böyle taklide, dedi.
Burada hikâyenin ana teması ortaya çıkmış olur. Mesele ne aç dervişler ne yolculuk ne eşek ne de eşeğin satılıp parasının harcanmış olması, mesele bilinçsizce taklidin insanı ne kadar küçük düşürdüğü ne kadar zarara ve hasara uğrattığı meselesidir.
Taklide tamah yüzünden devam eder
Onun parlak aklının nuruna perde iner
Yemek ve sema zevkine hırs ediyorsan
Aklın algısının önüne bir set örüyorsan
Eğer tamah aynada tutsa idi karar
Münafık olurdu bütün aynalar
Eğer terazide mal meyli olsa idi
Tarttığı şey müstakim olur mu idi?
(580) Bütün peygamberler hep şöyle demişti “Ey kavmim!
Asla istemem sizden peygamberlik ücretim
Çünkü benim işim sizi Hakka davettir
İki dünyadan da bahşeder iki ücrettir
Benim ücretim nedir? Didarı yar
İstemem yüz binler olsa ne var?
Binler olsa bile bana teselli vermez
Aden incisi kara boncuğa benzemez
Taklit Mesnevi’nin muhtelif bölümlerinde geçmiş, konuyla ilgili teferruat, nasıl geliştiği, nereden kaynaklandığı, özellikle sonuçları hakkında birçok malumat verilmişti. Burada taklidin farklı bir veçhesinin ele alındığını görüyoruz.
Taklidin sebeplerinden bir tanesinin de tamah / açgözlülük olduğu söyleniyor. Aç gözlülüğünün temel sebebi de mal hırsıdır. Oysa peygamberler davet ve irşatları için hiçbir ücret talep etmemişlerdi. Onlar, benim bir tek gayem var, yârin didarı, cemalini görmektir, demişlerdi. Zaten uyulması gereken sözün birinci özelliği bir bedel / menfaat karşılığı olmamasıydı. Bir çıkar karşılığı söylenen sözde hayır olmazdı, duyan ve dinleyenin o söze uyması gerekmezdi.
Tamah sadece maddi şeyler için olmaz. Hikâyede anlatılan derviş, zikrin ve semanın zevkine tamah ederek taklide düşmüş, taklide düştüğü için kendisinin zararı olan cümleyi şuursuzca tekrar etmiştir. “Eşek gitti”
Taklit eden bilmelidir ki “eşek gitti” derken eşeğini çalanın maskarası da olmaktadır yanı zamanda. Uğradığı zararın bile farkında olmamak ahmaklığın en ileri derecesi değil midir?
Zikrin ve semanın amacı da didarı yar ve cemal olmalıdır. Yoksa sadece ondan aldığın haz ise maksadın tamah içindesindir. O tamahın seni taklide düşürecek, taklit ise ahmaklığını gülünç duruma düşmeni getirecektir.
İşte bu yüzden dikkat et ki tamah aynada olsa ayna bütün aynalar münafık olurdu. Gerçeği aksettirmez sahte görüntüyle seni oyalardı. Dosdoğru olmak terzi gibi olmaktır. Ölçüde hassaslık ise tarttığına tamah etmemekle onun sağlayacağı menfaate kayıtsız kalmakla meydana gelir. Düşünsene, terazi de mala tamah olsaydı doğru tartabilir miydi?
#M. Sait Karaçorlu