Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 9
GRAMER BİLGİNİ VE KAYIKÇI
Mehmet Demirci
Bir gün, mağrur bir gramer bilgini, sahilde duran bir kayığa binip karşı trafa geçmek ister. Kıyıda müşteri bekleyen kayıkçılardan birine seslenir. Kayık yanaşır, bilgin de kayığa atlar. Kayık, denizin üzerinde seyretmekte iken, bilgin kayıkçıya sorar:
–Sen hiç gramer okudun mu?
–Hayır! Ben cahil bir kayıkçıyım.
Bilgin:
–Vah vah, çok üzüldüm, demek yarı ömrün boşa gitmiş, diye, acıyarak kayıkçıya bakar. Kayıkçının bu münasebetsiz sözlere canı sıkılır, ama belli etmez. Tam bu sırada, bir fırtına kopar. Kayık denizin ortasında yalpalar yapmakta, kayıkçı bütün gücüyle tehlikeyi atlatmak için çalışmaktadır. Fırtına gittikçe artar, kayık batmak üzeredir. O zaman kayıkçı karşısında korkudan tir tir titreyen bilgine:
–Ey, her şeyi bilen âlim dostum. Şimdi ben sana soruyorum. Yüzme bilir misin?
–Hayır,
Cevabını alınca, kayıkçı:
–Vah vah, sen ömrünü boşuna harcamışsın. Şimdi bütün ömrün gitti. Çünkü, biraz sonra kayığım batacak… İyi bil, şimdi burada nahiv (gramer) bilgisi lazım değil, mahiv (Tanrı”da yok olmak) bilgisi lâzım… Eğer, mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal! diye cevap verir.
Mevlânâ dersi verir:
“İstersen dünyada zamanın allâmesi ol, ama, dünyanın yokluğunu da gör, zamanın yokluğunu da. Gramerciyi size, yok olma gramerini öğretmek için hikâye arasında hikâye ettik. Fıkhı bilmeyi de yok olmada bulursun, nahvi tahsil etmeyi de, sarftaki değişiklikleri de.” (C.I, beyit 2835 vd.).
AÇIKLAMA:
Hz. Mevlânâ”nın, kuru bilgisiyle gururlananlarla çokça alay ettiğini görürüz. Dilbilgisi (nahiv, gramer), doğru düşünmek, doğru anlamak ve doğru yazıp konuşmak için şüphesiz son derece gerekli olan bir bilgi dalıdır. Fakat teoride kalıp uygulamaya sokulamayınca bir değer ifâde etmez.
Hikâyemizdeki gramerci ile kasdedilen de bu türlü kuru bilgileri ile gurura kapılıp, onları bilmeyenleri adeta adam yerine koymayan ukala kişilerdir. Bunlar, halka tepeden bakarlar ve kimseye değer vermezler. Oysa onların bilgileri kendilerini avutmaktan başka bir işe yaramaz.
Hikâyede asıl üzerinde duracağımız konu, Hz. Mevlânâ”nın “mahiv bilgisi” dediği şeydir. Gramer yani nahiv bilgisi iyidir, güzeldir, fakat “mahiv” yani “yok olma” bilgisi olmadığı takdirde bir işe yaramaz demek ister.
Nedir bu mahiv bilgisi, yani Allah”ta yok olma, fenâ fillâh denilen şey? Bu bahis tasavvufta oldukça geniş bir konudur. Bunu elde edebilmek için, işe kötü huyların ve kötü alışkanlıkların yok edilmesiyle başlanır. Kötüler yok olunca, onların yerine iyi huyların gelmesi söz konusu olacak. Kibir gidecek yerine alçak gönüllülük gelecektir. Cimrilik yok olunca cömertlik gelecek, kin yok olunca sevgi gelecek, cehâlet yok olunca bilgi gelecektir.
Tabiî ki bu kolay bir şey değildir. Sağlam bir inanç, kararlılık ve bir iç kontrol gerektirir. Her şeyden evvel de bunu mesele edinmek, bu işi ciddiye almak, buna tam karar vermek icap eder. Bu süretle kişi, eksiklerini birer birer düzeltip ağırlıklardan kurtulacak, hafifleyecek ve olgun kimse hâline gelecektir. “Mahiv” bilgisinin sonu, Allah”tan başka her şeyi ikinci plana itebilecek bir olgunluğa erişmektir.
Bu anlamdaki yok oluş, kişiliğin zedelenmesi ve silik hâle gelme değildir; aksine yeni bir var oluşun, yeni bir kişilik kazanmanın ifadesidir. Gerçek hürriyet de budur. Kötü huylarının, zaaf ve ihtiraslarının etkisinden kurtulan insan tam manasıyla hür hâle gelmiş demektir. Yapacağı işlerde, alacağı kararlarda, basit hesaplar ve kişisel zaaflarının etkisinde olamayacağından, daha sağlıklı ve geniş boyutlu düşünebilecektir.
Olgunlaşma yoluna girebilmek için, önce hastalığın teşhisi gerekir. Sonra da ondan kurtulmaya azmetmelidir. Nefsine yenilip, kötü bir davranışta bulunan kimseye düşen, işi farkedince ondan pişmanlık duymak ve derhâl iyi bir hareket yapmaya yönelmektir. Hz. Peygamber: “Kötü hareketten sonra bir iyilik yap ki, o kötülüğü silsin” buyurur (Tirmizi, birr, 55).
Kötü bir huyu kendinden atmak isteyen için bir yol vardır. Bu yol, o huyun aksine davranışlarda bulunmaktır. Her şeyi zıddı, tersi kırar. Kendini beğenmişliğn ilacı tevâzu, cimriliğin ilacı bol bol vermektir. İyi davranışlarda bulunmak, ilk zamanlarda zor da olsa, yapa yapa zamanla tabiî ve zevkli hâle gelecektir.
Başlangıçta bu işler insana güç gelebilir. Ama olgun kişiler seviyesine çıkmak kolay değildir. Hastalık kökleşmiş ise, iyileştirmek için başvurulacak yol da o nisbette ağır olur. Tasavvuf tarihinde bunun ilgi çekici örnekleri vardır. Mesela Aziz Mahmud Hüdâyî (1541 – 1628)”nin menkıbelerinde şöyle anlatılır: Kendisi Bursa”da müderrislik ve kadılık yapmakta iken, daha çok olgunlaşmak ve “mahiv” bilgisini elde etmek ister. Üftâd isimli bilge kişiye yeniden öğrenci olur. Onun eğitimi altına girer. Bir ara Üftâde kendisinden, bir sırık ciğeri omuzuna alarak Bursa sokaklarında satmasını emreder. Eskiden sokaklarda ciğer satan seyyar ciğerciler olurmuş. Hüdâyî de bu emri seve seve yerine getirir. Halk bana ne der? diye düşünmez. Maksat onun bu yolla para kazanmasını sağlamak değildir. Asıl maksat, o zamana kadar edindiği mevkîler sebebiyle içine düştüğü kendini beğenmişlik ve gururun etkisini yok etmektir.
Hz. Mevlânâ, yukarıdaki hikâye sırasında şu hatırlatmayı yapar: “Deniz suyu ölüyü üstünde taşır, fakat denize düşen adam diri olursa nasıl kurtulacak? Sen de eğer, beşeriyet niteliklerinden ölürsen, hakikat sırlarının denizi seni başının üstünde taşır.”