Gavsi Baykara (ö. 1967) (Bestekâr, Neyzen)

Gavsi Baykara (ö. 1967)

(Bestekâr, Neyzen)

TEKKE KAPISI – BAYRAM ALİ KAYA

Asıl adı Ahmed Gavsi olan Gavsi Baykara, Yenikapı Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Abdülbâki Baykara Dede’nin büyük oğlu olup 24 Mart 1902’de1239 Yenikapı Mevlevîhânesi’nin harem dairesinde dünyaya gelmiştir. Annesi, Abdülbâki Baykara Dede’nin ilk eşi Şevkiye Hanım olan Gavsi Baykara, ilk eğitim bilgilerini babasından aldıktan sonra, Mekteb-i Osmânî’ye girmiş ve üç yıl devam ettikten sonra buradan ayrılmıştır. Gavsi Baykara, daha sonra Galatasaray Mekteb-i Sultanîsi’ne kaydedilmiş; ancak I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine okulun bir kısmı hastane yapılıp diğer kısmı ise sadece gündüzcü olarak eğitime devam ettiğinden Gavsi Baykara buradan da ayrıl­mak durumunda kalmıştır. Akabinde, Yenikapı Mevlevîhânesi’ne yakınlığı da dikkate alınarak Davudpaşa Sultanîsi’ne gönderilen Gavsi Baykara, daha sonra babasının tâlimatıyla Dârülhilâfet-i Aliyye Medresesi’ne girip eğitimi­ne burada devam etmiş; ancak kaynakların bildirdiğine göre, çeşitli sebepler­den ötürü bu okuldan da mezun olamamıştır.1240

Aynı zamanda devrinin ünlü neyzenlerinden ve bestekârlarından biri olan Gavsi Baykara, devam etmeye çalıştığı resmî okullardaki eğitimin yanı sıra, doğup büyüdüğü Yenikapı Mevlevîhânesi’nde geleneksel Mevlevî terbiye­si ve kültürünü de almıştır. Mûsiki alanındaki ilk bilgilerini küçük yaşta ve aynı zamanda kendisi de çok iyi bir mûsikişinas olan büyükbabası Şeyh Mehmed Celâleddin Dede’den almış ve on beş yaşında iken, kudümle bütün küçük usulleri velveleli olarak vurmasını öğrenmiştir. Dedesinin vefatının ardından, babası tarafından kendisine hoca olarak tutulan Hâlid Dede’den ney meşkine başlamış, bilâhare dergâhın neyzenbaşılığına getirilen Rauf Yektâ Bey’in öğrencileri arasına katılmak sûretiyle diz öğrenmiş ve ayrıca Ahmed Irsoy’dan da istifade etmiştir.1241

Yine kaynaklarda belirtildiğine göre Gavsi Baykara, 1919 yılında ve on yedi yaşında iken Yenikapı Mevlevîhânesi’nde mutrıba çıkarak baş dede olmuş ve bu görevini tekkeler kapanıncaya kadar sürdürmüştür. Gavsi Baykara, aynı zamanda bir ilim irfan ve sanat ocağı olan Yenikapı Mevlevîhânesi’nde bulunduğu yıllarda ayrıca, aralarında Tanbûrî Cemil Bey, Ûdî Nevres, Suphi Ezgi, Bestenigâr Ziyâ Bey, Lemi Atlı, İsmail Hakkı Bey, Râkım Elkutlu ve daha birçok ismin bulunduğu devrinin üstatlarını da tanıma ve kendilerin­den istifade imkânı bulmuştur.1242

Gavsi Baykara, askere gittiği ve yirmi iki yaşında bulunduğu 1925 tarihin­de tekkelerin kapatılması üzerine, dönüşünde bir süre Adana’da İtibâr-ı Millî Bankası’nda memur olarak çalışmışsa da mûsikiden kopamayarak istifa etmiş ve İstanbul’a dönmüştür. Hakkı Göktürk’ün kaydettiğine göre Gavsi Baykara, 1941 yılında Sadettin Arel tarafından İstanbul Belediyesi Konservatuvarı İcrâ Heyeti’ne neyzen olarak alınmış ve bu döneme kadar bestelediği yüz elli kadar eserini yırtarak yerine daha olgun ve özlü beste­ler yapmaya başlamıştır. Yani bir diğer ifadeyle onun bugün elimizde olan eserleri esas itibarıyla kırk yaşından sonraki dönemine âittir. Bir bestekâr olarak daha ziyâde saz eserleri meydana getirmiş, şarkı­lara ise ikinci derecede önem vermiş olan Gavsi Baykara, anılan dönemden sonra toplam altmış eser bestelemiş ve daha ziyâde piyasada çalışmıştır. Yılmaz Öztuna’nın verdiği listeye göre bes­telerinden başlıcaları şunlardır: 1. Arazbâr-Bûselik Saz Semâisi, 2. Arazbâr-Bûselik Peşrevi, 3. Hüseynî (Devr-i Kebîr), 4. Isfahânek Saz Semâisi, 5. Isfahânek Peşrevi 6. Sâzkâr Peşrevleri, 7. Acem-Aşîrân Saz Semâisi, 8. Bayâtî-Arabân, 9. Bestenigâr, 10. Bûselik Saz Semâisi, 11. Kürdîli Hicazkâr, 12. Nihâvend Saz Semâisi, 13. Sultanî-Yegâh Saz Semâileri, 14. Sûznâk Aksak Şarkı, 15. Sûznâk Düyek Şarkı. Hakkı Göktürk ayrıca, “Rüzgâr”, “Yankı”, “Deniz ve Mehtab” gibi modern usuldeki eserlerini sanatçının çok sevdiği­ni belirtmiştir. Gavsi Baykara’nın en ünlü besteleri arasında ise Sûznâk makamında ve Düyek usulünde bestelediği, günümüzde hâlâ çalınıp dinlenilmekle birlikte kaynaklarda güftesinin kime âit olduğunun bilinmediği kaydedilen “Dokunma kalbime zîrâ çok incedir kırılır/O tıpkı mâbede benzer ki orda hıçkırılır” dizeleriyle başlayan şarkısı ilk akla gelendir.1243

Gavsi Baykara, rûmî 1337 milâdî 1921 yılında İbrahim Efendi’nin kızı Fatma Senîha Hanım ile evlenmiş ve bu evlilikten Zahrüddin Lâmi1244, Hadrâ ve Ekrem1245 adlarında üç çocuğu dünyaya gel­miştir. Bestekârlığının yanı sıra öğreticilik vasfı da bulunan, bazı kaynaklarda Eyüp ile Üsküdar Mûsiki Cemiyetlerinde ders verdiği belirtilen Gavsi Baykara, aralarında Neyzen Ahmed Doğan Özeke, Aka Gündüz Kutbay, Niyazi Sayın ve İsmail Hakkı Özkan’ın da bu­lunduğu birçok öğrenci yetiştirmiş, ayrıca Belediye Konservatuvarı İcrâ Heyeti’nde kudümde Nezih Uzel’in selefi olmuştur.1246

Neyzenler Kahvesi1247 adlı eseri yayına hazırlayan neyzen Süley­man Seyfi Öğün, hocası Ahmed Doğan Özeke’nin hâtıraları çer­çevesinde, hocası ile onun hocası Gavsi Baykara arasındaki ilişki­leri sadedinde şu kayda yer vermektedir:

Gavsi Baykara, Rüsûhi Baykara, Baki Baykara

“Doğan Bey’in ney üslûbunun tekke üslûbu olduğunu belirtmiştim. Doğan Bey neyi Gavsi Baykara’dan meşk etmişti. Hocasını çok se­verdi. Ama onun eksik ve kusurlarını yeri geldiği zaman söylemeyi de bilirdi. Bunu muzip bir edayla dile getirirdi. Anlayabildiğim ka­darıyla, Gavsi Bey ile aralarındaki ilişkinin koyu bir Bektâşî tarafı vardı. Onların hoca talebe olmaktan öte bir dostlukları olduğunu seziyordum. Anlattığı bazı olaylara bakacak olursak gâliba zaman zaman hocasının onu, onun da hocasını incittiği olmuş. ‘Ahh Gavsi Hoca nasıl da beni oyuna getirdi’ ya da ‘Onu bir güzel tongaya dü­şürdüm’ gibisinden sözlerini hatırlıyorum. Ama hiçbir şey bu iki insan arasındaki dostluğu bozamamış. O kadar ki Gavsi Bey ünlü ‘Yankı’ isimli Saz Semâisini Doğan Bey’e ithaf etmiştir.1248

Ahmed Doğan Özeke, anılan eserinde kendisine has üslûbu ile hem “Gavsi, sazından başkasına gücü yetmeyen fukarâ çalgıcı” şeklinde tavsif ettiği hoca­sı, hem de onun yakın çevresi hakkında hayli çarpıcı bilgiler vermiştir. Aynı zamanda bir hoca ile öğrencisi arasındaki samimi ilişkiyi gözler önüne seren bu bölümden bazı pasajlar sunmayı yararlı buluyoruz.

“Hocam Şeyhzâde Gavsi Baykara’ya Dair: Dede’nin (Yenikapı Mevlevîhânesi sâkinlerinden Neyzen Osman Dede) ayağa kalkarak karşıladığı ender kişiler­den biri de Gavsi Baykara, Yenikapı Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Abdülbâki Baykara Dede’nin büyük oğlu. Ortadan biraz uzunca, keskin bakışlarını alay­cı bir gülümsemeyle derinleştiren, insanlarla hissettirmeden dalga geçen bir adamdı. Ana dili Arapça, baba dili Farsça, tekke dili Türkçe. ‘‘Olur mu öyle şey?’ demeyin. Bu şeyhzâde kısmının eğitimi bambaşka oluyor…”1249

“Annesiyle konuşması gerektiğinde Arapça söylemek zorunda. Kadıncağız, (O da bilmem hangi tekke şeyhinin kızı) oğluna Türkçe bilmezi oynuyor. ‘Annemin Türkçe bildiğini Sultanî’ye başladığım zaman öğrendim’ der­di hoca. Babasıysa Türkçe ve Arapça sorulara cevap bile vermiyor. İlle de Farsça olacak. Şeyhzâdelerin, iptidâi dediğimiz ilkokul tahsili tekkede. İşte Türkçe’yi de orada kullanıyor. Maârifin cebrî derslerine ilâveten, Yunanca da öğrenmesi lâzım. Heybeliada’dan bir daskalos tutmuşlar. Adamcağız her Allah’ın günü Heybeli’den kalkıp taa Yenikapı Mevlevîhânesi’ne gitmek zorunda. Kolay mı, meşîhatle Patrikhâne arasında şifâhi anlaşma var. Bu böylece bir yıl kadar devam etmiş, daskalos İslâmiyeti seçip kapağı tekkeye atınca Rumlar yaygarayı basmışlar. ‘Verin pâreliyelim!’ diyecekler akılları sıra. Şeyh Efendi de ‘Buyrun alın’ demiş. Sonra da, ‘Sıkıysa!’ lafına da ben­zer bir şeyler söylemiş. Ortalık sütliman… On yaşına girince aynı anlaşmaya müstenîden Hahambaşı da tekkeye bir Raben göndermiş…Şeyhzâde kısmı rüştiye sırasına gelinceye kadar beş dili çatır çatır konuşacak da, rüştiyede de Latinceden gayrı Frenk dillerinden birini, tercihan Fransızcayı öğrene­cek. Bizim şeyhzâde hazretleri bu beş dili kıvırıp son sınıftan terk edeceği Sultanî’ye girmiş…”1250

“Bir gün Sahaflar’dan beraberce geçerken, farza uyduk, tavaf eyliyoruz. Emin Efendi’nin sergisiydi gâliba, hoca taşbasması bir kitap buldu. ‘Bak Doğan’ dedi. ‘Bu sana yarar işte! Molla Câmi’nin Aruz hakkındaki kitabı’. Sonra kitabı açıp rasgele okumaya başladı. Ama tatsız… duraklaya durakla-ya okuyor. Vallahi ben bile daha hızlı okurum. ‘Herhalde öbür cümleyi sök­mek için zaman kazanmaya uğraşıyor. Vah ki kimlerden medet umuyorum? Adam eski yazıyı bile unutmuş’ diye düşündüm. Dairelerden, bahir: ‘erci eri ti i an’ bahsederken birden durdu. Kitabı bana uzattı. ‘Ama’ dedi, ‘senin işine yaramaz… Farsça bu…’. İnanmadım, inanamadım. Kitabı bu inanmaz­lıkla karıştırdım. Gerçekten anlamadığım bir dil. Adam Farsçasını içinden okuyup anında Türkçeye çevirmekteymiş meğer. Ben nerelerdeyim?.. Sırf o günkü dersin hâtırası olsun diye, on beş lirama kıyıp aldım o kitabı. Kütüp­hanemin bir yerlerinde durur. O günkü dersim şeyhzâdeliğin ne menem şey olduğuydu…”1251

“…Ama düşünmek lazım ki bu adam on yedi yaşından beri en düşük seviye­deki çalgıcılarla beraber yaşamak zorunda kalmış. Ekâbir müzisyenler bunu aralarına almaya çekinmişler. Kimi babasının nüfuzundan, kimi de hocanın ilminden korkmuş. Öyle ya, kendi yalınkatlıkları meydana çıkacak. Suphi Ezgi’yle Sadettin Arel ellerine geçirdikleri Arapça elyazması bir nazariyât ki­tabında, tanbur perdeleri arasındaki ölçü birimi olarak kullanılan ‘Erba’ sözü­ne takılmışlar. ‘Dörtlü’ deseler olmuyor, ‘Araba’ deseler uymuyor. Halil Can olayı şöyle anlattıydı: ‘Gavsi müzakereleri bir müddet güle güle dinledi, son­ra sazını çıkarıp üflemeye başladı. Sadettin Bey de o zamanlar konservatuvar müdürü ya titizlendi, ‘Sırası mı şimdi Gavsi Bey?’ dedi. Gavsi sazını torbaya, torbayı da koltuğunun altına yerleştirdi. Tam kapıdan çıkarken ‘Arpadır o Sadettin Bey, bildiğin arpa! Arabayı marabayı da nerden çıkardınız?’…”1252

“Askerden döndükten sonra kendimi çanak çömlek arasında görmeye başla­dım. Çocukluk bitmiş, adamlık devrine gimiştim. Meyhâneye filan başlamış­tım. Fransız sefaretine gelmezden önce, tam Zambak Sokağı’nın başında, o zamanın meşhûr Otomatik Birahanesi vardı. Yarı barımsı, yarı meyhânemsi bir yer. Meyhâne tezgâhını yuvarlaklaştırmışlar. Olmuş sana bar. İşte oraya dadanmıştım. Barmen, Yorgo adında ihtiyar bir Rum. Yüzü gülmez, suratsız herifin tekiydi. Her akşam gidip bir iki tek atıyorum. Eh, bahşişim de fena değil! Artık Yorgo selam vermek tenezzülünde bulunuyordu.

-Kalispera Yorgakimu.

-Kalispera kalispera…

-Ti ekhi ti denekhi? (Ne var ne yok?)

-Tipota denekhi… (Bir şey yok)

Eh, benim Rumcam da bu kadar işte! Artık talebeliğin de bitmiş olabileceği ümidiyle Hoca’yı meyhâneye davet ettim. Yorgo’yla selamlaşıp kuskuslana-cağım. Yorgo, ‘Raki mi itsezeksin Gavsi?’ demez mi? Afalladım. Bunlar Rum­ca muhabbete giriştiler ki, ben yokmuşumcasına. Dut yemiş bülbül, demek benim gibi olurmuş. Meyhânede bile hayat dersi vermişti bana rahmetli. Ta­lebeliğim mi? O devam etmede çok şükür! Gavsi Baykara’nın irtihâline kadar onun talebesiydim…”1253

Gavsi Baykara hakkında değerlendirmelerde bulunan bir diğer isim olan Ah­met Nezihi Turan, esâsen “Sâmiha Ayverdi’nin Geleneğe ve Milliyetçiliğe Bakışı” üzerine kaleme aldığı bir tebliğinde, konuya giriş sadedinde ve bir kısmına yukarıda değinilen bazı bilgileri, alıntı yaptığımız Neyzenler Kahve­si adlı kitaptan naklen anlatmış, ayrıca bazı tespitlerde bulunmuştur:

“Gavsi Baykara’nın bir Sûzinâk Şarkısı vardır; hassas bir kalbin nağmesidir:

Dokunma kalbime zîrâ çok incedir kırılır
O tıpkı mâbede benzer ki orda hıçkırılır

Baykara, Yenikapı Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Abdülbâki Dede’nin oğluy­du. Tıpkı babası ve Mevlânâ soyunda gelen diğer şeyhler gibi terbiye edilmişti. Tekkeler kapatıldı ve mevlevîhânenin müstakbel şeyhinin hayatı apayrı bir maceraya girdi. Halbuki babası, dedesi Mehmed Celâleddin Dede’nin ölümü üzerine, yirmi dört yaşında şeyh olmuş, oğlu Gavsi’yi kendisinin geç­tiği terbiye ile yetiştirmişti. Tekkelerin seddi ile emlâk ve akara da el kon­muştu. İkisi de, daha doğrusu diğer oğlu Rüsûhi ile birlikte ortada kaldılar. Abdülbâki Dede, edebiyat ve ilâhiyat fakültelerinde Farsça profesörü olarak çalıştı. 1933 tensîkatında bir daha işsiz kaldı. Şair, mûsikişina ve şeyhti. İlk ikisi maişet sağlayan işler değildi. Üçüncüsü elinden alınmış, üniversitedeki görevine de son verilmişti. İki yıl geçmeden fakru zarûret içinde göçtü. Bale yapmak için yetiştirilen birine tek alternatif olarak yağlı güreş yapma şansı verilmesi, oğlunun durumuna da fazla benzetilebilir.”1254

Kaynaklarda son derece derbeder bir hayat yaşadığı ve son yıllarını felçli olarak Dârülaceze’de geçirdiği bildirilen Gavsi Baykara, 15 Kasım 1967 yılında,1255 altmış beş yaşında iken İstanbul’da vefat etmiş ve Hâmûşân’a defn olunmuştur.1256


1239  Bâki Baykara’nın verdiği; ancak mâlesef birçok âile ferdinin hem isimleri, hem de tarihleri ba­kımından hatalarla dolu olan âile nüfus kayıt örneğinde, Gavsi Baykara’nın doğum tarihi 01.07.1902 olarak kaydedilmiş ve ilgili for­mun düşünceler bölümünde, “1318 olan do­ğum tarihi milâdîye çevrilmiştir. 5490 Sayılı Kanun’un 39. maddesi ve Nüfus Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün 07.08.2006 tarihli oluruna dayanılarak, doğum tarihi tamamlama işlemi yapılmıştır.” açıklamasında bulunulmuştur. Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere Gavsi Baykara’nın resmî nüfus kaydında bildi­rilen 01.07.1902 tarihi doğru değildir (HN).

1240  Hakkı Göktürk, “Baykara, Gavsi”, İst.A, İstan­bul 1960, IV, 2277; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 103; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 55.

1241  Hakkı Göktürk, a.g.m., s. 2277; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 103; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 55-56.

1242  Ahmed Doğan Özeke, Neyzenler Kahvesi, Bir Neyzenin Hâtırâları, haz. Süleyman Seyfi Öğün, İstanbul 2000, s. 64; Hakkı Göktürk, a.g.m., s. 2277; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 103; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 56.

1243  Ahmed Doğan Özeke, a.g.e., s. 48; Hakkı Gök­türk, a.g.m., s. 2277; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 103; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 56-57.

1244  Abdülbâki Baykara Dede, Defter-i Dervîşân’da torunu Zahrüddin Lâmi ile ilgili olarak, “5 Cemâziyelevvel 1341, 24 Kânûn-ı evvel [1]338. Hafîdim Zahrüddin Lâmi‘e sikke-i şerîfe tekbîr olunmuşdur.” kaydına yer vermiştir (bk. Defter-i Dervîşân-II, vr. 81b).

1245  Bâki Baykara’nın bize anlattığına göre, Ekrem Baykara’nın adı aslında “Erkan” olarak konul­mak istenmiş; ancak nüfus memurunun yanlış bir şekilde Ekrem olarak yazması üzerine adı hem resmî kayıtta, hem de kullanımda Ekrem şeklinde kalmıştır (HN).

1246  Ahmed Doğan Özeke, a.g.e., s. 53; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 103; Nezih Uzel, “Yenikapı Mevlevîhânesi”,  Osmanlı  Ansiklopedisi,  İstanbul 1996, II, 216; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 56, 62.

1247  Aynı zamanda Gavsi Baykara hakkında ayrıntı­lı bilgilere yer veren bu eserle ilgili ve özellikle Abdülbâki Dede hakkında ileri sürülen iddia­lara ilişkin bir değerlendirme için bk. Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 57-58.

1248  Ahmed Doğan Özeke, a.g.e., s. 8; A. Doğan Özeke ayrıca, Gavsi Baykara’nın Sâzkâr peş­revini de bir diğer öğrencisi olan Aka Gündüz Kutbay’a ithaf ettiğini bildirmektedir (bk. Ah-med Doğan Özeke, a.g.e., s. 54).

1249  Ahmed Doğan Özeke, a.g.e., s. 28.

1250  Ahmed Doğan Özeke, a.g.e., s. 28-29.

1251  Ahmed Doğan Özeke, a.g.e., s. 30.

1252  Ahmed Doğan Özeke, a.g.e., s. 32.

1253  Ahmed Doğan Özeke, a.g.e., s. 33-34; Gavsi Baykara’ya ayrılan bu bölümün tamamı için bk. Ahmed Doğan Özeke, a.g.e., s. 28-34.

1254  Ahmet Nezihi Turan, “S. Ayverdi”nin Gelene­ğe ve Milliyetçiliğe Bakışı” Vefâtının 10. Yılın­da Sâmiha AYVERDİ’nin Hâtırasına 3. Bin Yıla Girerken Türk ve Müslüman Dünyasında Sos-yo-Kültürel Yapının Yeniden Teşekkülü Sem­pozyumu, Bildiriler, 6-7 Haziran 2003, Ankara 2003, s. 255-256.

1255  Gavsi Baykara’nın ilgili kaynaklarda 15 Kasım 1967 olarak bildirilen vefat tarihi, âile nüfus kayıt örneğinde 16. 11. 1967 şeklinde kayıtlı­dır (HN).

1256  Hakkı Göktürk, a.g.m., s. 2277; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 103. Müzik Ansiklopedisi adlı eserde, Gavsi Baykara’nın babasının ölümünün ardın­dan 1919 yılında Yenikapı Mevlevîhânesi’nin şeyhi olduğu kaydına yer verilmektedir (bk. “Baykara, Gavsi”, Müzik Ansiklopedisi, İstan­bul 1992, I, 168), ki bu bilgi doğru değildir; zîra hem dergâhın son şeyhi olan Abdülbâki Baykara Dede’nin vefat tarihi 1935’tir, hem de Gavsi Baykara’nın dergâh şeyhliği söz konusu değildir (HN); Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 56.