GÖNÜL DOSTUNA YOLCULUK – İSA AVCI

GÖNÜL DOSTUNA YOLCULUK

İSA AVCI

Gönle aşk düşünce, ben de yollara düştüm. Yolum aşk yolu, yolculuğumun aşk yolculuğu… Ve ben Konya’ya Hz. Pir’e, Mevlana’ya gidiyordum.

O güne kadar Hz. Pir ile alakalı kafamdaki bilgiler; dağınık, kırık dökük hattâ karmakarışıktı. Her iş yerine asılan ve Mevlana’ya atfedilen yedi öğüdü biliyordum mesela. Gel, gel yine gel şeklinde başlayan meşhur rubaiyi biliyordum. Bir ara semazenlerin dakikalarca sema ettikten sonra başlarının neden dönmediklerini merak edip araştırmıştım. Ve Mevlana Şems arasındaki asırlar ötesinden süregelen tartışmalı aşk ilişkiyle, mesnevide anlatılan müstehcen içerikli hikâyeleri biliyordum.

Oysa Hz. Pir hakkında hiçbir şey bilmiyormuşum. Bildiğimi sanıyordum, bilmiyormuşum. Hatta bildiğimi dahi bilmiyormuşum. Tam bir cehl-i mürekkep içindeymişim. Sadece cahillik mi? Hem edepsizmişim çünkü o zamanlar bir takım yazarların etkisi altında Hz. Pir Şems ilişkisi hakkında ileri geri laflar etmiş, halayık eşek hikâyesini sohbet meclislerinde dile getirip olacak iş mi bunlar demiştim.

Mevlana-Şems arsındaki ilişkiyi nasıl anlamalı? Nasıl yorumlamalı? Doğu İslam dünyasında Hallac-ı Mansur’un “Enel hak” demesinden sonra en çok tartışılan konusu olan bu münasebeti nasıl izah etmeli? Onların bir hücrede aylarca halvette kalmalarını nasıl yorumlamalı? Belki de meseleye iman akidesi gibi yaklaşmalı ve sadece mutmain bir kalple iman etmeli.

Yolcuya yol azığı bir de yol yoldaşı gerek. Azığım tastamamdı da ya yol yoldaşım… Dostlara gittim. Dostların fani ve geçici işlerden başını kaldıracak halleri yoktu. Kimi işim var dedi kimi zamanın yok. Oysa nereden bilebilirdim ki; gönül dostumu aşk yolunda, aşk yolculuğunda bulabileceğimi. Nereden bilecektim onunla aşk üzre, Hak içre doyumsuz sohbetler yapabileceğimi.

Soğuk bir aralık gecesi tur otobüsüne bindiğimde tüm koltuklar hemen hemen dolmuştu. Bir benim yanım bir de arkalarda yer yer boşluklar göze çarpıyordu. Eskiden olsa yaklaşık on saat sürecek olan böyle bir yolculukta uzun boyumdan olsa gerek bir hayli çile çekerdim. Bacaklarım uyuşur boynum tutulurdu, ama şimdiki yeni nesil otobüsleri bir uçak kadar geniş ve konforlu.

Tur otobüsü gecenin karanlığında yol aladursun ve rehberimiz koltuk filesine bıraktığım biletleri kontrol ededursun ben günün vermiş olduğu yorgunlukla çoktan uykunun ellerine teslim olmuş ve rüyalar âlemine dalmıştım:

“Her şey dönüyor… Zerreden kürelere kadar her şey dönüyor. Atom içindeki parçacıklar; protonlar nötronlar dönüyor. Galaksiler, gezegenler, meteorlar dönüyor. Hem de öyle serserice başıbozukluk içinde değil, milimlik hesaplarla belli bir düzen ve program içinde dönüyor. Bir saat kadranındaki; akrep, yelkovan, Kabe’de hacılar, gole giden top, hedefine sıkılan kurşun dönüyor. Teneffüste çocuklar el ele vermişler dönerek oyunlar oynuyorlar. Lunaparkta dönme dolap dönüyor, atlıkarınca, gondol dönüyor. Ben de dönüyorum ama, benim dönüşüm başımı ağrıtıyor, midemi bulandırıyor. Şiddetli mide ağrısıyla uyanıyorum zira eski bir alışkanlık ben de araba tutması. Elimle ağrıyan yeri bastırıyorum. Bereket fazla uzun sürmüyor. Otobüsün içinde derin sessizlik hâkim. Arada motorun çıkardığı mekanik sesler duyuluyor. Tüm yolcular uykuda. Koridoru spot lambalar ile bulutlar arasından bir görünüp bir kaybolan ay aydınlatıyor. Ve ben tekrar yarım uykuma geri dönüyorum. Sonrası sonsuz bir boşluk, sükûnet ve sessizlik… Işık ve nura gark oluyor âlem. İnsanı mest eden lahuti sesler yükseliyor aniden. Neyler üfleniyor. Rebâb ve kudüm nağmeleriyle sema başlıyor. İşte Hz. Pir sonsuz boşlukta, uzayın uçsuz bucaksızlığı içinde galaksilerle yarış edercesine sema ediyor. Dokuz semazen güneşin etrafındaki dokuz gezegen gibi Hz. Pir’in etrafında dönerek sema ediyor. Bir güneşe baktım bir de Hz Pir’e. Güneşten yayılan ışık değil Hz Pir’in nuru gözlerimi kamaştırdı. Allah aşkına yanacak, onun oduyla tutuşacak gönül aramak için kızgın çöllerde seyahat eden şu gezgin derviş Şems değil mi? Ya gül bahçesinde kınalı elleriyle güller deren, her bir gülü şefkatle okşayıp koklayan şu körpe kız, Kimya Hatun değil mi? Peki Kimya Hatun’un etrafında dört dönüp arada etrafa kızgın ve öfkeli bakışla bakan delikanlı Alâattin değil mi?”

Soğuk kış gününün güneşi henüz Konya ovasının derinliklerinde bir ateş topu. Kesif bir sis tabakası ovaya örtü olmuş, doğacak güneşe setre. Az sonra güneş cılız ışıklarıyla tüm ovayı ısıtıp, sis tabakasını dağıtacak. Ve ben zerrecikten kürelere kadar sema eden tüm kâinatın bu görsel şölenini seyrederken yeni güne uyanıyorum. Benimle beraber tüm yolcular da uyanıyor. Koltuklar düzeltiliyor, eşyalar toplanıyor.

İşte şehre giriyoruz. Konya ilk modern yüzüyle karşılıyor bizi. Geniş cadde ve yolları, bulvar ve kavşakları, estetik yapılı binaları, dünyanın dört bir yanına mal yetiştiren organize sanayisi, Üniversitesi, bahçe ve parkları… Bu haliyle Konya çöl ortasında bir vaha sanki. Tüm bunlarla gurur duysam da gönlüm bir an önce yeşil kubbeyi görmek ona vasıl olmayı arzuluyor. Ne yana dönsem sanki yeşil kubbeyi görecekmişim gibi geliyor ama hayır, daha şehrin kalbine doğru yol almamız gerekecek.

Konya esnafı dükkânlarını yeni yeni açıyor. Kepenkler kilitlerinden yeni kurtuluyor. Esnaf dedim de aklıma Hz. Pir’in aziz dostu, sohbet arkadaşı ve dünürü Selahaddin Zerkûbi geldi. O da bir kuyumcu esnafıydı. O yüzyılın ticari hayatına Ahîlik teşkilatı yön veriyordu. Ahiliğin temelin de ise fütüvvet anlayışı vardı. Yiğitlik, erlik, mertlik anlamına gelen fütüvvet; giderek sosyo-ekonomik bir kuruma dönüşerek ticari hayata yön vermiş esnaf ve zanaatkârın sadece mesleki hayatlarını değil ahlaki davranışlarına da düzenlemiştir. Mesela bu teşkilatlara bağlı olanların bazı özellikleri şöyledir: Zaviyelerine gelenlere nazik ve kibar davranırlar. Yabancıların karınlarını doyururlar. Gelen misafirlerin her türlü ihtiyaçlarını karşılarlar. Günlük kazançlarını ikindiden sonra reislerine getirirler. Toplanan bu paralar, zaviyenin, yiyecek, içecek gibi, çeşitli giderleri için sarfolunur. Şehre gelen yabancıları, zaviyeye davet ederek orada misafir ederler. Eğer misafir edecek bir yabancı bulamazlarsa, kendileri toplanıp yemek yer, ilahi söyler, zikir sürer, sema ederler. Tüm bu değerler Anadolu Selçuklu devletinde pazara ve çarşıya hükmediyordu. Ticaret çok gelişmişti. Bunun en büyük göstergesi bugün bile ayakta olan kervansaraylardır. Bence fütüvvet anlayışının en önemli özelliği kazanılan paranın belli bir kısmının topluma geri verilmesidir. Böylelikle toplumsal kalkınma gerçekleşmiş oluyordu.

Konya ticari hayatında ve genel olarak Türkiye’nin çarşı, pazarlarında geleneksel Ahilik, fütüvvet anlayışından ve kuyumcu Zerkûbi şuurundan geriye ne kaldı diye düşünürken bir anda karşıma yeşil kubbe çıkmaz mı? Aklıma ilk çocukluğumun Ramazanları geldi zira tek kanallı yıllarda, “İftara Doğru” adlı iftar programında hep Mevlana türbesi gösterilirdi. Çocukluk hafızama nakşolan yeşil kubbe işte şuan karşımdaydı. Otobüsün nemli camını ellerimle hızlı hızlı silerek kendimden geçmiş bu muhteşem görüntüyü seyrederken digital fotoğraf makinesinin deklanşörüne sürekli basıyordum. Yolculuğa çıkmadan önce google görsellerden Mevlana Müzesi ve yeşil kubbe fotoğraflarını incelemiştim. Bu fotoğraflardan birinde kar yağıyordu ve yeşil kubbenin bir yanı karla örtülüydü. O an içimden öyle geçti ki keşke dedim şu an da kar yağıyor olsaydı, olsaydı da ben o lapa lapa yağan kar altında yeşil kubbenin fotoğraflarını çekseydim.

Harika bir kahvaltıdan sonra Şems Türbesini ziyaret ediyoruz. Mevlana müzesine on dakika mesafedeki Şems parkında bulunan Şems camii ve türbesi bu haliyle bile yalnızlık, sadelik izlenimi bırakıyor insan üzerinde. Hele Mevlana müzesindeki kalabalığı gördükten sonra burası ıpıssız, unutulmuş, terk edilmiş bir mekân gibi geldi bana. Camii içinde yeşil örtülerle örtülü sandukayı seyrederken sandukanın altında bir kuyunun olup olmadığını düşünüyordum.

Aslında her şey Konya’ya gizemli bir dervişin gelmesiyle başlıyor. Bir ikindi vakti Konya çarşısı Şeker Karan medresesi önünde, halkın; “Meracel Bahreyn” yani iki denizin kavuşması diyecekleri buluşmayla başlıyor her şey. Şems, talebeleriyle birlikte Meram bağlarından dönmekte olan Mevlana’nın önünü keser, atının dizginlerinden tutar ve sorusunu sorar; “Hz.Muhammed mi büyüktür yoksa Beyazıd-ı Bestami mi?” “Bu nice bir sualdir, elbette Hz. Muhammed yaratılmışların en büyüğüdür” der Mevlana biraz hiddetli. Derviş ısrarcıdr; ”Hz. Peygamber yarabbi biz seni tam anlamıyla bilemedik derken Beyazıd ben kendimi tenzih ederim benim şanım ne yücedir demiş” der. Yani Beyazıd cesedimin her zerdesinde Allah’tan başkası yok demektedir. Mevlana’nın cevabı şöyledir; “Hz. Muhammed, müthiş bir manevi susuzluk hastalığına tutulmuştu,’biz senin göğsünü açmadık mı?’ şerhiyle kalbi genişledi. Bunun için de susuzluktan dem vurdu. O her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu. Bayezid ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.”

Ve o andan sonra olan her ne ise oluyor. O ana kadar normal bir hayat süren Mevlana’nın tüm hayatı alt üst oluyor. Şekli yaşam tarzına önem veren büyük âlim, vaiz, müderris Mevlana tam bir cezbe insanı, aşk adamına dönüşüyor; coşuyor, taşıyor, çağlıyor, rebâb çalıp şiirler okuyor ve sema ediyor. Yepyeni bir adam çıkıyor ortaya.

Peki Şems’de olan ne idi? Uzun halvet demlerinde Mevlana’ya ne öğretmişti? Elbette hakikat ilmini. Yani Allah’a ulaşma yolunda tüm maddi şeyleri; makamı, mevkii ve dünyevî ilimleri elinin tersiyle itip, insanın bizatihi kendi kalbiyle Allah’a ulaşmasını öğretmişti.

Şemsin bir ikindi vakti gizemli bir şekilde oraya çıkışı gibi bir akşam ansızın ortadan kayboluşu da esrarlıdır. Bir rivayete göre onu çekemeyenler tarafından öldürülüp kuyuya atılır diğer bir rivayete göre ise dedidoku ve baskılara daha fazla dayanamaz ve Şam’a geri döner. Oradan da Tebriz’e geçer ve orada vefat eder.

Bir zamanlar Şems şöyle dua etmişti; “ Yarabbi beni kendi velilerin arasına koy ve onlarla arkadaş kıl.” Şemsin duasının karşılığı Rum illerinde yaşayan Mevlana idi. Vakit tamam olunca Şems Mevlanasını buldu ve ona vasıl oldu. Dostunun yapısında bulunan Allah aşkını ateşledi, ortaya öyle büyük bir yangın çıktı ki yangının dehşetinden kendi bile korkup kaçtı. Bugün biz Şemsin ortadan nasıl kaybolduğunu hâlâ bilmiyoruz.

İkinci durağımız Mevlana müzesi. Burası 1926 yılına kadar dergâhmış. Bu kompleks yapılara 19. yy sonuna kadar ek yapılar eklenerek bugünkü halini almış. Özellikle Mevlevilik Osmanlı hükümdarlarının tarikati olduğundan buraya ayrı bir özen gösterilerek koruma altına alınmış. İnkîlap kanunları çerçevesinde tekke ve türbeler kapatılınca burası da müzeye dönüştürülmüş.

Verilere göre Mevlana müzesi Topkapı müzesinden sonra en çok ziyaret edilen ikinci müze. Ziyaretçi sayısı da her geçen gün artıyor. Hakikaten bu verinin doğruluğunu böyle sabahın erken saatlerinde şahit oldum zira müzenin önü tek kelimeyle ana baba günü. Sadece yerli turistler değil, dünyanın dört bir tarafından insanlık Hz Pir’in gel ne olursan ol gel çağrısına, icabet edip koşarak gelmişler. O zatın misafiri olmuşlar. Burada her milletten insana rastlamak mümkün. Konuşmalara kulak kabartıyorum; tıpkı Babil kulesi.

Nihayet biletlerimizi okutarak turnikelerden geçiyor ve gül bahçesine giriyoruz. Evet evet, gül bahçesi… Burası Selçuklu hükümdarlarının gül bahçesi iken Mevlana’nın babasına yurtluk ve konaklık olarak verilmiş ve el’an hâlâ gül bahçesi. Kırmızı güllerin taravet ve rayihalarında Mevlana ve Şems’den kokular hissetmeye, Kimya Hatun’dan izler bulmaya çalışırken tam anlamıyla o gül deryasına dalıyorum. Ümitlenip, feyz alıyorum. Laleler, sünbüller, nergizler, kına çiçekleri… bense bu gülşenin şen bülbülü. Şakıyorum da şakıyorum. Eteklerim, ellerim güllerle dopdulu. Nihayet tüm bedenim, ruhum, gönlüm gülşene dönüşüyor.

“af edersiniz. Bir fotoğrafımı çekebilir misin?”

“tabi memnuniyetle”

Gül bahçesinde güller arasında makinenin objektifinde yeşil kubbe ve arkadaşımın görüntüsü olduğu halde fotoğrafını çekiyorum.

“rica etsem siz de beni çekseniz”

“memnuniyetle”

Bu sefer aynı yerde ben fotoğraf makinesinin merceğine gülümsemeye çalışıyorum.

Adını soruyorum. Söylüyor. Ben de ona söylüyorum.

Dostun gül bahçesinde dosta olan yolculuğum dost ile devam ediyor. Dervişân kapısından bir derviş edasıyla giriyoruz. Bu kompleks yapıları gezerken nasıl bir ruh hali içinde olacağıma bir türlü karar veremedim. Zira resmiyette burası bir müzeydi ama yüzyıllarca dergâh olmuş, sema yapılmış, zikirler edilmiş, hücrelerde çile doldurulmuş. Başta Sultanu-l Ulema olmak üzere Mevlana ve onun soyundan gelenler buraya defnedilmiş. O minik minik sandukalar arasında dolaşırken duygu yüklüydüm, ellerimle sandukaları okşadım. Mevlana’nın sandukası önüne gelince ellerimi açmadan Fatiha okudum ve fatihayı tüm ölmüşlerin ruhuna hediye ettim. Bahçede bulunan neyzen mezarlarının önünde oturdum, bir an rabıta yapar gibi gözlerimi kapayıp o tatlı ney nağmelerini duymaya çalıştım.

Müzede birbirinden değerli, paha biçilmez cam, ahşap, taş, tekstil, müzik aletleri…vs eserler sergileniyor ama beni en çok heyecanlandıran eserler yazma eserler ve levhalar oldu. Camekân içindeki o el emeği, göz nuru yazma eserleri incelerken heyecandan yüreğim çarpıyordu. Duvarlarda asılı ünlü hattatların elinden çıkmış levhaları okumaya çalışırken hüzünleniyorum. Ah ki ne ah! O güzelim hatları okuyamamak hüzün veriyor bana. O güzelim canım hatları okumak için neler neler vermezdim. Ve orada Hz. Pir’in huzurunda söz veriyorum; “Sen Şahit ol Pir’im. Osmanlıcayı öğreneceğim. Atalarımın yüzlerce yıl kullandıkları bu hattı hem kendim öğreneceğim hem de evlatlarıma öğreteceğim ve bir sonraki ziyaretimde o canım el yazmalarını, levhaları okuyacağım.” Aslında daha söyleyecektim. Mesela Farsçayı muhakkak öğrenip Mesneviyi, Divanı Kebiri ve Fihmafih aslından okuyacağım diyecektim ama sözümde duramayıp Hz. Pir’e mahcup olmaktan korktum ve şimdilik hedefin Osmanlıca öğrenmek olsun dedim.

Rehberimiz emekli bir öğretmendi. Şuurlu, bilinçli ve işinin ehliydi. Müzede her bir nesneyi büyük bir özveriyle anlatırken; “şimdi can kulağıyla beni dinleyin, dinleyin de vebaliniz kalmasın üzerimde.” Diyordu. Ama ben şanslıydım. Çünkü yanımda can dostum vardı ve o kutlu makamda o paha biçilmez eserleri tafsilatıyla anlatıyordu.

Öğle yemeğinde Konya’nın meşhur etli ekmeğini yedikten, bamya çorbası içtikten ve fırında sütlaç tatlısından tattıktan sonra Mevlana Kültür Merkezinde sema gösterisini izlemeye gidiyoruz. Burada semayı nasıl tanımlasam bir türlü karar veremiyorum. Bir sahne gösterisi mi? Ayin mi? Tören mi? Ritüel mi? İbadet mi? Zikir mi? Zira son zamanlarda sema gösterileri o kadar ayağa düştü ki biz o asırlar ötesinden gelen dini ayini turistleri eğlendirecek bir sahne gösterisi, genç çiftleri evlendirecek bir tören ve sünnet çocuklarını eğlendirecek bir eğlence şeklinde anladık. Buna alıştırdılar buna inandırdılar bizi. Bugün en şuurlu ve bilinçli insanımız dahi semasız, mehtersiz düğün sünnet mi olurmuş şeklinde düşünüyor.

Rivayete göre bir gün Mevlânâ, Selahaddin’in kuyumcu dükkânının önünden geçerken, onun ahenkli çekiç vuruşundan heyecanlanmış, cezbelenmiş, hemen orada sema etmeğe başlamış, Selahaddin de onun bu halini görüp, çekiç altındaki altının ezilip zayi olacağını düşünmeden vurmaya devam etmişti.

Semazenler; hem kendi etraflarında hem de pistin etrafında sema ediyorlar. Gözleri kapalı, huşu, bir düzen, intizam ve ahenk içindeler. Birbirlerine çarpmıyorlar ve birbirlerinin alanını ihlal etmiyorlar. Tıpkı kâinattaki gezegenler gibi. Hakikaten gezegenlere bakıldığında başlangıçta bir kaos ve bir düzensizlik göze çarpar ancak en ince ve hassas terazilerden daha mükemmel ölçü ve mikyaslara sahiptirler. Sema ayininin başından sonuna kadar geçen her bir adım her bir hareket, duruş, oturuş bir anlam ifade ediyordu muhakkak.

Sema esnasında semazenlerin başlarının dönmemesi de apayrı bir muamma. Semazenler bir ayinde 5200 tur atıyorlar peki başları neden dönmüyor? “Bütün sır sema dönerken başlarını hafif eğmelerinde yatıyor. Sema yaparken 20-25 derecelik bir eğim veriyor. Bu eğim iç kulaktaki denge sirkiler kanallarının eşit derecede uyarılmasını sağlar.” Böyle izah ediyor bilim, ama biz bu yazımızda maddi bilimleri elimizin tersiyle itiyor ve semazenleri döndüren kuvvetin aşk olduğunu belirtiyoruz.

Dönüş yolunda dostla diz dize, omuz omuza gönül gönüleyiz. Otobüsün motoru yine gecenin karanlığında mekanik sesler çıkararak yol alırken bizim gül bahçesinde başlayan sohbetimiz hâlâ devam ediyordu. Biz sohbet ettikçe sanki kâinat yeni baştan yaratılıyordu. Ağzımızdan çıkan her bir ses, kelime, cümle vücud buluyor bir şekle şemâle bürünüyor ve bir nesneye dönüşüyordu.

Şehre döndüğümüzde yağmur yağıyordu. Tüm yolcuların üzerinde tatlı bir yorgunluk vardı bizse dipdiri, taptaze ve capcanlıyız. Bana öyle geldi ki; o on saat süren uzun yolculuk bir an parçasından başka bir şey değildi.

Dostum loş ışıklar altında nazlı nazlı yağan yağmuru işaret ederek; ”bak görüyor musun?” diye soruyor. Eliyle işaret ettiği yere bakıyorum sadece yağan yağmur ve su birikintisi. “hayır göremedim” diyorum. “Tekrar bak” diyor. Tekrar bakıyorum ve işte o an görüyorum güzel gözlü ve nurani kanatlı melekleri. Her bir yağmur damlası meleklerin nurani kanatlarında usulca yere iniyordu. Ben meleklerin gerisin geriye gökyüzüne yükseleceklerini düşünürken onlar şehre dağıldılar. “Nereye gidiyorlar” diye sordum.“ “Bu vakitler gök kapılarının ardına kadar açıldığı vakittir. Allahın rahmetinin, mağfiretinin yağmur gibi sağanak sağanak yağdığı demlerdir. Yüce yaratıcının yok mu rızık isteyen rızık vereyim, yok mu af dileyen af edeyim, yok mu şifa isteyen şifa vereyim, yok mu murad isteyen onu muradına erdireyim, yok mu? Yok mu? nidasının şehir semalarında yankılandığı zamanlardır. İşte melekler Yüce yaradanın emrine ittiba edip bir kurtuluş, bir esenlik, rahmet,bereket ve murad isteyenlerin odalarına doluşuyorlar. Onların nurlu dualarını nurdan bohçalara sarıp alayı illiyine çıkartıyorlar. Kim bilir belki de çocuklar üşütüp hasta olmasınlar diye başlarında bekliyorlar ve üzerleri açıldığında üzerlerini örtüyorlar.

Eve geldiğimde doğruca çocukların odasına gittim. Onlardan ayrı kalmak ne kadar zormuş. Şu günü birlik ayrılık sanki bana yıllar gibi geldi. Mışıl mışıl uyuyorlardı. Pamuk gibi ipek yanaklarından öptüm. Hediyelerini masaya bıraktım. Odadan çıktım ama aklım içerideydi. Acaba o güzel gözlü, nurdan kanatlı melekler şu an çocuklarımın başını bekliyorlar mıydı acaba? Kapıyı açtım ve odayı kolaçan ettim. Gülmekten kendimi alamadım.

“Oğlum dönüp durma başın dönecek. Kızım dikkat et masaya çarpacaksın.” Bu ses eşime ait zira bir haftadır bizim evde Mevlana ve semazenlerden bahsediliyor. Bir haftadır çocuklar ellerinde küçük semazen bibloları olduğu halde dönüp duruyorlar.

“ anne bir şey olmaz bak ben semazenim” diyor oğlum.

“ ben de semazen ben de” diyor küçük kızım.

“baba ellerimi böyle mi tutacaktım?” diye soruyor oğlum.

“evet, aynen öyle oğlum sağ elin gökyüzüne, sol elin aşağıya bakacak” diyorum ellerini düzelterek.

“kızlardan semazen mi olurmuş” diyor annesi küçük kızıma.

“Niye olmasın diyorum. Öyle bir olur ki. Benim küçük meleğim de öyle bir semazen olur ki. Bu yolda cinsiyet ayırımı yoktur. Bu yolda insanların cinsiyetine, mevkii makamlarına, rütbe ve derecelerine bakılmaz. Tek ölçü aşktır. Bu yol aşk yolu ve aşk yolculuğudur. Yeter ki aşk gönle düşmeye bir görsün.”