GLOBALLEŞME KASIRGASINDA YER ALAN DERVİŞLER
Anouar Majid Çev: İshak Doğan
Yaklaşık olarak 800 yıl önce, Rumi’nin doğumunda -ki Konya’nın Celaleddin’in doğum yeri değil, defnedildiği yer olduğunu biliyorum- dünya, 13. yüzyılda İslam’ın anayollarıyla mümkün hale gelen globalleşme türünü henüz tecrübe etmemişti. Rumi’nin yolculuğu, sonsuz ününe yaklaşmıştı, onun nüfuzu insan bilincinin ne plus ultra’sına doğruydu, anavatanı olan Konya’da kabul edilen duaları, klasik İslam’ın, ülkenin (daru’l-islam) baştanbaşa genişliği ve uzunluğunu keşfetme ve öğrenme için nasıl güçlü bir dürtü olduğunu gösteren mükemmel örneklerdir. Bu, alimlerin Batı’dan Doğu’ya (Endülüs doğumlu Muhyiddin İbn Arabi olayında olduğu gibi), Doğu’dan Batı’ya (Rumi’nin olayında olduğu gibi) göç etmesine, kişisel ve toplumsal anlayış olarak dinsel yolu seçmesine izin veriyordu. Mevlana Celaleddin Muhammed b. Muhammed el-Belhi el-Rumi’nin uzun ismi, onun yaşadığı kültürel soy ağacının bir türüdür. Adının bölümleri, onun kendi yolculuğu için işaret taşıdır; en azından Franklin Lewis’in araştırmasına göre Belh’teki bir aileyle başlayan, Rumi’nin doğduğu yer olan Vakiş’ten ayrılması, ardından Semerkand’a, Moğolların saldırılarının arifesinde bugünkü İran’a, ardından Mekke’de zorunlu olarak durmuş olan hacılarla birlikte Bağdad’a, Şam ve Haleb’in kuzeyine doğru yolculuğu, daha sonra “Rum Selçuklularının Farsça konuşulan yer” olan Anadolu’ya, Selçuk prensi Alaaddin Keykubad (1219-37) tarafından Konya’daki tek medrese olan Altunapa Medresesi’ni yönetmek için davet edilen, daha sonra sultanın uleması olarak bilinen babası Bahaeddin’in yaşadığı yere yolculuğudur. Bu, Anadolu’nun İslamlaşmasının bir süreç bölümüdür; çalışan sınıf, esnaflar ve tüccarlar doğal olarak, Sufizmin anti-elitist yolları ve popülist metodlarıyla İslam’a çekilmişti. Baha’nın ruh felsefesi –ruh alemine dalma, via purgativa ve zikir, buna ek olarak onun teoloji bilgisi ve kanunlar, mükemmel bir reçete meydana getirmişti.
Anadolu bu bölgede, mütemadiyen dünyadaki insan yerleşiminin gerçekleştiği en eski bölgedir. Genç Rumi, İslam’ın deneyim ve bilgisini tamamladı. Müderrislerin vekaleti, esin kaynakları, ruhsal birlikler ve arkadaşlıklar –Seyyid Burhaneddin Muhakkık, Şafii Şemseddin Tebrizi, Salahuddin Faridun veya Zarkub (ö. 1258) ve Türk Şafii Husameddin- Rumi’nin bilgisini arttırmak için aniden ortaya çıktı, onun mistik deneyimini derinleştirdi, onun sanatsal duyarlılığını teşvik etti ve onu dünyanın en verimli ve en etkili şairlerinden birine dönüştürdü. (Birçok olayda, Hüsameddin tarafından gözden geçirilen ve düzenlenen onun son antolojisi, Farsça konuşulan yerlerde ve Hindistan alt kıtasında, ikinci Kur’an olarak tanımlandı; ben Türkiye’yi de bu bağlamda kabul ediyorum). İbn Arabî, bir söylentiye göre, Konya’yı, Rumi’nin ailesi Konya’ya gelmeden önce 1210’da ziyaret etti. İslam’ın kronik seyyahlarından İbn Battuta 1332’de, “Şair-Şeyh”in ölümünden sonra durdu; Mesnevi’nin etkisini ve Mevlevi tarikatının usullerini gerektiği gibi not etti. Elbette, birkaç kez Şam’ın gerisine ve ötesine gitti; kabul edilmiş inanışlara ters düşen büyük teosofist İbn Arabi’yi, bazı zamanlar geleneksel bilginin araştırmasında, en çok bağlı olduğu Şemseddin’i arıyordu.
Bugün bizim dikkatimizi çeken ne Rumi’nin Veled’lerle ne de halkla Konya’da karşılaşmasıdır, kabul edilen ilk hükümet bu ülkelerin içine ve dışına doğru hareket etti; bir kimse Tacikistan’lı birinin, bir Afganlının ya da bir İranlının Rumi’nin devlet-eyaletler çağındaki yolculuğunu kopya edebilir. Bilgiyi araştırma macerası, kişisel olmayan kağıt çalışmalarının ağırlığı altında kaybolabilir; Şemseddin (görülebilir herhangi bir mesleği, geliri veya son derecede anlamlı bir insan ilişkisi olmayan anti-sosyal bir adam), büyük bir olasılıkla persona non grataolarak düşünülebilir; Khedr’in esrarengiz şekli, görülmeyen dünyanın kılavuzu şüpheyle görülebilir; Rumi’nin tarikatına da otoriteler tarafından dikkatli bir şekilde davranılabilirdi.
Ben bunu sadece size 13. yüzyıldaki müslüman ve aynı biçimde müslüman olmayan kimselerin sahip olduğu muhtemel olanakların elle tutulur bir eğilimini sunmak için söylüyorum. Yolculuk teorik olarak sınırsızdı; fikirler, bölgelerin içine ve dışına hareket ediyordu ve yeni hareketler kolay bir şekilde biçim alıyordu. Franklin Lewis gibi bilim adamları tekrar tekrar Rumi’nin İslamî imana bağlılığının katı olduğunu hatırlatır; onun Peygamber aşkı, onun Sünni Hanefi ekoldeki yeri, ve onun acı çektiren oruç uygulamaları onun bir mistik veya panteist olmadığını, aksine önemli bir müslüman olduğunu, aslında mükemmel bir müslüman olduğunu gösterir. Bunu söylemek, esrarengiz etkiyi ortadan kaldırmaz, şairsel açıdan anlamlandırılmış ve varoluşun (vahdet-i vücud) birliğiyle açıklanmıştır; Sufizm, olsa olsa dünyanın yaratılmasından, dinden önce ne olduğunu, Tanrı’nın haşmetinin bir parçası olan herşeyin nerede olduğunu, gerçeğin iyi ve kötü diye ikiye ayrılmasından önceki zamanın ne olduğunu arayan kimseye geçmişi hatırlatır. Bu mistik görünüş arasında bir kimse Tanrı’ya –bağlanılmış olan yüze- daha fazla yaklaşabilir ve dinden uzaklaşabilir. İlk yerde din ne içindi? Bir sistem, bir davranış kodu, düşmeden önce insan şartlarını denemek isteyen kimseler için bir dua kılavuzu. Diğer sosyolojik faydalar –kültürü oluşturan kurallarla birlikte bir toplum- Sufi’nin macerasına önemsiz bir ilavedir ki, bu görülebilir. Sufi için, ruhun yükselmesi, temel amaçtır; araştıran kimse yavaş yavaş sevgilisinde erir, her şey onun birliği için eski durumuna getirilmiştir, bütün önemsiz ayrılıklar yok edilmiş, bütün taassuplar, birilerinin belirsiz bir gürültü çıkarması gibidir ve dünya kendi çok renkliliğinde göze parıltı verir. Güneşin, Tanrı’nın yüzünün, Muhammed’in kişiliğinin yakınında olmak ve ruhun daha derinlerine inebilmek için, insan ahmaklığıyla, siyasi mücadeleler, olağanüstü ekonomik istekler ve önemsiz kişisel gündemler tarafından rahatsızlık verilmeyen yaratışı görmek gerekir. Bu dünyada yol, kanuna riayet eden teknikler ötesidir –kanunun harfini söyler, ruhunu değil-, orada hiç kimse yoktur, herkes vardır; tarikatlar, partiler, bayraklarıyla uluslar, dinler ya da diller yoktur. Orada sadece ruhun büyülenmiş bir düzen içinde danseden ruhun müziği vardır. Burada her şey bağlantılıdır; bütün insanlar birlik halindedir; doğa tektir ve hiçbir şey ilişiksiz değildir.
Dünya, Müslümanlar ve aynı şekilde müslüman olmayanlar, insanı Tanrıya benzer bir figüre çevirme şeklinde değil, Rumi’nin canlandırmış olduğu ruhtan daha fazlasını bilmeye ihtiyaç duyarlar. 19. yüzyılın büyük Amerikalı filozofu Ralph Waldo Emerson gibi, uyarılmış, aşırı derecede sevilmiş olan İsa, onların çevrelerindeki yok olmak üzere olan kurumları düzenlemeye dikkat çekmiştir; İsa-gibi olmak, onun gibi teşvik etmek zordur, bu nedenle Tanrı’ya daha çok yaklaşır. Aynısı Rumi için de geçerlidir: onu taklit etmeye çalışmak ya da daha kötüsü ona aşırı derecede sevgi duymak boştur; eğer onun hayatı herhangi bir ders veriyorsa, o halde inanan ve Tanrı arasında herhangi bir aracılık olamaz –bir kimsenin Tanrısı eninde sonunda değerli bir mücevher gibidir, içine gömülmüştür, sonunda Tanrı’nın açık seçik yüzüyle karşı karşıya gelmek için ruha yuva yapmış bir bağlılıkla ulaşılabilir. İçteki yolculuk daha uzundur, eşimi ve benim bugün buraya gelmemizden daha daha uzundur. Sufi yolculukları özün yokluğunda sona erer, bedenin hapishanesinden kurtulmaktır, parça parça olmaktır, dünya aklını gözden kaldırmaktır –Sufilerin hedefleri arasında en çok gıpta edilen, aldatıcı nefsi sonuçta cihadla öldürmek, ölüm seni almadan önce ölmektir- ve sonsuz özgürlük ve güzellik dünyasında yeniden doğmaktır.
Mevlevi yolunun, global toplumun karşılaştığı problemleri düzenleyen tek yol olduğunu bilmek çok doğru bir sağgörü değildir. Eğer ben Rumi’nin uygulamalarını eğitimsel bir felsefeye çevirseydim, bütün insanların, herkesin bugün gözünü diktiği çoğulculuk ve Hristiyan-birlikçiliğin çeşitlerini görüşmeye başlamadan önce, (bir kimsenin kendi kültür ve hafızasının sıkı bir anlamına sahip olmak anlamına) kendi ruhsal geleneklerine derin bir şekilde gömülmeleri gerektiğini söylerdim. Rumi, sarsılmaz bir bağlılıkla, inancın yoğunluğunu safhalara daha iyi ayırabilen geleneksel bir İslam alimi olarak buna başladı. Onun durumu şaşırtıcı ve daha çok tatlı bir paradoks ortaya koyar: Daha fazla din, inancı daha doğmatik yapma konusunda gerekli değildir; olabilir, ancak, Rumi’nin durumunda olduğu gibi olmayabilir de. Yetersiz olarak eğitim almanın fanatizme neden olacağı gerçekten olasıdır. Bu sadece dinin konularında değil, bütün hareketlerde ve eğilimlerde meydana gelir.
Bir kez inancın daha derin bir bilgisine ulaşıldığında, o zaman hukukun detayları ve ibadetin ayrıntıları, ruhun yükselen bir onuru olarak yer alır. Müzik ve dans, her ikisi de mutsuz literalistler ve bütün ekollerin ortodoksları tarafından hoş görülmemiş, (gerçeği) arayan kimseyi, varlığın erimesi, sınırların erimesi, bütünün tekliği ve otoritenin zincire vurmasından kurtarmaya başlamıştır. Örnek olarak, Şemseddin Tebrizi, Emerson’dan çok önce çürümekten bahsetti. “Dünyadaki bütün bozulmalar bundan kaynaklanıyor” dedi Tebrizi, “bir kimse, bir başkasını örnek alıyor veya örnek alınan kimseye inanmıyor.” Hiç garip değil, Rumi’yi özgürlüğüne kavuşturan bu kimse altmış yaşlarında, çok önceden kutub veya axis mundi olmuş, geleneksel riyazetin başlığında, sema’yı dualarla ilgili uygulamalarına silah olarak eklemiş, bu nedenle beyitlerin sağanağı onu dünyanın en başarılı ve ilhamlı şairlerinden biri olarak ortaya koymuştur. Aşk, Rumi’yi bir şair, gazellerin bestekarı ve daha sonra, Mesnevi’nin yazarı yaptı. Mesnevi’yi, imanın temel merkezleri üzerine saldırılarda bulunan Moğolların kötü etkisinden sonra İslam’a yeni bir yaşam oluşturmak için düzenledi. Eğer Rumi, 19. yüzyıldaki Nahda hareketinin liderlerinin aksine ortodoksluk üstüne mistisizmi seçseydi, İslam’ın çözümü olarak ruhun sınırsız güçleri nedenlerin sınırlarını darlaştırırdı. Sadece tahminde bulunuyorum, ancak bu yabancı saldırılara verilen alternatif cevapları görmeme yardımcı oluyor.
Bir kimse, Şemseddin Tebrizi ve Rumi’nin göstermiş olduğu durumlarda olduğu gibi, Sufi’nin bilinç makamına ve çoğulculuğa ulaşırsa, çaba göstermeksizin doğal bir sanatçıya dönüşür; bu, kanunun uygulanmasını gerektirmez, sadece doğal olarak sui generis’e neden olur. Bütün inançlar ve ekoller eşit olarak şeyhler tarafından yönetilmiştir, önemsiz ayrılıklar onlar için bir önemi yoktur. Önemli olan Sufi veya Tanrı hakkındaki mistik deneyimdir.
Sufi yolu bu nedenle, bugün aşırılığın ana görüş biçimlerine en karşı olan yoldur, literalizmden globalleşmeye uzanmaktadır. Literalistler için, eleştirilmemiş metin, Rumi için çok kaba olarak gözüken şey tartışılmaz; eğer metinlerin değişken olmayan bir anlamı varsa bu zaman ya da çevre ile değişmez. Literalizm genellikle kaybetme korkusu, metni çevirme, Arapların söylediği gibi hibrun ala warak biçiminde yöneliş gösterir. Kutub’un farklı bir türü –kırılgan ve kararsız- ancak bununla beraber fiziksel olarak yeterince gerçek. Bundan dolayı literalistlerin boşuna uğraşları, tabanda geçicidir.
Ancak bu metin literalizm çeşidi, ekonomizmin tehlikeleriyle karşılaştırıldığındadır (Serge Latouche tarafından “[kapitalist] ekonomilere bir yol ya da toplumu düzenleme olarak öncelik veren herhangi bir sistem” olarak tanımlanan). Bugün konuştuğum gibi, 149 ülkeyi bir araya getiren Dünya Ticaret Organizasyonu, Hong Kong’da toplantılarını gerçekleştiriyor, daha fazla ticaret, daha fazla satış ve daha çok pazarla bizim problemli dünyamız için kendi çözümlerini bulmaya çalışıyor. Materyalizmin türü ve kontrolsüz açgözlülük şairler ve peygamberler tarafından çağlar boyunca ayıplanmıştır, şimdi son derece bir fayda ve kıskançlıkla ülkeler tarafından imrenilen bireysel benzerlikler olarak hesaba katılmaktadır. Bu dünya bakışı, bütün biçimlerinde doğanın istismarına dayanmaktadır, dünyayı yok etme fikrini bırakmıştır –buzulların biz konuşurken eridiği gibi. Ancak dünya parçalanırken ve sosyal çatışmalar bu ekonomik tünel vizyonu altında şiddetlenirken, hiç kimse dünyayı güvenli bir duruma yöneltemiyor, bu hepimizin isteklerimiz için köle olmasına, daha fazla harcamak, daha fazla satmak ve daha fazla reklam etmek için yarışmamıza neden oluyor. Geçen Pazar, Birleşmiş Devletlerdeki en yeni pazarlama fikrinin, tanıtım yapmak için insanların alınlarındaki boşlukları önerdiğini, sürekli olarak dövmeli bir şirketin ismini taşımak için 10,000 $’ın verileceğini okudum.
Büyüme, çağın mantrası, bizi öldürüyor ve daha kötüsü, Sufi’yi ölümün yolundan kurtarmamızı engelliyor. Rumi, ölmeden önce öl diyor. Ancak biz şimdi vaktinden önce, Rumi’nin ve onun Sufi kardeşlerinin bizim için dilediği ölüm şeklinde değil, kötü bir şekilde ölüyoruz. Sadece madde, şişirilmiş, zehirlenmiş ve tarihin arka çöplüğüne atılmış kırık parçalar. Açık bir şekilde, akıllara sokulmuş bu derin global önyargı, insan ekolojisine herhangi bir değerde özel bir kâr veriyor, gelişim yolunu izlemek, dolayısıyla birçok ülkeyi, yerli halkımı sevmek, eninde sonunda daha fazla benzer problemlerin, daha fazla yok oluşun, çatışma şekillerinin daha öldürücü olanlarına neden olacaktır. Çözüm açık bir şekilde geçmişe bağlı, Latouche’nin söylediği gibi “büyümeme” veya “decroissance” politikaları. Hangi hükümet, eyalet, şehir, şirket veya ticari şirket, amacının daha az para kazanmak, güzel marketlerden dışarı çıkmak ve basit bir şekilde ortakları için daha az kâr oluşturacağını söyledi? Bu basit bir şekilde düşünülemez, Muhammed Arkoun’un farklı bir bağlamda söylediği gibi “impensable”. Ancak ihtiyacımız olan şey, Rumi gibi kadın ve erkek inançlı kimseler tarafından dile getirilen bu düşünülemeyen şeydir.
Bir defasında Meksika’da, bu karışık ülke hakkındaki duygularını açıklamaya çalışan bir Amerikalı öğrenciyle birlikteydim. “Fakir Meksika! Zengin Meksika!” diye bağırıp çağırdı. Meksikalıların hayat sevincini –güneş, yiyecek, fiesta, renkler ve her şey- göstermek isteyen Amerikalı genç bir kolej öğrencisi için bu bir şoktu. Bu bir Meksikalı sevinci olduğu gibi, trajik anlamın dışında doğmuş, günlük yaşamları para peşinde olan zengin ülkelerden gelen turistlere uygun düşen bir sözdür. Öğrencinin yorumu, gelişen ve zenginleşebildiği kadar zenginleşen Latin Amerika’nın durumunun bir okul öğrencisi gözünde sömürge olarak adlandırılması konusunda beni düşündürdü. Amerika halen gelişmenin güzel bir şey olduğunu varsayıyor. Güzel, ya kendiniz yapın ya da birileri sizin ülkenizi kendileri için ya da üçüncü bir grup için kullansın, gelişim için basit olan yol, literal olarak dibe doğru bir yarıştır. Bu, kazananları ve kaybedenleri bir araya getirir, her birinin birbirlerine karşı kuyu kazmasını ve seyrederken doğanın harap olmasına neden olur.
Bu, Rumi’nin ve onu sevenlerin niçin bizim son ümidimiz olduğunu gösterir. Onlar, maddi zenginlik değil bereketli bir yaşam için kapıları açarlar. Şemseddin Tebrizi’nin çocukluğunu, yemeye karşı olan isteksizliğini, ya da Rumi’nin mükemmel bir insan biçiminde oruç tutma çabalarını düşün. Yeme yoksunluğu onları öldürmedi; aksine, bu onları zengin azizlere, dünya üzerinde parlak bir şekilde yürümelerine neden oldu. İnsanlar ve kültürler kendi anlamları içinde büyür ve geleneklerini, ancak eğer zenginlerin aptalca uğraşlarını ve tasarruflarını tekrar düşünürlerse geliştirebilir, bir kimseyi bu tür ihtiyaçlardan yoksun bırakma metodu ve insanı iyi görünümlü bir durumdan egoların ölümüne yükseltmekle geliştirebilirler. Latouche’un söylediği gibi, tüm insanların sonunda ilahi affa uğrayacakları yolundaki öğreti, “pluriversalism” ile, kültürlerin demokrasisi ile yer değiştirecektir. Her durumda, Hong Kong’daki güçlü kimselerin yeni pazarlardan istifade etmek için kültürel duvarları yıkmak için yeni yollara baktığı gibi, hepimizin burada 13. yüzyıl Rumi’sinin gözünde dünyanın zenginleri önemsemeye değmez olduğunu hatırlamak için bulunduğumuzu bilmemiz güzel. Rumi, Birleşmiş Devletler ve Batı’da şiir ve mistisizm sevenleri arasında en hızlı tanınan isim oluyor; şimdi biz onun yolunun dünyayı ilkelciliğin çok çeşitli biçimlerinden kurtarabileceğini açıklamalıyız. İnsanlar, pazara konan her şeyin, Sufi düşüncesinde, Tanrı’yı satmaya çalışmak gibi olduğunu düşünmeli. İnsanlar çoktan kendi bedenlerini, geleceklerini ve alınlarını sattılar. Bu, iş ya da daha şirin olmak için bir çözüm değil. Yol, Rumi’nin yoludur ve Konya, kapilatist çekişmeye kapılarını açan diğer ülkelerden daha çok 13. yüzyılda onu karşılamakla daha alımlıdır. Konya’nın vasiyeti yerine getirilmiştir; diğerleri düşünmezlerse bir süre sonra yok olabilirler.
Anouar Majid
Konya, Türkiye
Aralık 16, 2005
#Anouar Majid