8. MİLLÎ MEVLÂNA KONGRESİ
MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ’NİN FÎHİ MÂ-FÎH İSİMLİ ESERİ VE MEVLÂNÂ’NIN GÜNÜMÜZE AKTARILMASI
Prof. Dr. Gönül AYAN
Fîhi Mâ-Fîh, Mevlânâ”nın sohbetlerini içeren mensûr bir eseridir. Eserin karşılaştırmalı metnini Prof. Bedîü’s-Zamân Fürûzânfer hazırlamış, Prof. Dr. Meliha ANBARCIOĞLU bu tenkidli baskının tercümesini yapmıştır. Üstad Abdülkadir GÖLPINARLI ise başka yazmaların yanısıra, Konya Mevlânâ Müzesi’nde bulunan ve Müstencid ismiyle nitelendirdiği yazmayı esas alarak Fîhi Ma-Fîhi ilk defa Ahmet Avni KONUK (2868-1938) yedi sekiz nüshayı karşılaştırarak Türkçeye tercüme etmişse de bu tercüme ancak Dr. Selçuk ERAYDIN tarafından günümüz Türk alfabesiyle, Türk okuyucusuna 1994 yılında ulaştırılabilmiştir. 1900-1938’in Türkçesiyle yapılan bu tercüme, hayli ağır, ağdalı bir dil sergilemektedir. Bazı araştırıcıların, Fîhi Mâ-Fîh”in Tefsiri diye adlandırdıkları çalışma da bu olmalıdır. Fîhi Mâ-Fîh, Ahmet Avni KONUK’un çalışmasında 73 fasıl, Abdülbaki GÖLPINARLI’nın çalışmasında 76 fasıl, Prof. Dr. Meliha ANBARCIOĞLU’nun çalışmasında 61 fasıl olarak ortaya konmuştur.
Fîhi Mâ-Fîh adı, eserin üzerinde çalışanları meşgul etmiştir. Kitabın adını, Muhiddîni Arabî’nin Fütûhat-ı Mekkiyye isimli eserindeki bir kıt’adan aldığı öne sürülür. Bu kıt’a ise: “Bu bir kitap ki içinde içindekiler vardır. Mânâların da çok latîftir. İçindekilere bakarsan onun incilerle dolu olduğunu görürsün!”
Eserin adını ister Mevlânâ koymuş olsun, ister Mevlânâ’dan sonra Sultan Veled, Hüsâmeddîn Çelebi veya herhangi bir murîdi koymuş olsun, bu isim bir sembol olarak, Mevlânâ”nın üslûbuna uygundur. Eserin adı, kolay anlaşılır cinsten değildir. Bir zarf durumundadır. O zarfı açtığınız zaman içindekiler ortaya çıkacaktır. Bu itibarla. bu ibareyi, içindekiler, münderecât gibi düşünmek yerinde olur. Eserin muhtevası, Mevlânâ”nın sohbetlerinden oluştugu için kolay anlaşılmaktadır.
Fuzûlî üzerinde çalışanlar, onun şiirlerinin çok geniş anlamlara sahip olduğunu ifade ederek, her okuyanın ilmine, bilgisine ve kültürüne göre, ondan zevk aldığını söylerler. İşte Mevlânâ”da bu durum çok daha fazladır, görkemlidir. Mevlânâ”dan herkes bundan dolayı, din, dil, ırkı farkı gözetmeksizin, kendi kavrayışına göre, zevk alır, bunlarla duygu ve düşüncelerini süsler, geliştirir.
Fîhi Mâ-Fîh, büyük bir ihtimalle Sultan Veled tarafında bizzat veya onun teşvikiyle, Mevlânâ sohbetlerinde bulunan diğer dervişler tarafından tutulan notlar’dan meydana gelmiştir. Eserin çeşitli yazmalarının sahife kenarlarındaki kayıtlarından elde edilen bazı bilgilere göre ise, Mevlânâ”nın bu notları görüp düzelttiği, eklemelerde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bazı hallerde ise Mevlânâ Hazretlerinin söylediklerini birden fazla kişinin zabtettigi, sonra bunlar bir araya gelerek hazırladıkları notları karşılaştırıp, daha sonra da Mevlânâ”nın icâzetini aldıkları şeklindedir.
Mevlânâ Hazretleri bu eserinde, bazan bir âyeti, bazan bir hadîsi me’haz göstererek, onlara uygun örnekleri gözler önüne serip, o âyetin, o hadisin açıklamasını, yorumunu yaparken, bazan doğrudan doğruya hayattan alınan canlı ve yaşanmış örnekleri alıp âyete, hadîse bağlar. Bazan da sadece bir hikâye anlatıp, yorumuna girmeden, herkesin bundan kendine göre hisse çıkarmasını ister.
Şarkın büyük ikili aşk hikayelerinden Leylâ ile Mecnûn’u, Ferhâd ile Şîrîn’i de zaman zaman sözkonusu ederek, öğütlerini ve Varlığın Tekligi (Vahdet-i Vücûd) konusunu ortaya koyar.
Fîhi Mâ-Fîh’teki her sohbetin altında, arkasında da Mevlânâ”nın ulvi kişiliğini, düşünüşünü, dünya görüşünü, devrinin düşünce tarzını geleceğe intikal ettirişini, din ve insanlık hakkındaki düşüncelerini hasılı bütün fikrî hayatını görürüz. Bu sohbetlerde Mevlânâ, günümüz insanına da örneklik edecek açıklamalarda bulunmaktadır. Bu açıklamalar modası geçmeyen, her dönemde insanlığa hitap edecek, yön verecek mahiyettedir.
Toplumumuzun her sancılı döneminde, insanlarımızın dillerinde pelesenk ettikleri bir yargı vardır. Bu da: “Bu memleket ne çekmişse aydınlarından çekmiştir!” yargısıdır. Bu yargıyı duymayanımız kalmamıştır. Mevlânâ Celâleddin Rûmi de bu düşüncededir. O, sohbetlerinde de Mesnevîsi’nde de gerçek âlimi, bilgini söz konusu eder ve arar. Bazan sözünün başında, bazan sonunda gerçeği, inandığı mesajı verir.
Fîhi Mâ-Fîh, “Bilginlerinin kötüsü emîrleri ziyaret eden, emîrlerin iyisi bilginleri ziyaret edendir. Fakat fakîrin kapısına gelen emîr ne kadar hoş! Ve emîrlerin kapısındaki fakîr ne kadar kötüdür!” hadîsinin açıklamasıyla başlar.
Mevlânâ Hazretleri, önce halkın bu hadîsi yanlış yorumladığını belirterek, bir menfaat düşüncesiyle hareket eden âlimin kötü bir âlim olduğunu vurgular. Gerçek âlimin bir menfaat karşılığı, emire yaranmak düşüncesiyle, bilgi sahibi olmak istemeyen; yaradılışı gereği, aynı tabiatı icâbı suda yaşayan balık gibi, ilimle temâyüz etmiş olan kişi demek olduğunu belirtir. İlaveten de “O’nun bilgisi belki başlangıçta ve sonunda Tanrı için olmuş olur. Tuttuğu yol, göstermis olduğu faaliyet sevaplıdır. Böyle bir âlimin hareketlerini idare eden ve ayarlayan akıldır. Herkes o âlimden korkar. İnsanları, bilerek veya bilmeyerek onun ışığından ve aksinden yardım görürler.” Böyle bir âlîm, “Ülü’l-emre uyarak, emîrin ziyaretine gittiğinde, görünüşe bakılırsa, emîri ziyarete gitmiştir. Esasta ise emîr, ziyaret eden, âlîm ise ziyaret edilendir. Çünkü emîr, bütün hallerde ondan feyz alır, fayda görür yardım görür. Âlimin emîre ihtiyacı yoktur. Çünkü o, mânevî zenginlikle techiz edilmiştir. Etrafa nûr bağışlayan güneş gibidir. İşi bağışlamak, ihsan etmektir. Mevlânâ, emîri, bilgi fakiri olarak fakîr, bilgini ise bilgi, ilim zengini olarak sultan diye nitelendirip onlarla özleştirir.
Burada söz konusu olan herhalde bizzat Mevlânâ”nın kendisidir. O, ilmini bir menfaat temin etme gayesiyle edinmemiş, sultanları ziyaret etmiş olsa bile, onlardan aslâ bir makam, mevkî talebinde bulunmamış, sadece çevresindekileri Kur”ân-ı Kerîm”in ve hâdislerin rehberliğinde irşad etmek, onlara doğru yolu göstermek istemiştir.
Mevlânâ Hazretleri, ilim adamının nitelik ve niceliğini bir başka hikâyede de dile getirir:
“Padişahın biri oğlunu, hüner sahibi bir topluluğa teslim edip o topluluktan remil, yıldız bilgisi ve daha başka bilgileri öğrenmesini ister. Çocuk aptal olmasına rağmen, o topluluğun öğrettiği ilimleri öğrenir.
Bir gün babası oğlunu imtihan ederek avucunda sakladığı yüzüğün ne olduğunu sorar. Çocuk:
“Yuvarlak ve içi boş bir şey” olduğunu söyler. Padişah:
“Alâmetlerini bildin! Ne olduğuna da hükmet!” der. Çocuk” “Kalbur!” der. Padişah: “Aklı hayretler içerisinde bırakan alâmetleri, bilgi ve tahsil sayesinde söyledin! Fakat “Kalbur”un avuca sığamayacağına nasıl akıl erdiremedin?” der.
Mevlânâ Hazretleri bu hikâyenin neticesini, “Bunun gibi zamanımızdaki ilim adamları kılı kırk yarıyorlar. Kendileri ile ilgili olmayan şeyleri çok iyi biliyorlar. Onlara tamamiyle ve bütün etrafıyla vâkıftırlar. Fakat önemli olanı ve kendine herşeyden daha yakın bulunanı yani kendi kendilerini bilmiyorlar. Çünkü onların esas şeylerden haberi yoktur” sözlerine bağlar. Mevlânâ, ilim adamlarının esasa taalluk eden meselelere yönelmelerini bu şekilde pekçok hikaye ve temsillerle teşvik etmekte, yol göstermektedir.
Mevlânâ”nın bütün hikayelerinde, değişmeyen ve esasa taalluk eden bir unsur vardır. O da özdür, cevherdir.
Yine Fîhi Mâ-Fîh”in başka bir faslında; Arapça bir kelime bile bilmeyen padişahın huzurunda, Farsça bilmeyen bir Arap şârinin çok güzel bir şiir okuması ve padişahın onu tamamen anlamış gibi, uygun yerlerde başını sallaması, takdirkâr davranması karşısında, çevresindekilerin Arapça bilmediği zannettikleri padişah hakkında, Arapça bir söz söylemişlerse hallerinin ne olacağı telâşına düşmeleri ve uygun bir zamanda, padişahın Arapça bilip bilmediğini öğrenmek için bir uşağı aracı koymaları ve sonunda padişahtan aldıkları cevap hikâye edilir.
Buna göre; esas olan maksattır. O şiir maksadın bir dalıdır. Eğer gaye olmasaydı, o şiir söylenmiş olmazdı. Maksada bakılırsa ikilik kalmaz. İkilik teferruâttadır. Öz, esas birdir. Zira şeyhlerin yolu çeşit çeşittir. Mekânları, konuşmaları, hâlleri ayrı ayrıdır. Fakat maksat yönüyle birdir. O da Allah’tır.
Görüldüğü üzere, Mevlânâ, basit bir hikaye ile, söylemek istediğini, daha doğrusu, şeriat-tarîkat ilişkisini birleştiricilik, bütünleştiricilik mesajıyla neticeye ulaştırır.
“Gez dünyayı, gör Konya’yı” tekerlemesinin kaynağını teşkil eden Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, günümüze kadar nakledilen eserleriyle, XIII. yüzyılda, Anadolu’nun akıllara durgunluk veren siyasî karışıklığı arasından sıyrılmış, insanlığa huzûr ve sükûn bahşeden bir tefekkür dünyası yaratmıştır. Mucizevî olarak niteleyebileceğim bu tefekkür dünyasını ise zaman ve mekan boyutunu aşan ilahî kaynaklı “Lâyuhtî” yani “Hatâsız” olarak vasıflandırılan Kur”ân-ı Kerîm”i esas aldığı için ortaya koyabilmiştir.
XIII. yüzyılın karışık beşerî ortamından pek etkilenmeyen, kendi düşünce dünyasıyla günümüze kadar feyz kaynağı olan Mevlânâ Hazretleri, bu durumu 26.000 beyitlik ve 6 ciltten müteşekkil Mesnevî’si, Dîvân-ı Kebîr’i ve Fîhi Mâ-Fîh gibi eserleriyle sağlamıştır.
Mevlânâ”nın tam manasıyla günümüze aktarılmadığı ve eserlerinin tanıtılmadığı düşüncesi belki fazla katı, fazla menfî bir iddia olarak karşılanabilir. Üniversitelerimizde, Fars Dili ve Edebiyatı Bölümleri dışında, Mevlânâ ve eserlerinin okutulmadığı bir gerçektir. Tabii olarak, bunun neticesi, Mevlânâ”nın İran kültürü içerisinde gösterilmesidir. Mevlânâ ki, Hazreti Peygamber’in mektubunu yırtan Husrev’i, eserlerinin hiçbir yerinde sözkonusu etmez. O da aynen, kendisinden ikiyuz yıl sonra yaşayan büyük Türk milliyetçisi Ali Şîr Nevayî’nin yaptığı gibi Ferhâd’ı ortaya çıkarır. Şarkın büyük hikâyesinin adını Husrev ü Şîrîn değil, Ferhâd u Şîrîn olarak zikreder.
Bazılarının arastırdığına göre, Türk üniversitelerinden sadece üçünün Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerinde Farsça dersi bulunmaktadır. Tabii ki Farsça dersi ile Farsça metin örnekleri de, bizim Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’nde yaptığımız gibi, Mevlânâ”nın eserlerinden seçilmektedir. Diğerlerini de öyle kabûl edelim!
Mevlânâ Hazretleri, Türkçe düşünüp o zamanın geleneğine göre Farsça yazmıştır. Düşünce Türkçe olduğu için, Farsça’sı, Türkçe olduğu için, Farsça’sı, Türkler tarafından yabancı bilinmemiştir. Ayrıca İslami Türk Edebiyat’ında şâirler Farsça bildikleri için de feyiz ve ilham kaynağı olarak, Mevlânâ”yı benimsemişler ve Mevlânâ, XVIII. yüzyıl sonlarına kadar, Türk Kültürü içerisinde özümsenmiştir. Bu yüzyılda Mevlevî şâirlerinin en büyüğü olarak kabul edilen Şeyh Gâlip’in yanısıra Mevlevî Şâirler Tezkirelerini dolduracak kadar zengin Mevlevî şâirler topluluğuna rastlanır. Ama araya giren çeşitli nedenlerle, artık Mevlânâ günümüze aktarılamamıştır.
Günümüzde, “Dili benden olmayanın edebiyatı da benden değildir” düşüncesi dolayısıyla Mevlânâ, Türk Edebiyatı ve Türk Düşüncesi dışında bırakılmaya yüz tutmuştur. Halbuki araştırmalar, Anadolu’nun Türkleşmesinde, İslamlaşmasında, alperenler kadar Mevlânâ”nın da etkin rol aldığı neticesini ortaya koymaktadır.
Mevlânâ, İslamî Türk düşüncesini, Selçuklu’nun o günkü şartlarına uygun olarak, Farsça yazıp İslamî Türk Edebiyatı’nın Anadolu’da temellerini atmıştır. Bu atılan sağlam temeller üzerinde de altı asırlık kültür âbidesi imâr edilip yükseltilmiştir.
Geçmişte, her müslüman Türk ailesinin evinde Kur”ân-ı Kerîm yanında, Mevlânâ”nın Mesnevî’sini, Kadı İlyasın Şifa-i Şerîf’ini, daha sonraları Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini ve Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’sini görmek mümkündü.
Büyük camilerde ve tekkelerde Mesnevî okunur, Mesnevîhân kadroları bulunurdu. Bugün olduğu gibi, câmilere cemaat beş vakit namazı kılmak için gelmez, bu Mesnevî derslerinin zevkine vararak, onları dinlemek üzere de gelirlerdi. Câmiler medreselerle iç içeydi. Dergâhlar, zâviyeler, tekkeler bilgili kimselerin bulunduğu birer feyiz ve irfan yuvasıydı.
Günümüzde ilimlerin çeşitli yönlerde gelişmesi, medya ve çeşitli kurumlar… bazı şeylerin halini kolaylaştırırken, mesela: Mevlânâ”nın kültürümüz üzerindeki etkisi, daha doğrusu günümüz gençlerine tanıtılması, günümüze aktarılması konusunu güçleştirmiştir.
Sokrat’ı, Firdevsî’yi, Şekspir’i, Göthe’yi tanımayan, onların eserlerinden haberdar olmayan, kendi edebiyatlarında tahsil görmeyen bir Yunanlıyı, bir İranlıyı, bir İngilizi, bir Almanı düşünebilir miyiz? Tabii ki hayır! Çünkü onlar bu kültür üzerine kurulan temelin sağlamlığının bilincine kavuşmuşlardır. Biz Türkler ise bu kültürü teşkil eden temel taşlarını basit görmekten ziyade önemsememişiz. Yeni yetişenlerimizin inanacak, okuyacak büyükler arastırdıklarında, bu yabancı kaynaklarla, bu kendi örfüne aykırı, inancına yabancı kimselerle karşılaşıp, onları okuyup onların mensup olduğu millete hayranlık duyup, kendilerini tanıyamadıkları için de komplekse kapılmalarına sebep olmuştur.
Günümüzdeki pekcok problemin temelinde bunu aramak gerekir.
Türk toplumunda artık mesnevîhânlar yoktur. Tekkelerin kapatılmasıyla da Mesnevî okunmaz olmuştur. Mevlânâ yılda bir iki kere, o da sadece Konya’da medfûn olduğu için, çeşitli mahallî kuruluşlar tarafından düzenlenen, bazan turistik mahiyette anma programlarıyla gündemde tutulmuş, bilâhare Üniversitenin bu işe el atmasıyla ilmî bir veche kazandırılmaya çalışılmıştır.
Selçuk Üniversitemizin bu faaliyetleri takdire şayandır. Lakin Mevlânâ”yı günümüze aktarmada yeterli değildir. Merhum Prof. Dr. Nâfiz UZLUK’ün 1963 yılında Yeni Meram Gazetisi’nde çıkan yazıları da, Mevlânâ adına kurulacak bir Enstitü’nün kurulmasıyla ilgili pekçok çalışmalar yapılmış ve yazışmalar olmuşsa da bir sonuç alınamamıştır.
Netice olarak,
Üniversitemiz bünyesinde, Konya’da, bir Mevlânâ Araştırmaları Enstitüsü kurulmalı, Mevlânâ, ve eserlerinden örnekler, Fen-Edeb. ve Eğitim Fakültelerinden Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde Seçmeli Farsça dersi ile birlikte okutulmalıdır.
BİBLİYOGRAFYA
1) Prof. Dr. Meliha Ülker ANBARCIOĞLU, Fîhi Mâ-Fîh, Millî Eğitim Bas., İstanbul 1974
2) Abdülbaki GÖLPINARLI, Fîhi Mâ-Fîh, İstanbul 1959, Yükselen Matbaası
3) Abdülbaki GÖLPINARLI, Mevlânâ Celâleddin, Hayatı, Felsefesi, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler, İstanbul, 1959, Ceylân Matbaası.
4) Ahmet ATEŞ, Farsça Grameri, İstanbul Edebiyat Fak. Bas. 1962