İnsanlara ilk hitâbı; “Oku!” olan; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” diyen İslâmiyet’in akla ve bilgiye verdiği önem, izah gerektirmeyecek kadar açık ve bilinen bir konudur. Bir hadîs-i kudsîye göre Cenâb-ı Hak akla hitâben;
“Senden daha sevgili, daha yüce bir mahlûk yaratmadım. Seninle tanınırım, seninle alır, seninle veririm.” buyurmuştur. (A. Gölpınarlı, Mesnevî ve Şerhi, I, 41-42) Kezâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;
“İlim öğrenmek, her müslümana farzdır.”, “Hikmet, mü’minin yitiğidir; nerede bulursa alır.” buyurmuştur.
İslâm büyüklerinin akıl ve bilgiye dair söyledikleri vecîzeler, eşsiz güzelliktedir. Meselâ Muhyiddin İbn-i Arabî der ki:
“Kim bir şeyi bilmezse onu inkâr eder; tıpkı görmeyen bir kimsenin, apaçık güneşi inkâr etmesi gibi.”
Sadreddîn-i Konevî;
“Bilgi nûrun ta kendisidir; bir şey ancak onunla idrak edilir.” buyurur.
İsmail Hakkı Bursevî’nin görüşü şöyledir:
“Kötü olan cehâlet, iyi olan hikmet ile bir yerde toplanıp birleşemez. Tıpkı ışık ile karanlığın bir araya gelemeyişleri gibi.” (N. Keklik, Felsefenin İlkeleri, İst., 1987, s. 213-214)
Hazret-i Mevlânâ da der ki:
“İnsan, akılla (adam) olur; saçı, sakalı ağarmakla değil.” (3/2280)
“Bilgi, Süleyman saltanatının mührüdür; bütün âlem cesettir, ilim ise candır. İnsanoğlunun bu hünerinden dolayıdır ki deniz, dağ ve ovalardaki mahlûkat, ona râm olmuştur.” (1/1030-1)
“Soru da bilgiden doğar, cevap da; diken de toprakla sudan biter, gül de.” (4/3009)
Mutasavvıflar, insanda iki türlü idrak merkezi bulunduğunu ifade için aklı, meâş (cüz’î, tikel) ve meâd (küllî, tümel) diye ikiye ayırmışlardır. Bunlardan birincisi maddî âlemin işlerini, ikincisi mânevî âlemin gerçeklerini kavrar. Onlar, önem bakımından akl-ı meâdın üstünlüğünü her vesileyle vurgularlar. Mevlânâ;
“Bu aklın mahremi, akılsızdan başkası değildir; (nitekim) dilin müşterisi ancak kulaktır.” (1/14)
“Akl-ı cüz’î kâh üstündür, kâh baş aşağı… Akl-ı küll ise bütün hâdiselerden kurtulmuştur, emindir.” (3/1145) buyurur.
İlâhî aşkın iki büyük şairi Yûnus Emre:
İlim hod göz hicâbıdır,
Dünya ahret hesâbıdır,
Kitab hod aşk kitâbıdır,
Bu okunan varak nedir?
ve Fuzûlî;
Aşk imiş her ne vâr âlemde
İlm bir kîl ü kāl imiş ancak
beyitleri ile aynı gerçeği dile getirmişlerdir. Yoksa akıl ve bilginin önemi, asla inkâr edilemez; ancak Hazret-i Pîr’in deyişiyle;
“Gönle vuran, insanı gönül ehli yapan ilim fayda verir. Yalnız bedene tesir eden, insana mâl olmayan ilim, yükten ibârettir.” (1/3430 vd.) Çünkü yüce dînimizce makbul olan ilim, hem dünyaya faydası olan, hem de âhirete faydası olan ilimdir.
Akl-ı meâş, yani beş duyu vasıtasıyla çalışan cüz’î akıl, analizcidir; daima ayrıntının peşindedir. Meselâ bir maddeyi tanımak ve ikna olmak için onu oluşturan en küçük parçaya kadar inmek ister. Bu yüzden eskiler, onu «zerre-bîn» yani en küçük parçayı görmek isteyen akıl diye tavsif etmişlerdir. «Cüz’î» diye adlandırılmasının bir sebebi de bu olmalıdır. Ayrıca onu, kapasitesinin sınırlı olması ve yanılgılara düşebilmesi yönlerinden de eleştirmişlerdir. Hazret-i Mevlânâ buyuruyor ki:
“Akıl, ona derler ki Hakk’ın yaylasında yayılmış, O’nun nimetlerini yemiş olsun… Merkür’den gelen akla, akıl demezler. Bu aklın ileri görüşü, mezara kadardır; fakat gönül sahibinin aklı, sur üfürülünceye dek olacak şeyleri görür! Bu akıl, mezardan, topraktan ileriye geçemez. Bu ayak, şaşılacak şeylerin bulunduğu sahaya gidemez. Bu ayaktan da bez, bu akıldan da… Yürü, kendine gaybı görür bir göz ara da muradına eriş. Hocaya bağlanan, kitaba öğrenci olan kişi, Musa -aleyhisselâm- gibi yeninden, yakasından parlayan nûru bulabilir mi? Bu bakış, bu akıl, adama ancak baş dönmesi verir; öyleyse görüşü bırak da beklemeye bak. Söz söylemede yücelik aramayın; (ibret almak) isteyen kişi için dinlemek, söylemekten yeğdir. Bellemek, belletmek de bir nevi şehvettir; her çeşit şehvet, yolda puttur. Her fuzûlî kişi, Hakk’ın fazlına, ihsanına erişebilseydi (yüce) Mevlâ, bunca peygamberi yollar mıydı? Cüz’î akıl, şimşek parıltısı gibidir; şimşeğin verdiği aydınlıkla Vahş (şehrine) erişebilir misin hiç? Şimşeğin ışığı, yol göstermeye yaramaz; o «ağla» diye buluta bir emirdir. Bizim akıl şimşeğimiz de ağlamak içindir; yokluğun, varlık iştiyâkıyla ağlamasına yarar. Çocuğun aklı, «yazı yazanların etrafında dön, dolaş» der ama insan, kendi kendisine bir şey öğrenemez. Hastanın aklı hastayı doktora çeker, götürür; lâkin kendisi, derdine derman olamaz.” (4/3310 vd.)
Akl-ı meâd, yani rûhumuzdaki akıl ise sentezcidir. Olayları ve olguları, yüksek bir güçle ve bir bütün olarak algılar; başka bir deyişle resmin bütününü görmek ister. (Ancak zevk hâlinde kaydettiği bilgileri, sezgi ve heyecanları, akl-ı cüz’î gibi hemcinslerine normal dille aktaramaz.) O; hikmetin, yani görünen, bilinen olguların ve olayların arkasındaki görünmeyen, bilinmeyen bağlantıların, ortak noktaların peşindedir. Rûhumuzda o bütünü gösterecek ışık mevcuttur. Esasen bu bahis, Mesnevî’nin en önemli konularından biridir Hazret-i Mevlânâ, bu iki aklın karşılaştırmasını, «Karanlık Odadaki Filin Tarifi» hikâyesinde veciz bir şekilde şöyle anlatır:
“Hintliler halka göstermek üzere bir fil getirip karanlık bir ahıra koydular. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı. Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkânı yoktu. O, göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde, file ellerini sürmeye başladılar. Birisi eline hortumunu geçirdi; «Fil bir oluğa benziyor.» dedi. Başka birinin eline kulağı geçti; «Fil bir yelpazeye benziyor.» dedi. Bir başkasının eline ayağı geçmişti, dedi ki: «Fil bir direğe benziyor.» Bir başkası da sırtını ellemişti; «Fil bir taht gibidir.» dedi. Herkes, neresi eline geldiyse, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya koyuldu. Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi dâl dedi, öbürü elif. (Fakat) herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki ayrılık olmazdı. Duygu gözü, ancak ele avuca benzer; avuç bütün fili birden kavrayamaz ki! Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başka… «Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen!» Köpükler, gece-gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete geçirir. Fakat ne şaşılacak şey ki sen köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun!.. Biz, gemilere benziyoruz. Apaydın denizin içindeyiz de gözlerimiz görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz. Ey ten gemisine binmiş, uykuya dalmış adam! Denizi gördün ama, asıl denize bak! Denizin de bir denizi var; onu sürüp durur. Rûhun da bir rûhu var, onu istediği tarafa çeker çevirir.” (3/1259 vd.)
Görüldüğü üzere bedene ait olan akl-ı cüz’înin karakteristik özelliği, kendini beğenmek; Allâh’a ulaşan rûhumuzdaki büyük aklın karakteri ise hayran olmaktır.
Şunu da belirtmeliyiz ki bütün bu anlatılanların şahsî, ailevî, içtimâî hayatımızda yansımalarını görmek elbette mümkündür. Meselâ dünyadaki gelişmelere dair global ölçekte sistematik bir bakışınız, genellemeleriniz ve öngörüleriniz yoksa, dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen bir olayı, bütünü içerisinde, tutarlı bir şekilde yorumlamakta güçlük çekersiniz; bu hikâyedeki gibi çelişkili, hattâ gülünç hâllere düşebilirsiniz. Kezâ insanlarla iletişim kurmada ve eğitimde de durum bundan farklı değildir.
O hâlde bedenimizdeki akıl ve bilgi kadar, rûhumuzdaki büyük akla da ulaşmanın yollarını aramak ve o ışık sayesinde bütün-parça dengesini kurabilmek kaçınılmazdır. Yazımızı yine Mesnevî’den beyitlerle bitirelim:
“Bu nücûm ve tıp bilgileri, peygamberlerin vahiyleridir. Yoksa akıl ve duygunun, o tarafa nereden yolu olacak? Cüz’î akıl, (kendi kendine bir şeyden) hüküm çıkarabilecek akıl değildir. O, ancak (fen sahibinden) fenni alır; öğrenmeye muhtaçtır. Bu akıl, öğrenmeye ve anlamaya kabiliyetlidir ama; bunu ona vahiy sahibi öğretir. Bütün sanatlar, şüphe yok ki önce vahiyden meydana gelmiş; fakat sonra akıl, onların üstüne bir şeyler katmıştır. Dikkat et de bak! Bizim bu aklımız, hiçbir sanatı, usta olmadan öğrenebiliyor mu? Hile ile kılı kırk yarar ama, usta olmadıkça hiçbir sanatı elde edemez. Sanat bilgisi, bu akılla olsaydı, ustasız bir sanat öğrenilirdi elbette… (4/1294 vd) Allah, bir an için akıldan yardımını kesti mi zekâ sahibi olan (o) akıl, aptallaşır kalır. (5/3750) Îmana mensup akıl, âdil bir bekçiye benzer; gönül şehrinin muhafızıdır, hâkimidir (o).
Bahtı yâver ve tâlihi kutlu olan kişi bilir ki akıl ve zekâ taslamak iblistendir, aşk ise Âdem’den! Akıl ve zekâ, denizde yüzgeçliğe benzer. Bunlardan azı kurtulur; (çoğunun) sonu ise boğulup gitmektir. Yüzgeçliği bırak, büyüklenmekten vazgeç… Bu ırmak değil, dere değil, denizdir deniz! Hem de öyle sığınılacak yeri olmayan uçsuz bucaksız bir deniz ki yedi denizi bir saman çöpü gibi kapıverir! Aşka gelince; o seçkin erler için gemiye benzer. Gemiye binen kişinin bir âfete uğraması nâdirdir, çoğu zaman kurtulur. (…) Ken‘an gibi gemiden baş çekme. Ona da keskin zekâsı bu gururu vermiş, (kendisini) aldatmıştı. «Ben, büyük bir dağın üstüne çıkar kurtulurum, neden Nûh’a minnet edeyim?» dedi. A akılsız, nasıl olur da onun minnetini çekmezsin? Allah bile ondan râzı olmakta! Nasıl olur canımız, ona minnettar olmaz! Allah bile onun şükrünü, minnetini makbul saymış! Keşke o yüzme öğrenmeseydi de Nûh’un minnetine katlanıp, gemiye girmeyi arzu etseydi. Keşke çocuklar gibi hile bilmez olsaydı da onlar gibi anasına sarılsaydı! (4/1402 vd.)
Ey yiğit; akıl, şehvetin zıddıdır! Şehveti dokuyan akla «akıl» deme! Şehvete mağlûp olana «vehim» de. Vehim, kalp (sahte) akçadır; akıl ise hâlis altın. Vehimle akıl, mihenk taşı olmadıkça meydana çıkmaz. Tez ikisini de mihenk taşına vur! O mihenk ise Kur’ân’dır, peygamberlerin hâlleridir. (4/2301 vd.)
YÜZAKI DERGİSİ