EVA’DAN HAVVA’YA BİR GÜZEL ÖMÜR HİKÂYESİ
BELKIS KILIÇKAYA
“Kendini bilen Rabbini bilir”
Hz. Muhammed S.A.V.
Yazar ve bilim adamı Jean Louis Girotto, Eva de Vitray Meyerovitch’in Universalité de l’Islam (İslam’ın Evrenselliği) adlı kitabının önsözünde soruyor: “Hakkında önceden hiçbir fikrimiz olmayan bir şeyi bilmeyi nasıl arzu edebiliriz? Neden bizi sonsuzca aşan bu Mutlak’a çekiliyoruz?” Sorunun muhatabı okuyucular, öznesi ise kitabın yazarı katolik, aristokrat bir ailenin kızı, protestan bir anneannenin torunu, Yahudi bir adamın eşi ve Fransız bir mühtedî…
Gerçekten biz önceden hiçbir fikrimiz olmayan bir şeyi mi bilmeyi arzu ediyoruz? Mademki, Araf suresinin 172’inci ayetine göre Cenâb-ı Allah, ruhlar âleminde kullarına “Elestü bi-Rabbiküm, (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) diye sorduğunda, kulları da “Belî, (Evet)” demişlerdi. Mademki Efendimiz (SAV) “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne- babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecûsî yapar.” buyuruyor.
“Dinle neyden…” diyor Hz. Mevlânâ. “Beni kamışlıktan kestiklerinden beri, Hep özlerim o koparıldığım yeri.
Gönlüm paramparça susuzluktan, Özlemden ve ayrılıktan…”. Bir hadis profesöründen işitmiştim. İsviçre’de bir mühtedî, hayatında ilk kez ney sesi duyup, peşine düşmüş de bulmuş! Bir diğeri turist olarak gittiği Hindistan’da sûfîlerin bir ilâhîsini dinledikten sonra aramaya koyulmuş. Eva de Meyerovitch ise Muhammed İkbal’in kitabında Hz. Mevlânâ’nın daha bir tek sözünü okuduğunda alt- üst olmuş: “Derim ki işte o bir hatırlatmaydı. Benim için İslâm’ı keşfetmek, kaybedilenleri yeniden bulmak, ayrı düştüklerime tekrar kavuşmak gibi bir şey oldu”. Devam ediyor anlatmaya: “İslâm’da ruhlar bedenlerden önce vardır, o yüzden de ruhlar geçmişi hatırlar. Yani insanların ruhi yetenekleri onların ruhlar âlemini hatırlamaları ölçüsünde farklılık gösterir. Sühreverdî’nin tavus kuşu hikâyesindeki gibi… Bizler o tavus kuşu gibiyiz. Güzel bir mûsikîyle kalbimiz atabilir’’.
Tıpkı kamışlıktan kopuş öyküsü gibi bir misal daha… İnsanoğlunu bir zamanlar Mescidi Nebevî’deki o ağaç kütüğüne benzetiyor Eva de Vitray Meyerovitch: ‘’Mesnevî’de Hz. Pîr’in anlattığı, Mescidi Nebevî’deki Hannane direği denen o sütun gibiyiz. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV) hutbelerini ona sırtını vererek okurdu. Bir gün, bir minber yapılıp câmiye yerleştirildi. Bunu gören o ağaç hıçkıra hıçkıra ağlamaya koyuldu. Peygamber Efendimiz ağacı kucakladı ve neden ağladığını sordu. Ağaç dedi ki; “Senden ayrı düşmekten ötürü ruhum paramparça oldu”.
Hukuk okumuş, Eflâtun’da simgeleri çalışmış, onun “hatırlama” kavramı üzerine çok kafa yormuş. Bu çalışmanın da onun İslâm yolu için bir hazırlık olduğu kanaatinde. Eflâtun’da simgeler konusunda felsefe doktorası nedeniyle normal simge-sembol düşüncesi ile marazi simge düşüncesi arasındaki ayrımı anlayabilmek için 3 yıl da psikiyatri eğitimi almış. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’nın prestijli bilim merkezi Ulusal Bilim Araştırma Merkezi CNRS’te “İnsan Bilimleri” bölümünün geçici direktörü olarak atanmış. Fizikçi değil ama burada yapay radyoaktiviteyi keşfinden dolayı 1935’te Nobel Ödülü almış Frederic Joliot- Curie’nin laboratuvarında genç yaşında yöneticilik yapmış. Çocukluktan itibaren doymak bilmeyen bir öğrenme merakı var Eva de Vitray Meyerovitch’in, “Bütün dünyayı dolandım açlığımı doyurabilmek için” diyor. Zaten ona göre ihtiyarlık da “İnsanın asla Çince yahut nükleer fizik öğrenmeye kalkışmaması”! İnatçı ama daima alçakgönüllü ve her koşulda haddini bilen bir kadın. Frédéric Joliot-Curie bazen ona takılıyormuş. “Ah siz zavallı edebiyatçılar! Ben Shakespeare’i sizin kadar iyi okuyabilirim, ya siz diferansiyel hesabını anlayabilir misiniz?” Başını öne eğer, “Çok doğru efendim” dermiş.
İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin Fransa’yı işgaline dair onlarca felaket yaşamış. Bir seferinde yakınındaki bir kilisede tamamına yakını kadın ve çocuklardan oluşan 642 kişinin kilisede diri diri yakıldığına tanık olmuş. Bir başka seferinde üç yaşındaki çocuğuyla bir yakınının evinde yalnızken, Gestapo sabahın üçünde direnişçiler arasındaki kocasını sormak için kapıya dayanmış. “İçimden, ya beni alır götürürler ve ben de teker teker direnişçilerin isimlerini veririm, belli olmaz. Ya da beni sürgüne gönderirler.” dedim. Kapıyı açınca karşımda Frankeştayn’a benzeyen biriyle yüz yüze geldim. Üniformalıydı, fakat baş yerine sanki bir ölünün kafatasını taşıyordu. Bende öyle bir izlenim uyandırdı ki, sanki ona, “Git ananı parça parça doğra!” denseydi, ‘Heil Hitler!’ der ve derhal bunu yapmaya giderdi. Beraberindeki subay, onun gibi birinin yanında bulunmaktan son derece rahatsız görünüyordu.” İnsanlar ona sıklıkla sorarmış “Hiç mucizeye tanık oldun mu diye…”. Söylediğine göre, işte o kapı önünde tanık olmuş, öyle diyor: “Onlara bilmem hangi sürtükle beraber şu anda dedim. Biraz, Kant ve Hegel Almancası biliyordum. Birden kendi sesimi duydum, Gestapoya, Berlin ayaktakımı ağzıyla konuşuyordum. Hâlbuki ben böyle konuşmayı bilmiyordum.” Adamlar, “Kadının gizleyecek bir şeyi yok, deli bu!” deyip gitmişler.
Mucizeler peygamberlerindir; günlük dilde bazen kendi yaşadıklarımızı böyle tarif etsek de C. Allah Müslüman olsun olmasın kullarına ikramlarda bulunabilir. Eva de Vitray Meyerovitch belki de aramaya da koyulduğu için ararken de bulduktan sonra da bu ikramlardan bol bol nasibini almış. Çocukluğundan itibaren Allah’tan daima yardım istemiş, hep aynı dua: “Bana ne yapmam gerektiğini sen söyle! Doğruyu göster, bir alâmet göster!” O alâmet daha Müslüman olmadan 15 yıl evvel bir gün rüyasında gösterilmiş hatta uyandığında kendine çimdik atacak kadar gerçek gibi yaşamış: “Rüyamda kabre konulmuştum. Mezar taşımın üzerinde ‘Eva’ adım Arapça haliyle ‘Havva’ diye yazılmıştı. Uyandığımda bana aynen şöyle denildiğini hatırladım: “Bir işaret istedin, işte işaret! Müslüman bir hanım olarak gömüleceksin.” Bir taraftan da ekliyor. “Görüyorsunuz, beni Müslüman yapmak için sanki her şey birbirine ekleniyor.” Bir gün mimar bir arkadaşının dâvetiyle, İstanbul’da bir Mevlevî tekkesindeki restorasyon çalışmalarını izlemeye gitmiş. İnşa halindeki meydanda zar zor yürürken, ayağı yerde yatay duran bir mezar taşına takılmış. Önündeki, on beş yıl önce rüyasında gördüğü o mezar taşıymış; “Üzerinde sadece Havva ismi eksikti.” diyor. Mimara, “Bu taş da nedir?” diye sorunca; “Hz. Pîr’in bir hanım dervişinin taşı.” cevabını almış. Eva, Havva olduktan sonra da ikramlar devam etmiş elbet. Hacca gitmek için Mısır’da vize almak üzere haftalarca koşturmuş, vize vermemişler, anlatıyor: “Çok üzgündüm. Bir gece; ‘Bu haccı gerçekten yapmam gerekiyorsa yardım et Allah’ım!’ diye yakardım, öyle uyumuşum. Rüyamda, Mısırlılar gibi giyinmiş bir bey nazikçe gülümseyerek ‘Medine’ye geleceksin, hoş geleceksin.’ dedi. ‘Fakat gelemiyorum ki!’ dedim; ‘Geliyorsun elbette, gel Medine’ye diye tekrarladı.” Rüyanın sabahı, telefonla haber gelmiş: “Vize hazır.” Sonra Hacdan seneler sonra, rüyada gördüğü bu kişiyle karşılaşmış. Nerde mi? “Mısırlı bir şeyhi ara sıra ziyaret ederdim. Bir seferinde onun El-Ezher Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan bir müridiyle beraber bürosuna gittik. Arkadaşım şeyhine duvarda asılı ama üstündeki toz nedeniyle pek seçilemeyen fotoğrafın kime ait olduğunu sordu. Şeyh efendi resmi duvardan indirip cam çerçeveyi silince, neredeyse kalbim durdu! Rüyamda beni Medine’ye çağıran kişiydi.” Şeyh efendiye bu zat kim diye sorunca cevabı almış: “Çok zarif bir zattı, Mescid-i Nebevî’nin muhafızıydı, on yıl önce vefat etti.”
“Daima dürüst, onurlu ol ve hayatında asla hileye yer verme!” Anneannenin torununa sıklıkla tekrarladığı bu öğüt çocukluğundan itibaren hep tesirli olmuş hayatında. “Büyükannemin beni en fazla etkileyen yanı son derece dürüst olmasıydı, o kadar ki, en masum yalanı dahi çok vahim bir durum olarak görürdü.” diyor. Gençliğinden itibaren Hristiyanlığın Teslis inancına dair kuşkularıyla cedelleşme içinde. Daima sorup, sorgulamış. Bir seferinde çok sevimli bir genç rahiple karşılaşmış ve ona Kudas Ayini’ne dair bir soru sormuş: “Ekmekle şarabın İsa’nın etiyle kanına dönüşmesine inanmıyorum.” cevabına karşılık, “Buna inanmadan ayin yaptıracağıma pencereden aşağıya atlayıp ölmeyi tercih ederim.” diyerek ayrılmış oradan. Başka bir rahipten “İyi de bugün Araf’a, cehenneme veya İlk günaha gerçek anlamda kim inanıyor ki?” yanıtını almış. Çocukluğundan itibaren koyu Katolik eğitim alan ve hatta “Çok dindar bir kız olduğumu söyleyebileceğimi zannediyorum. Zaten başka türlü olunabileceğini de hayal edemiyordum.” diyen biri için bu cevaplar üniversiteden itibaren bitmek-tükenmeyen bilmeyen bir iç huzursuzluğuna dönüşmüş: “1925 ile 1930 yılları arasıydı. Sorunlarımı rahiplerime anlatacak olsam, bana hepsi de bu şüphelerden uzak durmamı öğütlüyordu. Onların bu yaklaşımı, bir de benim kendimi ve başkalarını kandırmamam gerektiği inancım, bu ikisi bir arada, beni öylesine rahatsız ediyordu ki, bir tarafa bırakmam imkansızdı.” 18 yaşında felsefe okumaya başladığında bu huzursuzluk dayanılmaz bir hal almış: “Ne de olsa Konsillerin inançla ilgili kararlarını bilecek kadar tarih eğitimi almıştım. Meselâ elimizdeki İncillerin ilk metinleri 4. yüzyıldan kalmadırlar. Üstelik onlar da asıl İncillerin tercümelerinin tercümeleridir. Eski Yunanca bir ifadeyle Sâmi kökenli bir ifade arasında çok büyük bir fark olabileceğini bilecek kadar Eski Yunanca’yı öğrenmiştim. Meselâ şu son derece önemli olan “Allah’ın oğlu” tabiri. Eski Yunancada bu ifade kullanıldığında, gerçekten oğul, çocuk manasına gelir, halbuki İşaya’da kul, köle anlamınadır. Yani asla aynı şeyler değildir. Konsillerin bildirileriyle dogmalaşmış, çok kapalı bir husus vardı burada ve ben bunu kabullenmede zorlanıyordum.” Bu kadar samimiyetsiz, kendi deyimiyle “Bir kandırmaca ortamında” içi içini yediği halde kolay değil tabii bir taraftan da kendine sormayı sürdürüyormuş: “Dur bakalım! İki milyar Hristiyanın hepsi yanılıyor da bir tek sen mi yanılmıyorsun?”.
İslâm inancına göre tesadüf yoktur, o da söylüyor! CNRS’te çalıştığı yıllarda gençliğinde beraber Sanskritçe öğrendiği, Einstein’ın eski talebelerinden Hintli bir arkadaşı ziyaretine gelmiş bir gün ve ona Muhammed İkbal’in bir kitabını hediye etmiş. Kitap uzun süre laboratuvardaki masasının üzerinde dosyaların altında kalmış. Uzun süre sonra bir gün eline aldığında o sırada açık bıraktığı radyodaki bir fizik programında “Siz bir kahve fincanına dokunduğunuzda, Einstein bu hareketin diğer güneş sistemleri tarafından algılandığını ifade eder.” dendiğini işitmiş. Önündeki kitapta ise Hazret-i Pîr Mevlânâ Celâleleddîn-i Rûmî’nin “Yeryüzündeki bir insanın en ufak hareketi, henüz keşfedilmemiş galaksilere ait güneş sistemleri içinde kaydedilir.” sözünü okuyunca Fransızların deyimiyle şaşkınlıktan gökten düşmüş! Anlatıyor: “Orada tek bir Hakîkat’tan söz edildiğini kavradım. Ve o kitapta sürekli kendisinden söz edilen Mevlânâ diye birisini öylesine çok sevdim ki…” diyor. Hemen Fransız Millî Kütüphânesi’ne koşmuş Eva de Vitray Meyerovitch. Almanca 6 sayfalık bir metin hariç Fransızca hiçbir şey bulamayınca “Eflâtun’da Simgeler” adlı doktora çalışmasını bir kenara bırakıp, Farsça öğrenmeye girişmiş. Üç yıllık Farsça eğitiminden sonra Mesnevî’yi okumakla kalmamış, “Mevlânâ Celâleddîni Rûmî, Mistik Düşünce ve İslâm’da Şiir” konulu doktorasını yapmış. Sonra Hz. Mevlânâ’nın eserlerini tercüme etmiş, Fîhi Mâ Fîh’i, Rubâiyât’ı, Dîvân’ını ve başka İslâmî eserleri de…
İkbal’in kitabında aradığını bulduğundan neredeyse eminken 45 yaşında henüz Müslüman olmazdan hemen önce, son bir girişimde daha bulunmuş. Çok sevgili dostu, hocası kabul ettiği meşhur oryantalist Louis Massignon’u ziyaret etmiş, durumunu anlatmış. “Bana dedi ki, sizin kendinize çizdiğiniz yol bu ise, İslâm’a girmenizi alkışlarım, fakat yine de adımınızı atmazdan önce, Strasburg piskoposu dostum Monsenyör Nédoncelle’a gidip bir konuşsanız!” Massignon’un telkiniyle psikoposu ziyaret etmiş. Psikopos onu dinlemiş ve bir öneride bulunmuş: “Hakçası siz Katolik kalamazsınız, büyükanneniz Anglikanmış madem, bari Protestanlığı seçin, bu sizi Müslüman olmaktan daha az alt üst edecektir.” Eva de Meyerovitch “Niçin daha kolay olsun ki? Hem sözde seçiyor olacaktım hem de oradan buradan hoşuma gideni alıp gitmeyeni bırakacaktım.” diyor.
Nihâyet kelime-i şehadet getirdikten sonra nasıl huzur bulduğunu ise şöyle anlatıyor: İslâm kelimesi, “Kendini Allah’a teslim etmek, kendisini Allah’a bırakmak” fiilinden gelir. Kelime kökeni itibariyle barış anlamını da içerir. Yani İslâm terimi, insanoğlunun temel dininin ismi, yani kendisini Allah’a bağlayan hususları doğuştan tanıma kabiliyetinin adıdır. İslâm geldikleri zamanda Hristiyanlığın da Yahudiliğin de hak din olduğuna inanmaya ve bütün peygamberleri tanımaya mecbur ediyor. Müslüman olunca, şu kaba tabirimi mazur görün, “Hıristiyanlıktaki o ilâhiyat zevzekliğini bıraktığım hissi vardı. Hz. İsa’ya, Hz. Meryem’e inanmaya da devam edebiliyordum.” Zaten ta en başlarda bile, ona bir öğreten olmadığı halde, sanki İslâm âdetlerini bildiği duygusu taşıyormuş. “Meselâ Allah adının yazılı olduğu bir kâğıdı asla çöpe atmamak gerekir. Çok icap ediyorsa da yakmak. Ben hep öyle yapmıştım, ama bu kuralı sonradan öğrendim” diyor. Hadis-i şerifte “Öğrendikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.” diye buyuruluyor.
Müslüman olduktan bir süre sonra, bir Kâdirî şeyhine intisâb edip onun mânevî evlâdı olan Havva Hanım şeyhinden onun rızası olmadığı için tek kelime dahi söz etmiyorsa da, Mürşid-i Kamil ne demek anlatıyor: “Allah, ‘Muhabbet ve rahmet hazinesinin açılmasını murad ettiğine göre, veliyi Kendisine ve Kendisini başkalarına gösterme vâsıtası olarak kullanır. Şeyh, hepimizin olması gereken o kâmil insanı doğurtacak olan bir ebe gibidir.”
Havva Hanım CNRS kadrosunda çalışırken, 1969’da Mısır’da Ezher Üniversitesi’nde 5 yıl geçici görevle profesör olarak çalışmış, karşılaştırmalı felsefe dersleri vermiş. Söylediğine göre, bir temayı söz gelişi zaman kavramını alıp bunun Batı ve Doğu felsefesinde mukayesesini araştırmış. 1973’de Fransa’ya döndükten sonra hem Fransa’da hem de pek çok ülkede Libya, Kuveyt, Suudi Arabistan, İran, Sudan, Cezayir, Fas’ta konferanslara davet edilmiş, defalarca Türkiye’ye gelmiş: “Türkiye benim için her zaman en çok tercih edilen ülke olmuştur. Kendimi gerçekten evimde hissettiğim tek yerdir, Türkiye’ye ayak bastığımda evine tekrar kavuşan bir kedi gibiyim.”
5 Kasım 1909’da doğan Havva Hanım 24 Temmuz 1999’da 100 yaşında Paris’te evinde vefat etti. Hayatı boyunca C. Allah’a yaklaşmak için yürümüş, Eva’dan Havva olana kadar ve Havva olduktan sonra besbelli! Bir Hadis-i Kudsi’de buyurulur ki; “Kim Bana yürüyerek gelirse, ben ona Koşarak giderim.” Paris’te 5’inci bölgede Claude Bernard Sokağı’ndaki apartmanın beşinci katındaki evinde sonradan bu isimle bir internet sitesi de kurarak ona dair tanıklıklarını anlatan bazısı onun vesilesiyle Müslüman olan dostlarına ömrünün sonuna kadar Hz. Mevlânâ’nın eserleri üzerinden Tevhid’i anlatmış. Bir seferinde eliyle kalbini işaret ederek “Rûmî burada” diyen Havva Hanım vasiyet etmiş: “Onun mâneviyatının gölgesinde kalabilmem için öldüğümde beni Konya’ya gömün.” Cenazesi çocuklarının muhalefeti nedeniyle önce büyük bir gizlilik içinde kaldırılıp Paris’teki Thiais Mezarlığı’nda Müslümanların olduğu bölüme defin edildi. Vasiyeti Fransız ve Türk dostlarının girişimleriyle Konya’da Hz. Mevlânâ’nın türbesinin hemen karşısında, Üçler Mezarlığı’na taşındı. 2008’den bu yana Eva De Vitray en sevdiği ülkede, en sevdiği şehirde, en sevdiğinin gölgesinde medfun. Allah gani gani rahmet eylesin, ruhuna el Fatiha…
(*) Bu yazıda karı-koca iki gazeteci Rachel ve Jean Pierre Cartier’nin Havva hanımla yaptığı bir nehir söyleşisi olan “İslam L’autre Visage”, Ed. Albin Michel kitabının Türkiye’de Sufi Kitap Yayınları’ndan çıkan “İslâmın Güleryüzü” ve La Priere en İslam Ed. Albin Michel yine Sufi Kitap Yayınları’ndan çıkan İslâm’da İbadet adlı kitaplarından ve Les amis de Eva de Vitray Meyerovitch adlı internet sitesinde dostlarının ona dair tanıklıklarından, arkadaşlarının bloglardan istifade edilmiştir.
Dârülmülk Konya 1. Sayı
Array
#BELKIS KILIÇKAYA