GİDENLERE SELAM OLSUN – Bilal Kemikli

GİDENLERE SELAM OLSUN

Ölüm nedir? Derviş için vuslat değil mi? Sırlanmak, sır olmak değil mi? Yokluk âleminden varlık âlemine göç değil mi? Vatan-ı asliye yolculuk değil mi? “Gel!” emrine ittiba değil mi? Dönüş değil mi?

Sahi ölüm nedir?

Sen onu yokluk olarak an, ama derviş için gerçek varlığa eriştir.  Aşık için sevgiliye varıştır.

Bayrama bir vuslat, bir eriş, bir varış haberiyle ulaştık. Ne garip tecelli; sana göre matem mevsimi, aşığa göre düğün bayram. Tam da manaya uygun bir yolculuk.

Telefonun öteki ucundaki dostum, Kütahyalı Hafız Mehmet Efendi’nin bekâ semtine göçtüğünü haber veriyordu. Göçmüş, dostları sırlamışlar, haber veriyorlardı… Geç gelen bir haber. Demek ki, son yolculukta dost halkası içinde bulunmak nasip değilmiş. Ne diyelim? Hak rahmet eylesin.

Onu geçtiğimiz ay, Ramazandan birkaç gün önce, TRT’ye çektiğimiz Kalanlara Selam Olsun belgeselinin Gaybî bölümü dolayısıyla ziyaret etmiştik.  Hasta haliyle bizleri ağırlamış, udî torununun eşliğinde Gaybî’nin nefeslerinden ilahiler okumuştu.

Ne hoş bir meclisti. Bir yanda çekim ekibi, öte yanda başka ziyaretçiler.  Gaybî aşığı ve hizmetkarı Hafız Mehmet Dumlu Efendi coşkun bir derya gibi feryad ediyordu: “Cânı olmayan zâhid cânânı nerden bilsin?”

Biraz sohbet ettik, Kütahya’yı, Gaybî’yi, ressam Ahmet Yakuboğlu’nu, yapılan türbeyi konuştuk… Çekim ekibi kayda aldı. Fakat başka kayıt cihazları daha vardı; gönüller… Musiki ve tarih yanyana olunca, sohbet meclisi başka bir güzelliğe kavuşuyor.

O güzelliğin fotoğrafını hangi cihazla çekeceksiniz?  Fotoğrafçımız habire deklanşöre bastı, kameraman kaydetti… Fakat, onların çektiği gölgeden ibaretti. Asıl, insanın iç âleminde bir cihaz var ki, asıl kaydı o yapıyor. Velhasıl o mecliste güzel kayıtlar yapıldı.

Şimdi vuslat haberini işitince, gözümün önünde o meclis yeniden canlandı. Sonra yıllar öncesine gittim… Gaybî konusunda bir doktora hazırlamaya karar verince, Sivas’tan sonra ikinci şehrim Kütahya olmuştu.  Doksanlı yılların başı, Kütahya’da üniversite henüz kurulma aşamasında, şehir sakin mi sakin, dingin mi dingin. Ankara’dan her gelişimde o sukûneti ve dinginliği hissederdim. Vahit Paşa Küütüphanesi, Belediye Kütüphanesi ve en önemlisi Divan şiirinin adeta bir başka sayfası gibi açılan Kütahya sokakları… Şeyhî’yle, Ahmedî’yle ve Ergun Çelebi’yle seyahat.

İşte o seyahatlerden biri, bendenizin yolunu Yeşil Cami’ye çıkarmış ve orada imamlık yapan Mehmet hafızla tanışmamama vesile olmuştu. Namaz sonrası Nimet Çini’de tavşankanı çayların eşliğinde Gaybî sohbeti başlamıştı. Kâmuran bey sehpaya demli çayları birer birer getirirken nefeslerin biri bitiyor ötekisi başlıyordu.

Sonraki ziyaretlerimde İstanbul’u da konuştuk… İstanbul hafızlarını, mevlidhanlarını ve musikişinaslarını.  O hatıraların yayınlanmasını ne kadar çok istedim. İstanbul’un ve Kütahya’nın musiki kültürü, bilhassa tekke musikisi ve hafızlık geleneğine ilişkin çok güzel bilgilere sahipti. Torunlarından eli kalem tutan birine bu konuyu açmış, kendisine de söylemiştim; bu hatıralar kayda geçsin diye… Bilmem ki, ne oldu.

Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, Gaybî için yola çıkmıştım… Bu yol bendenizi Kütahya’nın yetiştirdiği yaşayan iki ulu çınarına ulaştırmıştı: Ressam Ahmet Yakuboğlu ve Hafız Mehmet Dumlu. Şimdi aldığım haber bu çınarlardan birinin Hakka yürüdüğünü haber veriyordu.  Hak rahmet eylesin! Dilerim ki, onun Kütahya’da yaptığı hizmetler devam etsin; o kültür ocağının dumanı hep tütsün. Gidenlere selam olsun!