Hazreti Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (rh.a)

Hazreti Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (rh.a)

Hz. Mevlânâ, hakīkati aramak ve ona ihtiyaç duyabilmek hassasından mahrûm bir halde bu dünyâda yaşayanlarla ilgili, çok önemli ve çarpıcı bir tesbitte bulunuyor: “Cemâl-i Bâkī’nin aşk u muhabbeti dışında herşey bir azaptır. Ölüme doğru giderken âb-ı hayattan mahrum kalmak azaptır.” Bu görüş, Hz. Mevlânâ’nın öğretilerinin ana arterlerinden bir tânesidir.

İslâm velîliğinin özü, kendisini liderlikte değil, tâbiyette gösterir. Hz. Mevlânâ’nın söylediği gibi: “Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum ve Kur’ân’ın kölesiyim.” Yavuz Sultan Selim Han 9. Osmanlı Pâdişâhı, bu destansı varlık infâkını şu beytiyle anlatır: “Pâdişâh-ı ālem olmak bir kuru kavga imiş/Bir velîye bende olmak cümleden ālâ imiş.

Günümüz dünyâsında bu ihtiyaç bütün berraklığıyla açığa çıkmış bulunuyor. Velîlere mürâcaatın nasıl bir āciliyet kazandığı konusu günümüzde ācilen müzâkere edilmesi gereken bir konu.

Bugün yaşadığımız zorlukları aşmak için Hazreti Mevlânâ’nın hikmetli nasīhatlerinden son derece fayda görmekteyiz. Başka deyişle modern çağımız Hazreti Mevlânâ’nın irfânına muhtaçdır.

O bizlere muhteşem öğütte bulunuyor: “Ey îman cevherini bir ekmeğe değişen kişi! Ey gönül mādenini bir arpaya satan kişi! Nemrut, İbrâhîm’e gönül vermedi de sonunda canını bir sivrisineğe verip gitti.”

Biz Erhamü’r-Râhimîn olan Allah Teālâ’ya gönül vermedik, sonunda bir virüs yayıldı ve ağır bir musībete duçâr olduk.

“Sıhhat ve servet Allah ile insan arasında en büyük engeldir.” İbret nazarıyla bakıldığında bu salgın, büyük imtihan vesîlesi olan servet ve sıhhati insanlıktan uzaklaştırmakla Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm Rabbimizle samîmiyetimizi kuvvetlendirme fırsatı sundu.

‘O, sizinle berâberdir’ müjdesi O’ndan gelir. Bu müjdeyle gönülden kıvılcımlar saçılır. Kendini bilmediğin için rahat değilsin sen. Kendini bir tanısan, başka kapı çalmazsın sen.” Salgın hastalıktan dolayı karantina şartlarına mecbur kaldık. Müslümanlar için tek başına kalmak bir halvettir, bir ītikâftır.

“Ey kardeş! Sen Allâh’ın emrine ve aziz Peygamberimiz’in sünnetine uy da, ten Ebu Cehil’inden ve nefsânî isteklerden kurtul.” İçe dönme ve yüzleşmenin en mühim gāyesi; kişinin kendisiyle barışık olması, iç huzūra, dengeye, güvene ve özgürlüğe ulaşmasıdır. Ītikâfın amacı, kendini bilmektir. Hadîs-i Şerîf’e göre “Kendini bilen Rabbini bilir.” Ītikâfın nûruyla şeytan mahvolur. İnfak ahlâkı şeytānın üstesinden gelir.

Velîler, Nûr-ı Muhammedî’ye gark olmuş, onda gaşy olmuşlardır. Onlar, O’nun nûruyla görürler. Velîlerin sözleri onların boğazlarından değil, Allah’tan gelir. Velîler nûr ile irşâd eder, kelimelerle değil.

Bir velînin dudaklarından vahy-i ilâhî bir aşk çağlayanı hâlinde dökülür:

“Velîlerin sözleri âb-ı hayatla dolu, saf, dupduru bir ırmak gibidir. Fırsat elde iken ondan kana kana iç de gönlünde mānevî çiçekler, güller açılsın.”

“Sen aklını başına al da, velîlerin öğütlerini canla başla dinle! Dinle de, üzüntüden, korkudan kurtul, mānevî rahata kavuş, selâmete eriş!”

Allah Teālâ, Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh’a yönelenlere gelince, onlar için büyük bir müjde vardır! Öyle ise kullarımı müjdele! Onlar ki, sözü dinlerler de onun en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allâh’ın kendilerine hidâyet verdiği kimselerdir ve işte onlar, (gerçek) akıl sāhiblerinin tâ kendileridir.” (Zümer, 17-18)

Bu dünyâ âhir zaman tecellîlerinin derin etkisi altındadır. Ahlâkī, siyâsî ve iktisādî olarak bir iflas söz konusu. İnsan, insânî değerlerini felce uğratıyor, kendisini fıtratından mahrum bırakıyor. Cehâlet ateşini irfan suyuyla söndüren İslâm’ın son Peygamberinin ümmeti olduğumuz, yāni rahmet kaynağına sāhip olduğumuz halde, bugünlerde en değerli insânî sıfat olan ‘edeb’i kaybettik. Bu hâlimizle dünyânın içinde bulunduğu cehâlet ateşine biz de kapılıyor, belki de bu şekilde cehâlet ateşinin daha çok harlanmasına katkıda bulunuyoruz.

“Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyâyı ateşe vermiş olur. İçine kasâvetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir. Edepten dolayı bu felek nûra gark olmuştur. Yine edepten dolayı melekler māsum ve tertemiz olmuşlardır.”

Hz. Mevlânâ insanoğlu için mükemmel bir velâyet örneğidir. Aşkın, insan varlığının ilhâmı olduğunu ve insanı otomatik olarak yaratılış sebebi olan Hz. Peygamber Efendimiz aleyhi’s-salât ü vesselâm’a kuvvetli ve kesin bir şekilde çektiğini göstermiştir. “Ben peygamberin yolunun tozuyum” diyerek aşk ve tākībin hayâtındaki en önemli düsturlardan olduğunu isbât etmiştir. O’nun yolunun tozu olmak, Allâh’ın yolu sırât-ı müstakīmin en muhteşem tārifidir. Çünkü bu, İslâm’ın ana mesajıdır. O’nun yolu tozu olunduğu zaman, “Namaz gözümün nûrudur” diyen O zâttan ibâdet etme zevkini tevârüs etmiş oluruz. Onun yolu tozu olunduğu zaman, “Affet, onlar bilmiyorlar” diyerek, sonsuz bir şefkat ve sınırsız bir tevâzunun en güzel örneğini sergileyen O zâttan bu en değerli iç hazîneleri tevârüs etmiş oluruz. Onun yolu tozu olunduğu zaman, O bütün insan iyiliğinin mādeni, fakirlerin sığınağı, zayıfların dostu ve Allâh’ın sevgilisi olan O benzersiz güzele ve insanda mündemiç olan bütün ihsan ve iyilik şuurunun yegâne merkezi ve menbaı olan kalbine köle oluruz.

“Allah kimin kalbini İslâm’a açmışsa o Rabbinden bir nûr üzeredir.” (Zümer, 22)

Allah Teālâ’nın nûrundan hâlâ bîhaberiz. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Seçilmişin gözünde, aşk muazzam bir ebedî nurdur. Hâlbuki sıradan insan onu yalnızca biçim ve şehvet olarak görür.” Ümmet-i Muhammed olarak ‘Bir Nûr indirdik’ âyetinin muhātabıyız. Özellikle edepten yoksun olmamız sebebiyle karanlığı tercîh eder olduk, hattâ buna alıştık, öyle ki nurdan korkar hâle geldik. Dolayısıyla Müslümanlar için asıl tehlike, bizdeki Hakk’ın ortaya çıkmasına ve İslâm’ın nûrunun parlamasına engel olan şeylerdir. Çünkü bizler Hakk’ı büsbütün ortaya çıkarıp bâtılı yok edecek İslâm nûrunun vârisleriyiz. Allâh’ın bize nasîb ettiği bu İslâm nûrunun kıymetini bilmememiz ve ona gerektiği gibi sāhip çıkmamamız büyük gafletimizdir.

Mü’minler her zaman Allâh’ın nûruna muhātaptırlar. Akıl-mantık bu işin içinden çıkamaz. Hz. Mevlânâ muazzam bir şekilde dile getiriyor:

“Ahmakça mantığını Hakk’ın nûru karşısında ilk ortaya atan İblîs idi. Dedi ki: ‘Şüphesiz ki ateş topraktan daha hayırlıdır. Ben de ateşim. Âdem ise kara renkli çamurdan.’ (A’raf, 12.)

Âdem’i bir beden olarak gören kaçtı da onu mûtî bir nûr olarak gören secde etti.”

Kişi dünyâdan kopabildiği ölçüde Hakīkat’a olan ihtiyâcı, hasreti ve susuzluğu artar, âhireti özler. Açlık gönüldeki kiri-pası yakar eritir, Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm’a giden tıkalı yolları açar. Açlık bütün mānevî hastalıklarımıza şifâdır. Bütün sıkıntı, bunalım, belâ, depresyon ve korkularımıza dermandır. Açlık; dünyâ içinde dünyâdan oruç tutmak ve dünyevî lezzetlere olan arzuyu, ilâhî özlem ve vuslat hasretine dönüştürmektir. Hz. Mevlânâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Gerçekten açlık ilaçların sultānıdır. Açlığı rûhuna yerleştir; onu hor görme! Açlık hoşa gitmeyen her şeyi hoş hâle getirir, fakat onsuz, tüm güzel şeyler geri çevrilir.”

Hakīkate olan ihtiyâcımızın farkına erişebilmek için ilâhî susuzluğumuzu artırmalıyız, çünkü makāmımızı gerçek bir mü’mininkine yükselten, ilâhî susuzluğun hissiyâtıdır.

Hz. Mevlânâ bizlere şöyle seslenmektedir: “Deniz, ölmüş adamı başının üstünde gezdirir. Eğer denize diri biri düşerse, içinde batmaktan nasıl kurtulur? İşte bunun gibi; sen beşer sıfatlarından öldüğün vakit, ilâhî sırların denizi de seni başının üzerinde taşır.”

Teslîmiyet gösteren kişi nasıl denizde boğulmazsa; sırât-ı müstakīmden sapmaz. Teslîmiyetin bir muhabbet işi olduğunu anladığımız anda hakīkī özgürlüğe kavuşacağız, çünkü en büyük özgürlük Allâh’a köle olmaktır. Gerçek şudur: Şeytan ve kendi nefislerimize kukla olduk. Asıl kölelik nefse köleliktir. Zulümlerden, zālimlerden, firavunlardan kurtulduğumuz zaman özgür olamıyoruz. İnsanın asıl özgürlüğü arzularından, dürtülerinden, kendi zulmünden kurtulmasıdır.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’de tövbe bir ana konudur:

“Allah, yardım etmek dilerse bize yalvarmak ve münâcâtta bulunmak meylini verir. Onun için ağlayan göz ne mübârektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir. Akarsu neredeyse orası yeşerir; nerede gözyaşı dökülürse oraya rahmet nâzil olur. Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı… Merhamete nâil olmak istersen zayıflara merhamet et!”

“Âdem, Allâh’ın gazabından gözyaşları dökerek kurtulabildi. Pişman bir insanın sözleri gözyaşları olmalı. Âdem dünyâya ağlayarak, mâtem ve hüzünle indi. Gözyaşlarından beslen ve bulutlar ve güneşle de kalbindeki cennet ateşi ferli dursun. Bu dünyâ ekmeğinden hoşlandığın sürece bir āşığın gözyaşlarının kıymetini nasıl takdîr edesin? Kur’ân’da buyruldu: “Rabbimiz! (Biz) kendimize zulmettik, artık bize mağfiret etmez ve bize merhamet etmezsen, mutlakā hüsrâna uğrayanlardan oluruz.” (A’raf, 23.)

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî ölüm hakkında şöyle diyor:

“Ölümde insaf ve din ehline bir başka hayat vardır.

Temiz can ölümle huzūr ve sükûn bulur.

Ölüm, Hakk’a kavuşmadır; cefâ etme ve kin gütme değil.

Ancak adam olmayan her gün ölür, derdi de budur.”

Aşkın en büyük hâli ölüme olan aşktır. Āşıklar ölünce bir ömür yaratılmışlıkla ayrı kaldıkları Sevgili’ye kemâl ile vuslat ederler. Onların ölümü o yüzden bir Şeb-i Arûs’tur. Bu sebepledir ki Mevlânâ Celâleddîn Rûmî kendi ölümünü ‘Rabbiyle Düğün Gecesi’ olarak tanımlamaktadır.

“Eğer şekilde kalırsan sen bir putperestsin. Şeklin ötesine geç ve mānâyı yakala!” Peygamber Efendimiz aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm, “Dünyâ; mü’minin zindânı, kâfirin cennetidir.” buyurmaktadır. Evliyâlar, āşıklar, sıddîklar için yeryüzündeki iş, varlık zindânından çıkmayı temsîl eder. Gönül sultanları, Allah dostlarının ölümünün kılıcın kınından çıkması gibi özgürleştirici olduğunu söylerler. Ölüm ânında bedenden ayrılan ruh, kendisine āit bütün kuvvet ve ihtişâmıyla parlar.

İnsanların yaşayabileceği ilâhî dostluğun zirvesi Hz. Mevlânâ ve Hz. Şems-i Tebrizî ile sembolize edilir. Denilir ki, bu iki koca āşık bir araya geldiğinde “merace’l-bahreyn”, “iki denizin bir araya gelmesi” sırrı zuhûr etmiştir. İlâhî aşk iki insan arasındaki ilişkinin sebebi olduğunda anlaşılamaz boyutlar görüyoruz ve hakīkī aşkın bu dünyâda yaşanmak için uygun olmadığı trajik gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz.

Şems ile tanıştıktan birkaç sene sonra Hz. Mevlânâ teni bembeyaz, bitmiş ve tükenmiş haldeydi. Etrâfındaki meraklı talebelerden biri sordu: “Şems’den ne öğrendiniz ki böyle perîşân oldunuz?” Hz. Mevlânâ: “Şems bana birşey öğretti; yeryüzünde bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sāhip değilsin. Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var, artık ısınamıyorum.”

 

https://yenidunyadergisi.com/blog/hazreti-mevlana-celaleddin-rumi-rha