Hazret-i Mevlânâ’dan Nasîhatler – A. Selehaddin Hidayetoğlu

 

Hazret-i Mevlânâ’dan Nasîhatler

Rahmân, Rahîm Allah Adına Hû…

“Azamet ve kudrette tek olan, bir tanınan,

karanlıklar içinde ışıklar, ışıklar içinde karanlıklar peydâ eden,

ölüleri dirilten, dirileri öldüren,

yegâne Hālık-ı Zü’l-Celâl’e hamd olsun.

O Azîz’dir, zevâl ve fenâdan münezzehdir,

O’nun Kıdem’ine bidâyet,

Bekā’sına nihâyet yoktur.

Ebedîliğinin denizinde, akıllıların akılları gark olup gitmiştir.

O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Herkes ve her şey O’na muhtâçtır.

O’nun hakîkati karşısında âlimler ilimleriyle, ârifler irfânlarıyla hayrân kalmışlardır.

Biliriz ve bildiririz ki, Allah’tan başka yoktur tapacak.

Biliriz ve bildiririz ki, gerçekten de Hazret-i Muhammed Allah’ın kulu ve rasûlüdür.

Salât ile selâmım Hazret-i Muhammed’e: O,

Enbiyânın Seyyidi,

Etkıyânın İmâmı,

Rûz-i cezâ’da ümmetin şefâatçisidir ve

Semâya urûç edenlerin, seçilenlerin en hayırlısıdır.

O’na, O’nun pâk nesline, inanarak O’nu görenlere, bilhassa,

sıdk u vefâ mâdeni Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk’a,

doğru ile yanlışı ayırt eden, Hattab oğlu Hazret-i Ömer’e,

hilim, hayâ ve iki nûr sâhibi Hazret-i Osman’a,

kılıç ve cömertlik sâhibi Ebû Tâlib’in oğlu Hazret-i Ali’ye,

bütün muhâcirlere, ensâra, emîn adamlara çok çok salât u selâmlar olsun.”

(Mecâlis-i Seb’a, 3. Meclis)

“Ey mülkün sâhibi olan Sultân’ım, Rabb’ım, Allah’ım;

bizim hırs ateşimizi rahmet suyunla söndür,

Sana müştâk olan canlara vahdet şarabından tattır.

Gönlümüzün özünü mârifet nûrlarıyla vahdet sırlarıyla münevver eyle.

Uçsuz bucaksız sonsuz rahmet ovanda açıp yaydığımız umut tuzaklarımızı, dilek ağlarımızı, sâadet kuşlarıyla, kerem ve ihsan avlarıyla doldur.

Hicrân oduna yanan canların ve âşıkların her dem gök kubbeye yükselen gönül dumanlarını vuslatın güzel ve de hoş kokularıyla bürü.

Kālimizi, hâlin özün özeti kıl, hâlimizi söz ve dedikodu tehlikelerinden geçir, kurtar.

İlâhî!

bizi iki cihanın saâdetine düşman olanlardan muhâfaza buyur.

Düşmanların bize, olmasını ve bizim başımıza gelmesini, diledikleri şeyleri bizden uzaklaştır.

Ey lütuf hazînelerinin nihâyeti, kerem deryâlarının ucu bucağı olmayan Allah’ım; bizi, dostlarımızın hakkımızdaki arzu ve hüsn-i zanlarından daha iyi, daha yüce kıl.” (Mecâlis-i Seb’a, 1. Meclis)

Cânlara Niyâzım:

Ey muhabbet dairesinde buluşan canlar,

korku ve endişe sizlerden ırağ olsun,

gönüllerinizde daim yanan, Muhammedî çerağ olsun.

Allah duyuşlarınızı ve niyetlerinizi nûrlandırsın.

Ey dostluk ve aşk yollarında yürüyen canlar,

Allah size dâima Selâm ism-i şerîfiyle tecelli eylesin.

Allah can gözlerinizden perdeyi kaldırıversin.

Ey âşıklar ve sâdıklar,

Allah sizlere cemâlinden tecellî eylesin.

Nûrlanan ve arınan nefislerinize “Ben sizlerden râzıyım” deyiversin.”

Sizler de benden râzı mısınız?” diye soruversin.

Âmin bi-hurmet-i Tâhâ ve Yâsîn …

Hazret-i Pir Efendimiz’in:

“Söz hem az hem öz gerektir.” (Mesnevî, 1, 18)

emrine uyarak az ve öz olan, hususiyle Mevlevî neş’esi ve edebiyle hazırlamaya çalıştığım tebliğimi sunmaya çalışacağım. Sunduğum, sunacağım bilgi O’nundur, O’nun eserlerindendir. Bu nâçiz tebliğim, Berg-i Sebz olarak,

babam Gâzî Veled Bahâeddin Çelebî ile dayım Hâfız İsmâil Zekâî Efendiler’in güzel rûhlarına niyâzımdır.

Mevlânâ hakkındaki bilgilerimizi tazeleyelim:

Allah’dan geldik Allah’a gidiyoruz.

Allah’dan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur.

Hazret-i Peygamber’in yürüyüşünden daha iyi bir yürüyüş,

yolundan daha doğru bir yol görmedik diyen ,

kâmil mü’minler kâfilesi , her biri bir rahmet âbidesi,

Rabbânî âlim Sultânü’l-Ulemâ âilesi.

Bu âilenin fertleri,

Şem’a-i Nûr-i Ahmed’in ezelden pervâneleri,

Nûr- Cemâl-i Muhammed’in ebediyyen pervâneleri.

Bu âileden bu âleme doğan aşk ve rahmet, ilim ve irfan güneşi,

âşıkânın sultânı, ma’şûkînin cânânı,

Mevlânâ Muhammed Celâleddîn-i Rûmî ,

ilmini, irfanını benliğini bütün varlığını,

sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’de yok ederek

ebedî meş’alesini O’nun nûrundan yakıp uyandıran

Mevlânâ …

Kan bağı cihetinden Hazret-i Mevlânâ,

Hazret-i Ebûbekir Sıddîk ile

sevgili Peygamberimiz’in gözünün nûru, Hazret-i Hüseyin Efendimiz’in torunudur.

Mevlânâ aynı zamanda onların can ve gönül unsurundan doğan bir oğuldur.

O Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ali yoluyla gelen nûr-i Muhammedî’nin merkezi ve

onların gerçek mümessili bir pîr-i muazzamdır. Nitekim şöyle buyurur:

“Biz Allah’ın sâyesiyiz.

Muhammed Mustafa’nın nûrundanız.

Sedef içine damlamış çok kıymetli bir inciyiz.

Herkes sûret gözüyle bizi nereden görecek?

İzzet ve celâl, kudret ve kemâl sahibi Allah’ın, su ve balçık içinde belirmiş nûruyuz.

Her nerede bir kandillikten bir an parıldasak, orada bütün bir âlemin müşkilleri hallolur.

Güneşin bile giremediği aydınlatamadığı karanlık bizim nefesimizden kuşluk vakti gibi aydınlanır.” (Mithat Bahârî Beytur, Mesnevî Gözüyle Mevlânâ)

Mevlânâ ma’nevi yolculuğunu, Hakk’a yürüyüşündeki kemâl mertebelerini şu sözüyle ifade eder:

“Hamdım, piştim, yandım.” (Külliyât-ı Şems-i Tebrîzî, Gazel 1768;Divân-ı Kebîr, Gölpınarlı,V, 69)

Mevlânâ’nın pişmesi,

babası Sultân’ul-Ulema Bahâeddin Veled ile

Seyyid Burhâneddin’in feyizli nefesleriyle,

yanması da

ilâhî dostu Şems’in nûrânî aynasında gördüğü güzelliğinin aşk ateşiyle olmuştur.

Mevlânâ’nın Şems’e karşı olan sevgisi Allah’a olan aşkının miyârıdır.

Çünkü Mevlânâ, Şems’de Allah cemâlinin parlak tecellîlerini görüyordu.

Mevlânâ aşk şarabı idi, Şems O’na bir kadeh oldu.

Mevlânâ açılmak üzere bir güldü, Şems ona bir nesîm oldu.

Şems, Mevlânâ’yı ateşledi amma,

karşısında öyle bir volkan tutuştu ki alevleri içinde kendisi de yandı.

Mevlânâ diyor ki:

“Babamın mukaddes ruhuna yemin ederim ki; saçımın her telinde yüz bin Şems-i Tebrizi asılıdır. Sırrımın sırrını idrakte Şems-i Tebrizi bile şaşakalmıştır. Şâh-ı dilber olan Şems-i Tebrizi , bütün şâhlığıyla bizim cânımızın muhâfızıdır.” (Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn)

Bu konuda gönül ehlinin beyanını tekrar edelim:

“Âlem Şems-i Tebrizilerle doludur amma, Hazret-i Mevlânâ gibi bir er nerede?”

Mevlânâ’nın aşk ve cezbe dâiresindeki zevât-ı kirâmdan;

Şeyh Selahaddin Zerkûb-i Konevî,

Çelebi Hüsameddin,

Şeyh Kerîmeddin ve

Sultan Veled, O’nun hemdemleri ve halifeleridir.

Mevlânâ’dan bugüne gelen

Mesnevî-i Ma’nevî ,

Divân-ı Kebîr,

Rubâiyyât,

Mecâlis-i Seb’a,

Fîhî Mâ Fîh,

Mektûbât

gibi eserleriyle açtığı aşk ve cezbe yolu,

Sultan Veled yolu; Mevlevîliktir.

Mesnevî-i Ma’nevî, Çelebi Hüsâmeddin’in istirhamı ve istîdâdı ile yazılmıştır.

Bütün ehl-i tevhid ve ehl-i aşk kendilerine bahşedilen

Mesnevî-i Ma’nevî’nin yalnızca yazılması hususunda sabah-ı haşre kadar

Çelebi Hüsameddin’e teşekkür etseler yine şükran borçlarından kurtulmuş sayılmazlar.

Mevlânâ,

Her işittiğini hak kulağıyla işiten,

her gördüğünü Hak gözüyle gören ,

her bildiğini Hak bilgisiyle bilen,

Allah ile arasında son derece yakınlık ve visâl peydâ eden, Hak Dost …

O, pîr-i muazzam Muhammed Celâleddîn-i Rûmî,

insanların rûhuna tâze bir hayât ve sonsuz bir rahmet sunan,

bu sûret âleminin ölülerini mânâ ve aşkıyla dirilten Rahmânî bir kul, Rabbânî bir insandır.

Mevlânâ takvâsında aşkı, aşkında takvâsı gizli, bir kâmil mü’min.

Velâyet rütbesinde âşıkların sultânı, ma’şûkînin cânânı olmuş bir kâmil velî.

“Allah’ın velî kullarına ne bir korku vardır ne de bir hüzün.” (Yûnus Sûresi, 62)

meâlindeki âyet-i kerîme’nin sırrına mazhar bir kâmil velî,

vâris-i peygamber.

Mevlânâ insana günahkâr da olsa , kâfir de olsa ,

engin bir görüşle, rahmet dolu bir nazarla bakmıştır.

O’nun hoşgörüsünde Tevhîdin sırrı,

Kur’ân’ın nûru,

îmânın şuûru ve

Muhammedî ahlâkın huzûru vardır.

Muhammedî feyze tam mazhar olarak,

rahmet mâdeni olan Mevlânâ;

“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” (Zümer Sûresi, 53)

mealindeki ilâhî müjdenin coşkunluğu içerisinde bütün insanlığa:

“Ümitsizlik semtine gitme ümitler vardır.

Karanlık tarafa gitme güneşler vardır.” (Mesnevî, 1, 724)

diye haykırır ve dâima muhabbet, şefkât ve merhametle yanarak Allah’a şöyle sızlanır ve nazlanır:

“Yâ Erhame’r-Râhimîn! Senin rahmetini yalnız muhsinlerin ümîd etmesi lâzımsa mücrim kime gidip sığınsın?

Yâ Ekrame’l-Ekramîn! Eğer sen, yalnız iyilerden başkasını kabûl etmez isen, kötü kişi neylesin; nerde ağlasın, kime yalvarıp yakarsın?” (Mesnevî, 2, 335)

Mevlânâ’nın pek engin, pek yüce feyzinin parlaklığı içinde teessüs etmiş olan Mevlevî Tarîkati’nin gelişmesine, yayılmasına ilmiyle, irfânıyla, Maârif, Dîvân, İbtidânâme, Rebabnâme, İntihânâme isimli eserleriyle yüksek fazîlet ve himmetleriyle büyük hizmetler etmiş olan Sultân Veled, Babası hakkında buyurur ki:

“O, aklın da, fehmin de, ilmin de, naklin de ötesindedir.

O’nun önünde kuru laflar etme. Kālden geç.

Bilgiçlikten dem vurma O hüsn ü cemâl deryâsıdır.

O, kemâl içinde kemâldir.

O’nun hüsn ü cemâl ile kemâl deryâsından bir damla,

bütün cihâna parlaklık ve güzellik vermiştir.

Hak erenlere sıdk u safâ, Hak dostlarının cân gözlerine cilâ O’ndan erişmiştir.

O’nun elinden bir kadehe nâil olmuşsan, O’nun yolunun toprağı ol.

Alçal, yok ol. İşte o zaman tertemiz olup yücelik yolunu tutarsın.” (Dîvân’dan 390. Gazel)

Şimdi de Mevlânâ’nın şu davetine kulak verelim ve nasîhat nedir onu belirtelim:

“Doktorlar insanın hastalığını, nabzına ve idrarına bakarak anlarlar ve onlar hastalarından ücret alırlar.

Biz Hak Te’âlâ’nın talebeleri olan doktorlarız.

Biz gönüle vasıtasız olarak bir hoşça bakan doktorlarız.

Anlayış bakımından da görüşümüz pek yücedir.

Zirâ biz, Allah’ın Celâl nûrunun ışığından ilhâm alırız.

Bizim delîlimiz, Celîl olan Allah’ın vahyidir.

Hastalığı ilhâm ile anlarız. Biz kimseden de tedâvî ücreti istemeyiz.

Ücretimiz noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tandır.

Onulmaz hastalıklara tutulanlara salâ!

Ey onulmaz hastalıklara tutulanlar koşun buraya! Bizim ilâcımız hastalara birebirdir.” (Mesnevî, 3, 2700-2709)

Nasîhat nedir?

Nasîhat, gizli düşmanlık, kötü niyet ve hileden uzak, balın mumundan tasfiye edildiği gibi sözü de gizli düşmanlık, kötü niyet ve hileden arındırmaktır.

Yani nasîhat gönülden gizli düşmanlıkları kötü niyetleri ve hileleri çıkararak öğüt verilen kimsenin hayır ve saâdetini samimiyetle arzu ve temennî etmektir.

“Dînin kemâli hâssaten nasîhattedir.” (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi)

Hadis-i Şerifi’ndeki nasîhat, hayırlı işleri de şâmildir. Şu halde hayırlı her söz ve hayırlı iş nasîhattir.

Bir gün, Emîr Muîneddin Pervâne, Mevlânâ’dan kendisine nasîhat vermesi için istirhamda bulundu.

Mevlânâ bir müddet düşündükten sonra mübarek başını kaldırıp Emîr Muîneddin Pervâne’ye:

“Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlediğini duydum” dedi. O’da evet diye cevap verdi.

“Ayrıca hadisler hakkında Câmi’ül-usûl’ü okuduğunu ve Sadreddin’den dinlediğini duydum.” buyurdu. Pervâne yine evet dedi. Bunun üzerine Mevlânâ:

“ Mâdem ki Allah ve Rasûlü’nün sözlerini okuduğun, gerektiği gibi bahsettiğin ve bildiğin halde, o sözlerden nasîhat almıyorsan ve hiçbir âyet ve hadisin muktezâsınca amel etmiyorsan, edemiyorsan, benim nasîhatimi nasıl dinler ve ona nasıl uyarsın” dedi. (Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn)

Nitekim Mevlânâ Mesnevî’de buyurur ki:

“Sel, denize kavuşunca, deniz olur.Tohum tarlaya ekilince ekin olur.

Mum ve odun, kendilerini ateşe fedâ ederler de, kapkaranlık özleri nûrlanır, ışıklar saçar.

Sürme taşı, döğülüp, gözlere çekilince iyi görmeye sebep olur; gözcü kesilir.

Ne mutlu o adama ki, kendisinden kurtulur da bir dirinin varlığına ulaşır.

Eyvahlar olsun, yazıklar olsun o adama ki, ölüyle düşüp kalkar da, ölür hayâtını kaybeder.

Sen de, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ânı’na kaçar sığınırsan peygamberlerin canlarına ulaşır; onların huylarıyla huylanırsın.

Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâlleridir. Onlar azamet ve kudret sahibi Allah’ın tertemiz denizinin balıklarıdır.

Kur’ân-ı Kerîm okur da dediğini tutmaz isen, farzet ki nebîleri veya velîleri görmüşsün ne çıkar?

Kur’ân-ı Kerîm’i okur, hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan, can kuşuna ten kafesi dar gelir.

Kafesteki kuş, zindandaki mahbusa benzer, kurtulmayı iste­meyişi câhilliktendir.

Kafeslerinden kurtulan rûhlar, Hakk’a lâyık ve halka rehber olan peygamberlerdir.” (Mesnevî, 1, 1531-1542)

“Usta, hangi hünerde tanınır, şöhret bulursa, kalfa­larının, çıraklarının canları da o hünerle tanınır ve şöhret bulur.

Usûl ilminde üstâd olan kişinin yanına varan zihni açık, istidâdlı talebe usûl ilmini okur.

Fıkıh ilminin üstâdının yanındaki talebe ise fıkıh okur, usûl de okumaz beyân da…

Nahiv üstâdı olan hocanın talebesinin canı nahivci olur.

Hakîkat yolunda mahvolan bir mürşid-i kâmilin müridinin canı da, onun irşâdıyle, ezelî ve ebedî sultân olan Hak’da yok olur – gider.” (Mesnevî, 1, 2829-2833)

Dinle ey Cân:

“Bir Nahiv âlimi, gemiye binmişti.

O kendisine tapan; kendisini beğenen nahivci, oturduğu yerden, gemiciye dönerek dedi ki:

Sen hiç nahiv okudun mu?

Gemici, hayır deyince,

Yarı ömrün hiçe gitti, dedi.

Gemicinin gönlü kırıldı; öfkelendi, fakat cevap vermedi, sustu.

Derken rüzgâr gemiyi bir girdaba düşürdü. Gemici o nahivciye yüksek sesle sordu:

Sen yüzmeyi bilir misin söyle üstâdım?

Nahivci, ey güzel cevaplar veren güzel yüzlü gemici, yüzmeyi bilmem deyince, gemici:

Ey nahivci, bütün ömrün hiçe gitti; çünkü gemi bu girdapta batar gider.

Ölüm günü, bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olacak olan bilgi mahiv (yokluk) bilgisidir.

Şunu iyi bil ki, ölmeden evvel mahvolmayı bilmek gerek. Ölüm günü nahiv bilgisi işe yaramaz. Yok olmuşsan, hiç bir tehlike yok, denize dal.” (Mesnevî, 1, 2835-2841)

“Âgâh ol ki, velîler vaktin İsrâfîlleri’dir. Ölüler onların yüzünden, canlanır gelişirler.

Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların seslerini duyunca sıçrayıp kalkarlar.” (Mesnevî, 1, 1930-1931)

Yine Mesnevî’den nasîhatler:

“Allah ile oturup kalkmak istiyorsan, velîlerin huzûrunda otur.

Velîlerin huzûrundan ayrılırsan helâk olursun.” (Mesnevî, 2, 2163-2164)

“Velîlerin huzûrundan uzaklaşırsan, hakîkatte Allah’dan uzaklaşırsın.” (Mesnevî, 2, 2214)

“Ma’nâ ehliyle otur kalk da,hem ihsânlara nâil ol;hem de cömert bir adam ol.” (Mesnevî, 1, 711)

“Gönül sâhibine erişirsen, katı taş ve mermer bile olsan, cevher olursun.

Pâk olanların muhabbetini kalbinin içine iyice yerleştir. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbetlere gönül verme.

Aklını başına al da bir gönül dostundan gönül gıdâsını al; onun sohbet ve muhabbetiyle gönlünü gıdâlandır.

Git, ma’nevî devlet sahibinden bir devlet ve saâdet talebinde bulun.” (Mesnevî, 1, 722-726)

“Tatlı sözlü câhil dostun sözlerine pek kapılma; dostluğuna güvenme. Onun sözleri eskimiş yıllanmış zehire benzer.” (Mesnevî, 6, 1431)

“Îsâ aleyhisselâm’ın kaçtığı gibi, sen de ahmaktan kaç. Ahmak ile konuşup görüşmek, nice kanlar dökmüştür.” (Mesnevî, 3, 2595)

“Hakîkate ulaşmamış, şu taklîd ile da’vâ güden şeyhlere gitme; onlar adamı ahmak bir hâle sokar, aklını nûrsuz, fersiz bir hâle getirir.” (Mesnevî, 3, 518)

“İnsan yüzlü pek çok iblîs vardır. Öyleyse her ele, el verme.” (Mesnevî, 1, 316)

“Nûr ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.

İlim ve hikmet helâl lokmadan doğar; aşk ve rikkat, helâl lokmadan meydâna gelir.

Ağza alınan helâl lokmadan, gönülden kulluğa bir meyil; öbür âleme gitme arzûsu zuhûr eder.

Bir lokmadan hasede uğrar tuzağa düşersen; bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydâna gelirse, sen, o lokmayı haram bil!

Buğday ekersin de arpa mı biter? Attan eşek sıpası doğduğunu gördün mü hiç?

Lokma tohum gibidir, mahsûlü fikirlerdir. Lokma deniz gibidir, incileri fikirlerdir.” (Mesnevî, 1, 1642-1648)

Allah’ın hidâyet ve inâyeti:

“Allah, bize yardım etmek dilerse gönlümüze, ağlayıp inleyerek yalvarmak ve münâcâtta bulunmak isteğini verir.

Allah için ağlayan göz ne mübârektir. Allah aşkıyla yanıp kavrulan gönül ne mukaddestir.

Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.

Akarsu neredeyse orası yeşerir; nerde göz yaşı dökülürse oraya rahmet nâzil olur.

İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki, cân meydânında yeşillik bitsin.

Ağlamak istiyorsan, göz yaşı dökenlere acı. Merhamete nâil olmak istiyorsan zayıflara merhamet et.” (Mesnevî, 1, 817-822)

Bu duygu ve düşüncelerle Mevlânâ-yı Rûmî’ye gönül bağlamış Muhammed Lutfî dilinden Rabbimize yalvaralım:

“Beni benden cüdâ kılsan
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Hak yoluna fedâ kılsan
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab

Yağmaya versen vârımı
Nâmûs u kibr ü ârımı
Günde göstersen yârimi
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab

Aşkın oduna dağlasan
Çâr etrâfımı bağlasan
Dil hânemi çerâğlasan
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab

Feyz-i Muhammed’le gönül
Nûr-i Muhammed’le gönül
Dolsa meveddetle gönül
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab

Dil tâlib-i ders-i aref
Esrâr-ı Tevhîd her taref
Dolsa gönül bulsa şeref
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab

Aşkın nârına yanayım
Derdin ile boyanayım
Keremine dayanayım
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab

Kenz-i mahfî etsin zuhûr
Hubbunla dil bulsun huzûr
Mahv olunsun her bir kusûr
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab

LUTFÎ sana eyler niyâz
Ağlar gözü her kış u yāz
Bir çâre kıl ey çâre-sâz
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab”
(Hulâsatü’l-Hakāyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî)

Diyor ki Mevlânâ:

“Bu kadar nasîhati ve bilgileri söyledik, lâkin Allah’ın inâyetleri olmazsa, bu nasîhatlerin tatbîki husûsunda hiçiz; hîç…

Hakk’ın inâyetleri ve Hakk’ın has kulları olan erenlerin himmetleri olmadıkça, melek bile olsa defteri kapkaradır.

Ey Allah’ım! Ey lutfuyla biz kullarının murâdlarını veren Rabb’im! Sen dururken, sana karşı hiç bir kimsenin adını anmak doğru olmaz.

Yâ Rab! Bu kadarcık doğru yolu göstermek de senin lütf u ihsânın

Yâ Rab! Bu kadarcık irşâd kudretini de sen bağışladın. Şimdiye kadar nice ayıplarımızı da sen örttün.

İlâhî! Ezelde bağışladığın ilim ve irfân damlacığını, kendi deryâlarına ulaştır. Hepimiz bu duayı yapalım:

“İlâhî! Ezelde bağışladığın ilim ve irfân damlacığını, kendi deryâlarına ulaştır.

Cânımda bir katrecik bilgi var. Onu nefis rüzgârından muhâfaza buyur, beden toprağından kurtar…

Bu topraklar onu örtmeden, şu rüzgârlar onu kurutmadan önce, sen onu kurtar…

Ama bu topraklar onu örtse de, şu rüzgârlar onu kurutsa da, sen onlardan tekrar kurtarmağa ve almağa Kādirsin. Ey Kādir-i mutlak.” (Mesnevî, 1, 1878-1885)

Dîvân-ı Kebîr’deki nasîhat beyitleri ile susalım:

“Beri gel beri, daha da beri… Şu yol vuruculuk, ne zamana kadar sürecek? Mâdem ki sen, bensin; ben de senim; peki senlik benlik neden?

Hak nûruyuz; Hakk’ın sırçası, kendi kendimizle bunca savaşımız, bunca inatlaşmamız da ne? Aydınlık, aydınlıktan ne diye, böyle kaçar durur?

Hepimiz de bir tek olgun kişiyiz; fakat neden böylesine şaşıyız ki ? Zengin neden, yoksulları hor görür ki ?

Sağ el, ne diye kendi solunu hor görür? Her ikisi de, mâdem ki senin elin; uğurlu ne demek, uğursuz ne demek?

Hadi, şu benlikten geç, herkesle karış kaynaş. Kendinde kaldıkça bir habbesin, ancak bir zerresin; fakat herkesle birleştin kaynaştın mı ummansın, mâdensin.

Sayıca yüzbinlerce de olsa, cânı da bir bil, bedeni de.Hani bâdemler gibi, hepsinde de aynı yağ var.

Dünyâda nice diller var, fakat hepsi de anlam bakımından bir ; kapları kırıp döktün mü su, bir olup gider.

Tevhîd’e erer de gönülden sözü sürer çıkarırsan, cân her görüş sâhibine haber gönderir, merâmını anlatır.” (Külliyât-ı Şems-i Tebrîzî, Gazel 3020; Divân-ı Kebîr, Gölpınarlı, IV, 423)

Tevhîd ehline selâm olsun …

16 Aralık, 1997

16 Şa’bân, 1418 KONYA

724. Vuslat yılı münâsebetiyle hazırlanmıştı ve Alâaddin Keykûbât Salonu’nda sunulmuştu.

Felçli demlerimin sekizinci senesinde semazen.net sayfasında yayınlanmak üzere sunuyorum.

Bana, yayınlanması için yardım eden oğlum Uzm.Dr.Bahâüddin Tâhâ’ya teşekkür ederim.

08 Haziran, 2006

12 C.Evvel, 1427 Perşembe (Cuma Gecesi)

Ankara Caddesi Selçuklu – KONYA

ascelebihidayetoglu@hotmail.com