Hakk Nûr’u Hâle Ziyası Çelebi
-A. Selâhaddin Hidâyetoğlu Çelebimize-
Çok değerli aziz dostlar; Bundan kısa bir zaman evvel, Em. Yrd. Doç. Dr. A. Selâhaddin Hidâyetoğlu Çelebimizi ziyaret maksadıyla Konya’ya gitmiştim. Kendileri çok ciddi rahatsız olmalarına rağmen, lütfederek bendenizle birlikte Huzûr-ı Pîr’e geldiler. Çelebi Hüsâmeddin Hazretlerinin sandukası önünde niyaz ederken bendenize; yâ hû Çelebi Hüsâmeddin’i anlatan bir yazı yazsana diye öylesine içten ve samimi bir teklifte bulundular ki; bir anda ne diyeceğimi şaşırdım. Zamanın Cüneyd’i, devrin Bâyazid’i, Hak dininin kılıcı, güzellikte eşsiz, büyük Mevlânâ âşığı, Hz. Pir’imizin bizzat medhü senasını yaptığı bu ulu zat hakkında fakirinizin ne sözü olabilirdi ki; Yüreğimi titreten bu teklif, Huzûr-ı Pir’de Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’nin sandukasının önünde, Ulu Arif Çelebinin soyundan gelen A. Selâhaddin Çelebi tarafından yapılmıştı. Kısa bir sessizlikten sonra endişeyle eyvallah efendim diyebildim. Fakirin endişesini gören Selâhaddin Çelebimiz; Korkma Yâ Hû; İnciler zaten hazır, sen sadece tek tek ipe dizeceksin.
Arş hazinelerinin anahtarı, yer hazinelerinin emini, yer yüzünde sünnet ve farzlarla kaim Tanrı velîsi, Kıyamet gününde muhiplerin şefaatçisi olan ve Kürt olarak uyudum, Arap olarak kalktım sözünü söyleyen terkîm edilmiş şeyhe (Cenâb-ı Hakk ondan ve onun seleflerinden razı olsun, ne güzel selef, ne de güzel halef…)
Hakkın ve dinin kılıcı, asrın Bâyazid’i, zamanın Cüneyd’i, kalplerin emini; Ahî-Türkoğlu diye tanınan Ûrmiyeli Hasan oğlu Muhammed’in oğlu, Çelebi Hüsameddin Hazretleri’nin Soyu, 1107 yılında Bağdad’ta vefat eden Tâc-ul- Arifin Ebül-Vefâ-ı Kûrdî’ye ulaşmaktadır. Dedeleri. Ürmiye’den Anadolu’ya göçmüş, Konya’ya yerleşmişlerdir. Babası Ahî Muhammed, Konya ve çevresindeki ahî teşkilatının reisi olduğu için “Ahî-Türk” adıyla tanınmıştır. Bundan dolayı. Çelebi Hüsameddin Hazretleri’ne Ahî-Türkoğlu denmiştir. Çelebi Hüsameddin Hazretleri çocuk yaşlarında babasını kaybetmiş, fütüvvet erbabı Konya ahileri onu, babasının postuna oturtmuşlardı. Daha o günlerde Hz. Mevlânâ’ya içten bir sevgi besleyen, fırsat buldukça medresedeki derslerine, daha sonra da semâ ve safa meclislerine katılan Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri, bulûğ çağına erince, bütün ahiler ve dostlarıyla birlikte Hz. Mevlâna’nın hizmetine girmiş, Hz. Şems’ten ve Selâhaddin’den feyz almış, Şeyh Selâhaddin’in vefatından sonra da Hz. Mevlâna’nın yakını ve halîfesi olmuştu. Bununla da kalmamış, Konya’da Ahî teşkilâtının riyasete düşen payını, kendi mallarını da katarak Hz. Mevlâna’nın önüne sermiş, nesi var, nesi yoksa, Hz. Mevlâna’nın yakınlarına ve müridlerinden ihtiyacı olanlara harcanmasını niyaz etmişti. Bundan böyle, Çelebi Hüsameddin’in Konya Meram bağlarındaki konağı, Hz. Mevlânâ dervişlerinin bir idare yeri olmuştu. Hz. Mevlâna da eline ne geçmişse olduğu gibi Çelebiye göndermiş, bu idarenin, başına Çelebiyi getirmişti. Gençliğinde iyi bir tahsil gören Çelebi Hüsameddin Hazretleri, Konya’da birkaç yüksek medresenin öğretmenliğini de yapıyordu. Hz. Mevlâna’nın aşk ve gönül zincirine bağlanıp bu zincirin sağlam bir halkası olduktan sonra da, onun manevî terbiyesi altında pişmiş, “Hâmil-i esrarı ve haznedâr-ı maârifi” olmuştu. Hz.Mevlânâ, onu Hâle ziyası, Hakk nuru, ruh cilâsı, dinin ve gönlün hüsâmı cömert Hüsameddin gibi çeşitli vasıflarla övmüş, Hz. Şems’ten ve Selâhaddin’den sonra gönlünde en önemli yeri bu değerli dostuna vermişti. Öyle ki Hz. Mevlânâ, onsuz bir yere gitmez, onsuz konuşmaz, neşelenmezdi. Şems, bu defa da, Çelebi Hüsameddin Hazretleri’nden tecelli etmişti. Hz. Mevlânâ bütün sevdiklerini onda, onun yakınlarında buluyor ve görüyordu. Bir gün Çelebi Hüsameddin Hazretlerinin bağında otururken, yanındakilere Hazreti Şems’ten bahsetmiş ve onu övmüştü. Mecliste bulunan müderris Bedreddin, Hazreti Şems’i göremediğine üzüldüğünü belirtince, Hz. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddin’i kasdederek, Şems’e erişemediysen, öyle birisine eriştin, öyle birisine kavuştun ki saçının her telinde yüz binlerce Şems asılı… demiş ve heyecanlanarak semâ’a başlamıştı.
Ancak Çelebi Hüsameddin Hazretleri’nin bulunduğu mecliste rahat, bulup, huzur duyan, coşup mânâlar saçan, hakikat ilminden bahisler açan, Hz. Mevlânâ, Şeyh Selâhaddin’den sonra kendisine hemdem ve halîfe olarak Çelebi Hüsameddin Hazretleri’ni seçerek dostlarına şöyle demişti: Ona baş eğin, önünde âcizcesine kanatlarınızı yere indirin! Bütün buyruklarını yerine getirin; sevgisini canınızın tâ içine ekin. O rahmet mâdenidir, Allah nurudur.
Sultan Veled Hazretleri İbtidâ-Nâme adlı eserinde, konuyla alâkalı olarak şöyle demektedir: Bütün dostlar, onun lütuf suyuna testi kesildiler. Şemse ve Şeyh Selâhaddin’e yapmış oldukları aşağılık hareketlerden kurtulmuşlar, edeblenmişlerdi. Haset etmeden itaat ettiler. O topluluktan hiç biri baş çekmedi; her biri canla başla kabul etti. Hazretin buyruğu üzerine, bütün dostlar Çelebi Hüsameddin Hazretleri’ne itaat ederek değer verip sevdi saydı.
On beş sene Hz. Mevlâna’nın şerefli sohbetinde bulunan Çelebi Hüsameddin Hazretleri, Mevlânâ’dan sonra da on sene irşad makamında, Hz. Pir’in postunda oturmuş; Mesnevi-i şerifin yazılmasının yegâne sebebi, bu ilmi ledün deryasının canı, ruhu, sözü sohbeti olmuştur. Hz. Pir’imiz Mesnevî’nin birinci cildinde Hüsameddin Çelebiyi işaret ederek şöyle buyurmuştur. Şaşılacak ve nâdir söylenecek hikâyeleri, hayırlı ve büyük sözleri, delâlet incilerini, zâhidler yolunu, lafzı az mânâsı çok olan bu manzum Mesnevî’yi, dayandığım, güvendiğim zâtın bedenimde ruh gibi hâkim bulunan kişinin dileği ile uzatmak ve etraflıca yayıp genişletmek için çalıştım, çabaladım. O zat Hakk dininin Hüsâmıdır. Allah ondan razı olsun. Mesnevî’yi söylerken kendine Hüsâmeddin Çelebiyi muhâtab alan Hz. Pir’imiz Mesnevî-i Şerife; Hüsâmi-nâme demiştir. Hz. Mevlânâ’nın Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’yle birlikte geçen gökyüzüne has aşk ve muhabbet günlerinin en güzel yadigârı, hiç şüphesiz Mesnevî-i Şerîf’dir. Rivayete göre; Çelebi Hüsâmeddin, Hz. Mevlânâ’ya gönül verenlerin, devamlı Hakîm Senâ’i (525/1131)’nin Hadîka’sını, Feridüddin-i Attar (627 /1230)’ın Mantuku’t- Tayr adlı eserini okuduklarını görüyor, bu hâle gönlü razı olmuyordu. Bir gece Hz. Mevlânâ’yla yalnız kalınca kendini rahatsız eden bu durumdan söz açarak, benzer bir kitap yazarsa ihvanın yalnız Mevlânâ Hazretlerinin sözleriyle meşgul olacağını, esasen Dîvân’ı nın yeni gazellerle hayli büyüdüğünü, Senâ’i’nin, Attar’ın eserleri gibi Sûfîlik yollarını, hakîkatlarını, inceliklerini gösteren bir kitap yazma zamanının geldiğini arz ederek, artık bundan sonrası Hüdavendigâr’ın lütuf ve inayetine kalmıştır dedi. Bunun üzerine Hz. Mevlânâ hemen mübarek sarığının içinden küllî ve cüz’î bütün sırları açıklayan bir cüz çıkartıp Çelebi Hüsâmeddin’in eline verdi. Bunda Mesnevî-i Şerifin başında bulunan ilk on sekiz beyit yazılı idi.
Hz. Mevlânâ Çelebi Hüsâmeddin Hazretlerine ilk on sekizlik beyitleri uzatırken bundan sonrasını da, sen yazarsan bende söylerim dedi. Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri bu müjdeli habere canla başla razı oldu. Hz. Mevlânâ; bu fikir sizin mübarek kalbinize gelmeden böyle manzum bir kitabın yazılmasını ve parlak mânâ incilerinin delinmesini gayb ve şahadet âleminin bilgini Rahman ve Rahîm olan Allah gayb âleminden onu kalbime ilham etmişti. Şimdi gel kendi himmetinin semâsının yüceliklerinde uçabildiğin kadar uç ve tamamiyle Muhammed’e uyarak hakîkatlar mi’râcı tarafına bir yürüyüver, bizim iç âlemimiz, senin âhengine uysun, harekete gelsin, bu mânâların kelimelerine başlasın buyurdular. Böylece Mesnevî-i ‘Şerif yazılmağa başlandı. Eflâki, Mesnevinin yazılıp tamamlanmasını anlatan bahiste şöyle demektedir: Mevlânâ Hazretleri, asil kişilerin sultânı Çelebi Hüsâmeddin in cazibesi ile heyecanlar içinde Semâ ederken hamamda otururken, ayakta, sükûnet ve hareket hâlinde dâima Mesnevî’yi söylemeye devam etti. Bazen öyle olurdu ki, akşamdan başlayarak gün ağarıncaya kadar bir biri arkasından söyler yazdırırdı. Çelebi Hüsâmeddin de bunu sür’atle yazar ve yazdıktan sonra hepsini yüksek sesle Mevlânâ’ya okurdu. Cilt tamamlanınca Çelebi Hüsâmeddin beyitleri yeniden gözden geçirerek gereken düzeltmeleri yapıp tekrar Mevlânâ’ya okurdu.
Yine böyle sabahlara kadar süren bir çalışmanın sonunda; Hz.Mevlânâ Hüsâmeddin Çelebinin yorgun yüzüne büyük bir şefkatle bakarak, şu Mesnevi beyitlerini söylemişti:
Gene sabah oldu. Ey sabahları hazırlayan ve koruyan Allah’ım bize çok hizmeti dokunan Hüsâmeddin Çelebiden sen özür dile. ‘Akl-ı Küll’ün ‘cân’ı da özür dilesin. Sabahın nuru parladı. Bizde nurunla nurlandık, feyz aldık da bu sabah vaktinde senin mansur şarabını içmekteyiz. [Clt.1.1807]
Sanki Cenâb-ı Hak, Çelebi Hüsâmeddin Hazretlerini bu mübarek kitabın yazdırılması için yaratmış, ona bu uğurlu vazifeyi takdir buyurmuştu. Nitekim Hz. Mevlânâ da, Mesnevinin çeşitli yerlerinde şöyle buyurmuştur:
Ey Hakk ziyası Hüsâmeddin! Benim bu Mesneviden maksadım sensin. Mesnevi, dalları, gövdesi ve kökü ile tamamıyla senindir. Onu sen kabul etmişsin. Bir şeyi padişahlar kabul edince artık o reddedilmez. Mesneviden maksadım; senin sırrındır. Onu meydana getirmekteki maksadım senin sesini duymaktır. Bence senin sesin Hakk’ın sesidir.[C\t.4.754-759] Ey Hüsâmeddin! Harfleri, kelimeleri bir araya getirerek şekil suret meydana getirmek bizden, onlara ruh vermekte senden. Hayır yanlış söyledim, bu da senden o da senden. [Clt.4.3826]
Ey Hakk âşığı olan Hüsâmeddin, sen öyle üstün bir ersin ki, Mesnevi senin nurunla aydınlandı, parlak bir hâle geldi de ayı bile geçti. Ey kendisinden bir çok şeyler umulan büyük insan, senin himmetinin, kereminin bu Mesnevî’yi nerelere kadar götüreceğini Allah bilir. Bu Mesnevinin boynunu bağlamış, onu bildiğin yere çekip götürüyorsun. Mesnevi yürüyor fakat bunu çekip götüren ortada görünmüyor. Görünmüyor ama herkese değil, gönül gözü kapalı olanlara görünmüyor. Mademki Mesneviye başlamaya sen sebep oldun, o hâlde bu artarsa uzarsa yine sen artırır, uzatırsın. Eğersen böyle istiyorsan elbette Allah’ta böyle istiyor demektir. Çünkü Allah takva sahiplerinin arzularını yerine getirir. 1 [Clt.4.1-6]
Ey Hüsâmedin senin manevî üstünlüğün akılların erebileceği dereceyi çoktan geçti. Akıl seni anlamakta âciz kaldı. Ey Hüsâmeddin, sen Hakk’ın nurusun, O nedenle Hakk yoluna düşenlerin ruhlarını Mesneviyle çeker Hakk’a götürürsün. [Clt.5.15-23]
Hz. Mevlânâ Mesnevinin altıncı cildini Hüsâmeddin Çelebiye armağan ederken, asırlar ötesinden sanki bu günleri işaret ederek şöyle buyurmuştur:
Bu altı cilt Mesnevi ile dünyanın altı cihetine nûr saç da, onun etrafında dolaşmayan da, Mesneviden haberi olmayan da ondan nur alsın. Mesnevi ile nurlansın. Ey Hüsâmeddin sen bir mânâ güneşisin, onun için sana ‘Ziya’ dedim. Bu iki söz ‘Hüsam ve Ziya’ senin vasıflarındır. [Clt.4.16]
Hz. Mevlânâ’ya göre hakîkatlar memesinden mânâlar sütünü emip çıkaran Çelebi Hüsâmeddin’dir. Yine Mesnevisinde bu mânâya şöyle işaret eder. Bu söz can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor. Dinleyen susuz ve arayıcı olursa, va’z eden ölü bile olsa söyler. Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir. Kapımdan içeri nâmahrem girince harem halkı perde arkasına girer gizlenir. Zararsız ve mahrem biri gelince de kendilerini gizleyen mahremler yüzlerindeki peçeyi açarlar. Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyle gören göz için yapılır. Çenginzir (en ince) ve bam (en kalın) nağmeleri nasıl olur da sağır kulak için terennüm edilir? Allah, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadı. Koku duyan için yarattı; koku almayan için değil.
Böylesine eşsiz bir gönül muhabbetiyle, çok dikkatli bir çalışmanın sonunda 1259-1261 yılları arasında yazılmaya başlanılan Mesnevi, (1264-1268) yılları arasında sona erdi. Sahih Ahmed Dede’de (1742-1813) Mecmûatü’t Tevârihi’l Mevleviyye adlı eserinde, Mesnevî-i Şerif yazılmaya başlandığında Hz. Mevlânâ’nın 55. Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’ninde 37 yaşında olduğunu söylemektedir. Konya’da ki Mevlânâ müzesinde bulunan, büyük boy ve altı cilt bir arada olan altın varaklarla süslü Mesnevî-i Şerifi Hüsâmeddin Çelebi, 1278 yılında, yâni Hz. Mevlânâ’nın vuslatından tam beş yıl sonra, Konyalı Hattat Abdullah oğlu Muhammed’e yazdırmıştır. Bu büyük hizmetiyle de yüzyıllar sonra bile Mesnevinin doğru bir şekilde Hakk âşıklarına ulaşmasına vesile olmuştur.
Eflâkî’ye göre; Bir gün Muîneddin Pervane büyük bir toplantı tertip etmiş ve memleketin bütün büyüklerini ve ileri gelenlerini çağırmıştı. Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’nin olmadığı bu toplantıda, Mevlânâ Hazretleri mânâlar saçmağa başlamamış ve hiçbir kelime söylememişti. Pervane durumu ferâsetiyle anlayarak, kendi kendine: Çelebiyi mutlaka çağırmak lâzımdır dedi ve Mevlânâ Hazretlerinden Çelebi’yi bağdan getirmeleri için izin istedi. Hz. Mevlânâ, Büyük bir memnuniyetle iyi olur çünkü hakîkatların memesinden mânâlar sütünü emip çıkaran odur. Buyurdu. Kısa bir zaman sonra Çelebi Hazretleri bütün dostlarıyla birlikte gelince, Pervane onları karşılamağa koştu ve Çelebi Hazretleri’nin elini birkaç kere öpüp başına koydu. Hz. Mevlânâ da, Çelebi Hüsâmeddin’i görünce hemen yerinden kalktı ve ona: Merhaba benim canım, imanım, Cüneyd’im, nurum, efendim, Tanrının sevgilisi, Peygamberlerin maşuku diye iltifatlarda bulundu. Çelebi de mütamâdiyen Mevlânâ Hazretleri’nin önünde yerlere kadar eğilerek niyaz etti. Pervâne’nin içinden Acaba Mevlânâ’nın buyurdukları bu sıfatlar Çelebi Hüsâmeddin’de var mıdır? Yoksa Mevlânâ tekellüfte mi bulunuyor diye geçti. Çelebi Hazretleri hemen Pervâne’nin elini sıkıca yakalayıp ona: Muîneddin! bu sıfatlar bende yoksa da mademki Mevlânâ Hazretleri buyurmuştur, öyledir ve bende dediğinden yüz kat daha mevcuttur. O, derhâl yok olan o hâli var edip vermeğe, müridin canında artırmağa ve bir inayet nazarıyla insanı hidâyete ulaştırmağa ve kemâle erdirmeğe kadirdir, dedi.
Kırk yıl boyunca Hz. Pir’in şerefli hizmetinde bulunan Sipehsâlâr da risalesinde; Hz.Mevlânâ’nın hiçbir halîfesine, Çelebi Hüsâmeddin’e ettiği iltifat kadar iltifat etmediğini belirterek, görenlerin Mevlânâ’yı onun müridi sanırdı demektedir. Gerçektende “Mesnevi” dibacesinde Hz. Pir’imiz Çelebi Hüsâmeddin’e hitaben; Efendim, dayancım, güvencim, cesedimde ruh gibi hakim, bugünümün de azığı, yarınımın da. Arifler ulusu ve muhtedası, hidâyet ve yakîn ehlinin imamı, halkın feryadına yetişen, kalblerin ve akılların emini, Tanrının halkı arasında emaneti, mahlukatı içinde güzidesi, Peygamberine olan vasiyetlerinde ve safîsinin indindeki sırlarında seçilmişi, Arş hazinelerinin anahtarı, yeryüzü definelerinin emini, faziletler sahibi, gönlün dinin hüsâmı, diyerek, Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’ne eşsiz bir övgüyle kıymet verip yüceltmiştir. Mesnevi’nin dibacesinde ki bu sözler, yüz yıllar sonra bugün bile aşk yoluna bîgâne olanları hayretler içinde bırakıp şaşırtabilir.
Hz.Pir’imizin, Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’ne gösterdiği yakınlığı verdiği çok yüksek değeri mübarek elleriyle yazmış olduğu mektuplarında da çok açık bir şekilde görmek mümkün.
Her cümlesi, her satırıyla gönüllerimizi titreten, aşkın, sevginin, saygının, bağlılığın, sadakatin, emsalsiz bir örneği olan mektuplarında Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’ni; Şeyhler şeyhi, Din Hüsâm’ı, kalblerin emini, şeyhlerin büyüğü, zamanın Cüneydi, vaktin Bayazidi, gerçeklerle yücelmiş, gerçekler güneşi, hidayet imamı, gibi yüksek vasıflarla anarak, bu değerli dostunu gönlünden yansıyan duygularıyla en yüksek makamlarla yad etmiştir.
Hz. Mevlânâ’mız Mecdeddin (Atabek)e yazdığı bir mektupta Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’nden söz ederken, “Ulular ulusu, Tanrıdan en fazla çekinen, en çok korkan, Hakk’ı arif olan, gaybın emini, zamanın Cüneyd’i, Allah velisi Hüsâmeddin, diye övmede, yazmış olduğu başka bir mektupta ise: Yeni ay güzeldir, alımlıdır, parmakla gösterilir ama dolunay oluşu bir başka şeydir. Bu duacının, Şeyhlerin, Abdal’ın efendisine, kalblerin eminine, zamanın Cüneydıne, yâni Hüsâmeddin’e Allah bereketini dâim etsin bağlılığı sizce de malumdur, diyerek Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’ne bağlılığını eşsiz övgülerle bir kez daha tasdik edip en açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Gülen gül, gülmezde ne yapar? Miskle bayrak bağlayıp yüceltmezde ne eder? Beytiyle başlayan, Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’ne husûsen yazmış oldukları mektupta ise: Yüce Tanrı’nın seçtiği, kendi kerem ve lütuf sıfatlarının elbisesini giydirdiği, başına ‘Biz bilerek onları, âlemlere seçtik, üstün ettik’ tacını vurduğu kişi, kulu okşayıp yetiştirmez, küçükleri besleyip geliştirmez de ne eder? Allah âlemler üstünde gölgesini dâim etsin.Yüz kez, halkı da tanık tutum, Yaradanı da, o kendisine hizmet edilesi zât ne düşünürse benim de son düşüncemdir. O ne buyurursa, ne söylerse o söz benim sözümdür dedim. Allah bizim can dileklerimizi yerine getirmek istedi de, onun kutlu şeklini düzdükoştu. Canımızın ne dileği varsa, şüphe yok ki, kedisine hizmet edilesi Hüsâmeddin’in sözlerinden, işaretlerinden parıldar. Allah kendisine hizmet edilmekten alıkoymasın onu. O dilek isterse görünüşte meydana gelsin, olsun, isterse olmasın; böyledir bu. Siz ne buyuruyorsanız, birisi çıkarda, bunu Mevlânâ söylememiştir, Çelebi söylüyor derse, yanlışa düşmüş, hata etmiş, suç işlemiştir.
Görüldüğü gibi Hz. Pir’imiz bu mektupta Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’yle kendisi arasında hiçbir fark olmadığını özleri gibi sözlerinin de bir olduğunu açıklarken, mektubun devamında Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’ne hasretini dile getirerek; Binlerce selâmdan şükürden sonra bilin ki: Sizi görmek isteği günden güne artmaktadır. Kutluluğunuza dua etmekteyim; hayır duanızla oyalanmaktayım, diyerek kedisini çok özlediğini görüşmeyi pek arzuladığını en âşıkane bir şekilde anlatmaktadır . Dîvân-ı Kebir’de; Dâima gülüp duran gül gülmezde ne yapar? Beytiyle başlayan bir gazel bulunmaktadır. Belki de Hz. Mevlânâ bu gazelin ilk beytiyle gönül dostuna seslenmiştir. Gazel özetle şöyledir:
Dâima gülüp duran gül gülmez de ne yapar ?
Güzel kokular yayan misk kokan yaprağını, yaprak gibi açmaz da ne yapar?
Gülmekte olan nar, çatlayarak ağzını açtıktan sonra derisine sığmaz da ne yapar ?
Zavallı gölge güneşin nurunu görünce secdeye kapanmaz da ne yapar?
Âşık sevgilisinin gömleğinin güzel kokusunu duyunca kendi gömleğini yırtmaz da ne yapar ?
Sevgilim; bana acır da benim mezarımın yanından geçersen ölmüş bedenim dirilmez de ne yapar?
Hz. Pir’imiz; Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’ne yazmış oldukları başka bir mektup’a ise, Yüceler dolunay gibi bir esenlik sana; Ter-ü taze gül gibi kokan bir esenlik… Şebboy gibi kokular yayan esenlik… Taze hurma gibi tatlı, hoş bir esenlik. Beyitleriyle başlamıştır. Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’ne karşı özlemini dile getirme, sözle ifâde etme, üslûp, belagat, samimiyet, bakımından emsalsiz bir örnek olan bu mektup özetle şöyledir:
Yüce Tanrı gizli şeyleri bilir ya; ben de bilirim ki, “Allah tanıklık eder” Vâdesi hükmünce, Allah vakit gelince ben tanıklık etmesem de her şeye tanıklık eder; hele Hak ve Din Husâmı’nın duyan, lütuf ıssı bulunan kulağına sabah, akşam, boyuna tanıklık etmededir; tanıklığı hiç kesilmez. Allah bereketini dâimi etsin; ömrünün uzunluğuyla, işinin yüceliğiyle âlemleri faydalandırsın. O aklı başında uyanık bir erdir; sözlerinde de olgundur, işlerinde de, hâllerinde de, bilgide de, kullukta da. Parlak duyucudur; aklı başında uyanık. Hilm ve kerem ısısıdır; parlayıp duran ebedî ışık. Yücedir, zariftir; hâzırdır, nazırdır; ebedîdir, bir olan Allah’a mensuptur. Bana hem oğuldur, hem baba; hem ışıktır, kem göz; hem görünendir, hem görüş. Selâmlarımı, duâlarımı yele sunar da yollarım; özlemimi, görmeyi pek istediğimi seher yelinin eline verir de, onunla gönderirim; onunla arz ederim. And olsun O Allah’a ki, ululuğu yüzünden yüceliği, üstünlüğü, gökyüzü küpüne bile sığmaz; Özlemime dâir arz edeceğim sözler, yazacağım yazılar; Parmaklarımın anlatışına sığmaz.
Hz. Pir’imiz daha nice gönül alıcı sözlerden sonra Çelebi Hüsameddin Hazretleri’ne mektubunun maksadını, yine bu can dostuna duyduğu bağlılığı arz ederek şöyle anlatıyor: Bu günlerde duymuşsunuzdur, özü doğru kişilerden biri, bir davet tertipliyor. O aziz mizacınızın nazikliği, latifliği yüzünden davetlerde hazır bulunmaktan kaçarsınız ama, sizin kutlu huzurunuz olmaksızın da bu davete icabet etmek istemiyorum. Hani; ‘Gönül huzuru olmadan namaz olmaz’ denmiştir.
Sevgi, saygı, sadâkat, aşk ve bağlılığa sınır olmadığını gösteren, ne kadar zarif, ne denli naif bir mektup. Gönülden yansıyan dostluk duygularının doruğa çıktığını, yüz yıllar sonra bile her kelimede hissedip büyüleniyorsunuz. Hani gönül huzuru olmadan namaz olmaz denmiştir. Bir insan dostuna, sevgi, saygı ve bağlılığını belli etmek için bu sözlerin ötesinde acaba ne söyleyebilir ?
Hz. Pir’imiz tüm bu övgüleri yetersiz buluyor da bakınız neler söylüyor: Ey Hakk ziyası cömert Hüsameddin, gökler de, unsurlarda senin gibi mânevi bir padişah doğurmadı. Senin benzerin olmadığı için, sen can âlemine de, gönül âlemine de nâdir olarak gelirsin. Bu yüzdendir ki, can da gönül de, senin gelişine karşı bir şey yapamazlar da utanırlar kalırlar. Nice defalar, ben geçmiş zamanlarda gelmiş kâmil insanlardan, velîlerden söz açtım. Onları övdüm ama, bütün övgülerimde hep sen vardın. O meth etmelerden maksadım hep sendin. Aslında ben hep seni övdüm. Bütün o övüşlerin hiç biri sana lâyık değildir. Bu övgüler senden utanırlar. Fakat fakir elinde ne varsa onu sunar. Allah da onu kabul eder. Allah âciz kulunun aczini hoş görür. Ey adı güzel Hüsameddin, ben seni bu övgülerle kısaca andım. Kısaca övdüm. Bu kısa övüşü kuş da bilir balık da. Hasetçilerin âh-ı sana dokunmasın, sana diş bilemesinler diye, seni gizlice ve kısaca övdüm.
Hz. Pir’imizin böylesine âli övgüsüne aşk ve muhabbetine mahzar olarak, bu ulvî dostlukla şereflenen Çelebi Hüsameddin Hazretleri; Hz. Mevlânâ’dan sonra on yıl kadar Hz. Pir’in postunda oturarak karanlıkları aydınlatıp, etrafına ledünnî inciler saçmıştır. 683 yılı Şaban ayının onikinci Çarşamba günü mânâ göğünden bir yıldız daha kaymış, her fâni gibi bu yüce dost da vuslat-ı rahmana kavuşmuştur. Hiç şüphesiz dünya durdukça Hz. Mevlânâ’yla birlikte Çelebi Hüsameddin Hazretleri’nin de sadâkati, aşk ve muhabbeti, yapmış olduğu yüksek hizmetleri; Hakk âşıklarının başında manevî bir taç olarak sonsuzluğa kadar yaşayacaktır.
Bu gönüller sultanının vuslatına âit tafsilâtı yine Eflâki’den şöyle öğrenmekteyiz.
Çelebi Hazretleri bir gün tüm Mevlânâ âşıklarıyla birlikte, Meram’daki Hüman denilen bağında Semâ ve sohbet ile büyük bir zevk ve neşe içindeyken, Konya’dan birisi gelip türbenin kubbesinde ki alemin düştüğünü haber verir. Bu haber, Çelebiye pek fena tesir eder. Birdenbire tüm neşesi kaçarak mahzunlaşır. Onun bu teessürü dostlarını da etkileyip ağlatır. Bir müddet sonra Şeyhin göçüşünden beri kaç yıl geçti hesap edin diye sorar. On yil geçti, on birinci yıla bastık derler. Çelebinin hâli büsbütün değişir, tüyleri ürperir, beni eve götürün, ömür kadehi doldu, göç zamanı yaklaştı der. Evine götürürler, birkaç gün hasta yattıktan sonra da, düşen alemin yerine konduğu gün vuslata erer.
Âşıklar Kâ’besi’nin etrafında her dem tavafta olan bu değerli gönül sultânının cenaze namazını Sultan Veled Hazretleri kıldırmıştır. Hz. Pir’imizin ön tarafına sırlanan Çelebi Hüsâmmeddin Hazretleri’nin şimdi türbe içinde bulunan merkadin üstünde tuğlayla yapılmış ve alçıyla sıvanmış bir sanduka bulunmaktadır. Sandukanın baş tarafında, önde ve alçıyla sandukaya tesbit edilmiş bulunan mermer levhada, sülüs yazıyla Arapça bir kitabe vardır. Türkçesi şöyledir: Burası şeyhler şeyhinin, ariflerin uydukları zâtın, hidâyet ve yakıyn imamının, arş hazinelerinin anahtarı, yeryüzü definelerinin emini, zamanın Cüneydı, devrin Bâyazid’i olan faziletler sahibi, Tanrı ışığı Hasan oğlu Ahî Türk diye tanınmış Muhammenin oğlu Hüsâmeddin Hasanın türbesidir. Tanrı ondan da razı olsun, onlardan da. Asıl bakımından Urumiyelidir, ve Kürd olarak yattım, Arab olarak kalktım diyen şeyh’e mensuptur. Tanrı ruhunu kutlasın, altıyüz seksen üç yılı Şaban ayının on ikinci çarşamba günü göçtü. Yedi satır tutan bu kitabedeki satırlar Mesnevi dibacesinde Hz. Mevlâna’nın Çelebi Hazretleri hakkında yazdığı sözlerden alınmıştır. Sultan Veled Hazretleri tarafından hazırlandığı sanılmaktadır. Hz. Mevlâna’nın kırk yıl samimiyetle hizmetinde ve sohbetinde bulunan gönüller kumandanı Sipehsâlâr; Risâle’sinde, Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’nin değerini şu cümlelerle belirtmektedir: Hakikatte Hüdâvendigâr Hazretleri’mizin tam mazharı Çelebi Hüsameddin idi ve bütün Mesnevî-i Şerif onun ricası ile yazılmıştır. Bütün tevhid ve aşk ehli, kendilerine bahşedilen Mesnevinin yalnızca yazılması hususunda, kıyamete kadar Çelebi Hüsameddin’e teşekkür etseler yine şükran borçlarını ödeyemezler. Hz. Pir’imiz de, Ey Hakk ziyası Hüsameddin, Mesnevinin sana binlerce şükrü var. Sana dualar etmek, sana şükretmek için Mesnevi ellerini açmıştır. Diye buyurmuştur. [Clt.4.8]
Mesnevî’nin bile el açıp hizmetine şükürler ettiği bu değerli gönül sultanına, Sipahsalar’ın buyurduğu gibi biz âciz kullar kıyamete kadar ne şükran borcumuzu ödeyebiliriz, ne de bu iki kutlu velinin ilâhî sevgilerini dile getirip söyleyebilir, kaleme getirip yazabiliriz. Acziyet içerisinde gönül verdiğimiz aşk ve muhabbetlerine lâyık olmayı niyaz ederken, sonsuz bir ummandan damla misâli de olsa, bu yazının hazırlanmasına vesile olan; A. Selâhaddin Hidayetoğlu Çelebimize de sevgilerimle şükranlarımı arz ederim.
KAYNAKLAR:
Can Şefik, Mesnevi C\\\. 1.3.4. İst. 1997
Can Şefik, Mevlânâ Hayatı Şahsiyeti Fikirleri İstanbul 1995
Can Şefik, Dîvân-ı Kebir’den Seçmeler İstanbul 2000
Eflâkî, Ariflerin menkıbeleri. Tahsin Yazıcı Ankara 1954
Gölpınarlı Abdulbâki, Mevlânâ Celâleddin Mektuplar İst. 1963.
Gölpınarlı Abdulbâki, Mevlânâ’dan sonra Mevlevîlik İnkılâp 1983
Gölpınarlı Abdulbâki, Mevlânâ Celâleddin İnkılâp 1999
Hidayetoğlu A. Selâhaddin, Mevlânâ Hayatı ve Şahsiyeti Konya 1996
Sultan Veled, Ibtida-Nâme Abdulbâki Gölpınarlı Çevirisi Ankara 1976
Sipehsâlâr M. Bahari tercümesi
Sahih Ahmed Dede, Mecmûatü-t Tevâhi-l- Mevleviyye İnsan Yayınları. Hazırlayan Cem Zorlu. İstanbul 2003.
Önder Dr. Mehmet, www kalbinsesi.com
Önder Dr. Mehmet, Yüzyıllar boyunca Mevlevîlik Dönmez yayınları Ankara 1992