Hz. Mevlânâ”ya Göre Seyr ü Sülûk
Osman Nuri Küçük
Mevlânâ”ya göre varlıktaki her şey sûret-mânâ sarmalı üzerine yaratıldığından, insan da bu ilkeden nasibini almıştır. Kevnî zevciyet diyebileceğimiz yaratılıştaki bu sünnetullaha binâen insanda Mevlânâ”ya göre iki “ben” algısı bulunmaktadır. Bunlardan ilki; insan varlığının sûretine yönelik olup onun maddî kısmından yani beş duyusundan ve bu duyuların donelerini yorumlayan zihinsel süreçten beslenen ve insan “ben”ine ilişkin fiziksel imgelemi ifade eden mahsûs ben algısıdır. “Sıradan insan”ın yüzeysel algısından neşet eden bu benlik tasarımı, Mevlânâ”ya göre zaman ve mekân kayıtlarıyla sınırlı olduğundan aynı zamanda mahdûttur.
Mevlânâ”ya göre insan varlığının derûnunda can, rûh, mânâ, nefha-yı Rabbanî ve can İsa”sı gibi kavramlarla atıfta bulunduğu mânâyı/metafiziği algılayabilen bir yön daha bulunmaktadır. Mevlânâ, üslûbu gereği terimsel düzlemde kullanmasa da insandaki bu benliği ene-yî ezel ifadesiyle dile getirir. Mânâya taalluk eden bu ezelî ben, maddî yönün bağlı olduğu zaman, mekân ve diğer esbâp ile mukayyet olmadığından insanın “sınırsız/sonsuz ben”idir.
İnsanın hakîkatini teşkil eden yön Mevlânâ”ya göre ene-yî ezelîdir. İnsanın sûrete yönelik benlik algısı, onun bu “hakîki ben”ini perdeleyerek çarpık bir benlik tasarımı meydana getirir. Mevlânâ”ya göre bu benlik tasarımı imkânî bir varlığa dayandığından esasen mevhûm bir benlik algısıdır. Zira Mevlânâ”ya göre sûret, gerçekte bir vasıtadır ve zorunlu mânânın yansımasıdır. Sûretin; mânâyı ihâtadaki acziyet ve yanıltıcılığından dolayı Mevlânâ”ya göre insanda böyle bir benlik vehmi meydana gelmektedir.
Sâlikin hakîkat arayışı anlamındaki seyr ü sülûk kavramı, tasavvufî düşüncede bir sûfînin tasavvuf yoluna girmesiyle başlayan ve Allah”a giden manevî yoldaki ilerleyişini ve ahlâkî tekâmülünü tavsif için kullanılmaktadır. Mevlânâ”ya göre sülûk, temelde bir benlik dönüşümü sürecidir. Bir takım davranış ve eylemlerle desteklenen bu süreç sonunda kişinin şahsiyetinin, ilahî arketipinde erişebileceği en yüksek merhaleye yükselmesi öngörülür. Mevlânâ bu süreci geleneksel mi”rac sembolizminden hareketle açıklar. Bir benlik transformasyonu olarak görülebilecek bu mi”rac, Mevlânâ”ya göre takdir edilmesi halinde varlığın membaı olarak görülen ve kârgâh-ı Huda olarak nitelediği Tanrısal eylem boyutu olan “yokluk/adem/mâna” boyutuna yücelerek gerçekleştirilebilir. Her kâmil insan, bu mi”râc ile kendi varlık potansiyelinin zirvesine ulaşmaktadır.
Tasavvufî düşünce geleneğinde, “Bir”den zuhur eden kesretin, tekrar o “Bir”e döndüğü, manevî âlemden maddî âleme gelen rûhların, sülûk ile tekrar ilk ve aslî vatanlarına gittikleri şeklinde döngüsel bir işleyiş öngörüldüğünden, Mevlânâ”ya göre her insan, farkına varmasa da kendi aslına doğru ilerleyen birer yolcudur. Sâlik ise bu yolculuğun farkına vararak “yol”u manevî bir farkındalık ile aşmaya çalışan kişidir. Mevlânâ”ya göre sâlik, bu yoldaki benlik mi”racını ilahî simyâ diye nitelediği sülûk sürecinde kendi mevhûm ve mahdût benliğini ilahî nûr potasında eritip ezelî ben boyutuna eriştirerek gerçekleştirebilir.
İnsanın sûret varlığının, mânâsından izler taşıması nedeniyle Mevlânâ”ya göre insanın fiziksel ve manevî gelişimi arasında paralellik bulunmaktadır. İnsan, bu hususları doğru yorumlayabilirse manevî gelişimine dair önemli ipuçları elde edebilir. İnsan ihtiyaçlarındaki hiyerarşiye işaret eden Mevlânâ”ya göre fiziksel kemâl, beraberinde manevî tekâmülü de getirmelidir. Kemik yaşları ilerlemesine rağmen manevî gelişimlerinde herhangi bir terakkî gösteremeyenleri, sülûk yolunun çocukları olarak niteler ve bu tür insanların bir varlık cerîmesi içinde olduklarını belirtir.
Mevlânâ”ya göre insan, kendi mevhûm benliğinin istek ve arzuları içinde yaşadığı sürece mezkûr anlamda bir benlik dönüşümünü tahakkuk ettiremez. Bu dönüşümün yaşanacağı keyfiyetsiz boyut, Mevlânâ”ya göre Kârgâh-ı Hudâ olarak nitelediği varlık ötesi “yokluk, hiçlik (adem, nistî)”, âlemidir. Bu yüzden Mevlânâ”nın önerdiği sülûk uygulamalarının temelinde sâlikin kendini, bu ilahî işyerine eriştirme gayesi bulunmaktadır. Bu yücelmenin şartını sâlikin yokluk âlemine ehil hale gelebilmesinde gören Mevlânâ, bunun yolunu da sûret/mevhûm benliğin arzu ve ihtiraslarından tümüyle uzaklaşmakta görür. Diğer bir ifadeyle bedenin hazları, ilkel benliğin arzu ve dürtüleri, sâlikin tümüyle kontrol altına alması gereken yönüdür. Bu doğrultuda sâlik, gönlünü tüm bu şeylerin sevgisinden arındırmalıdır. Mevlânâ”ya göre bu uzaklaşmanın ideal düzeyi, fenâ ve istiğrâk hâlinde yaşanır. Sâlik, bu merhalede ezelî benliği ile yüzleşir ve ilahî bir inşâ ile benliği yeniden inşâ edilir. Binâenaleyh Mevlânâ”nın sülûk metodunu, fenâya erişme metodu olarak görmek ve adlandırmak mümkündür.
Mevlânâ, bu sürecin sonunda kazanacağı mükafatlar konusunda sâliki bilinçlendirmekte ve sülûk yolunun başlıca tehlikelerine karşı uyarmaktadır.
İnsan, tasavvufî düşünce geleneğinde hem mülk hem de melekût âlemini kendinde toplayan câmi bir varlık olduğundan, bu âlemlerin unsurlarını da mikro planda kendi varlığında barındırır. Bu gelenek doğrultusunda Mevlânâ, gönlü melekût âlemindeki arşın, insan varlığındaki mukabili olarak görmektedir. Mevlânâ”nın üzerinde ısrarla durduğu gönül/kalp, insan göğsündeki kan pompalayan et parçası olmayıp rûh-beden arasındaki ilişki gibi bu et parçasına keyfiyetsiz taalluku bulunan ve insanın tüm varlığının hakîkatini barındıran Rabbanî bir latîfedir. Mevlânâ”nın anlatımlarında bu latîfe, insanın hayatta iken oluşturduğu şahsiyet ve kimliğini ihtivâ eden bir nüvedir. Binâenaleyh Mevlânâ”ya göre gönül, insana verilmiş hazır bir yetiden ziyade, oluşturulmayı bekleyen bir potansiyeli ifade etmektedir. Her insan, yaşam boyu yaptıkları ile kendi varlığının mikro nüvesini teşkil eden gönlüne şekil vermektedir.
Sülûk sürecinde sâlik, kendi varlığının derûnuna yönelir ve kendi hakîkatini bilir. Kendi hakîkatîni bilme irfânı ise Mevlânâ”ya göre gönle gerçekleştirilecek bir iç arkeoloji ile tahakkuk ettirilebilir. Çünkü gönül Mevlânâ”ya göre “kenz-i mahfî” kudsî hadisinde işaret edilen ilahî nuru mahlukât içinde istiâp edebilecek potansiyele sahip yegane şeydir. Ancak Allah”ın tecellî edeceği arş tabiatlı gönül, Mevlânâ”ya göre Allah”ın dışındaki her şey (mâsivâ)”den temizlenerek ilahî nurun mazharı hâline gelmiş kâmil insanın gönlüdür. Sâlikin, sülûk sürecindeki gayesi, ilahî nura mazhar olabilecek düzeyde bir temizlik ve saflığa erişmiş kâmil gönül oluşumunu gerçekleştirmektir. Mevlânâ, her insanda potansiyel olarak bulunan ancak kâmil insanda işlevsel hâle gelen, Allah”ın dışındaki her şeyden temizlenmiş ve oluşumunu tamamlamış gönül düzeyini tasavvufî düşüncedeki geleneksel ayna sembolizminden hareketle îzah eder.
Mevlânâ”ya göre, ölüm موت)), müşâhede makâmına ulaşmak anlamında kullanıldığından sâlik, “sıradan” insanların, biyolojik ölüm ile mecburen görecekleri şeyleri, daha hayatta iken müşâhede edebilir. Bu müşâhedenin yolunu sûfî gelenekteki irâdî mevt düşüncesinden hareketle açıklayan Mevlânâ, sâlikin, içinde bulunduğu hayat sanrısından kurtulabilmesi ve fenânın tahakkuku için ihtiyârî ölümü zorunlu görmektedir. Sâlik, irâdî olarak tatbik edeceği sülûk uygulamaları sayesinde mevt-i irâdîyi gerçekleştirmesi durumunda tabiî ölüm ile yüzleşeceği hakîkatleri hayatta iken müşâhede edebilir.
İhtiyârî mevt, tabiî ölüm gibi biyolojik/fiziksel bir yıkım ve tahrip içermez. Bundan kasıt; sâlikin kurtulması istenen benliğinin kötü vasıflarına yönelik, “sıradan” insanî bene ait ego merkezli kişilik niteliklerinin yok edilmesidir. Mevt-i irâdî ile sâlik, bir anlamda bireysel insanî sınırlarına ölmek sûretiyle, ilahî cemâl ve kemâlin sonsuz güzelliğine ve ezelî beninin sonsuzluğuna doğar. Vilâdet-i sânî (ikinci/manevî doğum) da denilen bu doğuş olmaksızın fenânın tahakkukunun mümkün olmadığını belirten Mevlânâ, buna binâen ihtiyarî mevti fenâya giden sülûk basamaklarının nihaî basamağı olarak niteler.
Sülûk sürecinin bir davranış değişim süreci olmasına binâen Mevlânâ, insan davranışlarının değişimi üzerinde durmaktadır. Bununla bağlantılı olarak düşünceyi, insan eylemlerinin atası olarak gören Mevlânâ, herhangi bir davranış veya eylemi vücuda getirmesi istenen sâlikin, sahip olduğu zihinsel arka plan üzerinde önemle durmaktadır. Bu zihinsel teşekkül, Mevlânâ”ya göre sülûk süreci boyunca sâlikin aklından çıkarmaması gereken başlıca prensipler olarak görülebilir. Bu prensipler, aynı zamanda sülûk süreci boyunca sâliki motive eden bilinç unsurlarıdır.
Mevlânâ”ya göre sâlik, bir takım uygulama ve merhalelerden geçerek sülûk yolunda terakkî etmektedir. Bu aşamaların ilkinde sâlik, hayatın kendisine sorduğu derin ve anlamlı sorular sayesinde kendi varlığı dâhil tüm varlığın, görünen sûretinin ardındaki “mânâ”yı fark etmeye başlar. Kişinin gönlünde hayatının sonraki bütün kısımlarını kuşatan ve değiştiren kapsamda bir manevî uyanış gerçekleşir. Manevî uyanış, sâliki hissettiği bu derin mânâyı talep ve arayışa yönlendirir. Bu aşamada sâlik, doğrunun farkına varınca sürdürdüğü yanlışlardan kesin bir kararlılıkla vazgeçerek tevbe eder ve doğru olana yönelir.
Sülûk süreci bir anlamıyla ahlâkî tekâmül süreci olduğundan bu süreçte sâlik, benliğinin kötü vasıflarını tezkiye eder; sahip olunması gereken erdemleri kuşanır. İlkel benliğinin tezkiye ettiği her bir kötü huyuna karşılık arketipini Allah”ın sıfatlarında bulan iyi huylarla donanır.
Çoğunlukla insan, kendi davranışlarını ölçebilecek mihenk taşına sahip olmadığından ve kendi hatalarına öz çocuğu gibi muamele ettiğinden Mevlânâ”ya göre sâlik, doğasında potansiyel olarak var olan ve hayat sürecinde pekiştirilen manevî hastalıklarından ancak gönül hekimi diye nitelediği kâmil bir pîrin rehberliği ile kurtulabilir. Kâmil pîr, Mevlânâ”ya göre bir yandan sâliki, aradığı hakîkate eriştirecek bir vasıta iken diğer yandan bu amacı tahakkuk ettirmesi bakımından hakîkatle özdeş bir araçtır. Binâenaleyh Mevlânâ”nın sülûk anlayışında sâlik için bir pîrin rehberliğinden istifade, hemen hemen zorunludur.
İnsan, içinde bulunduğu grup veya sosyal sınıfın davranış ve tercihlerinden olumlu yahut olumsuz şekilde etkilendiğinden Mevlânâ, sâlikin kâmil pîri ile sohbeti yanında yol arkadaşlarının önemi üzerinde de durmaktadır. Doğru tercih edilen yol arkadaşının bu süreçte sâlik için önemli bir motivasyon kaynağı olduğunu belirtmektedir.
Sülûk sürecinde sâlike hâkim olan, onu motive edici temel unsurlar dikkate alındığında Mevlânâ”nın sülûk evrelerini “zühd” ve “aşk” başlıkları altında tasnif etmek mümkündür. Zühd aşaması, sâlikin mevhûm benliğin arzularını kontrol altına almak için girişilen mücâhede evresine karşılık geldiğinden ve nefsânî arzulara bu evrede sürekli muhalefet edildiğinden sâlik, zühd aşamasında yoğun bir iç huzursuzluk yaşar. Mevlânâ”nın sülûk anlayışında zühd evresinin başlıca mücâhede unsuru riyâzattır. Riyâzat sâlikin, nefsinin arzularını kontrol altına alıp kendini disipline edebilmek ve manevî gıda ile feyizlenerek bedeninin “mânâ”yı hissedebilecek bir letâfete ulaşabilmesi için vücûdunun temel ihtiyaçlarından fıtrî ihtiyaç miktarı ile yetinmesidir. Sülûk sürecinde varlık ötesi bir boyut ile iletişime geçileceğinden sâlik, cismanî varlığına riyâzat ile letâfet kazandırarak kendini bu iletişime hazırlar. Riyâzat sayesinde sâlik, nefsanî arzularının gönül ve zihni üzerinde meydana getirdiği çarpıklıkları görerek onları kontrol etme hususunda tedricen uzmanlaşmaya başlar.
Mevlânâ”ya göre sâlikin, eşyânın ardındaki hakîkati görebilmesi, gönlün bir yetisi olan basîret ile sağlanabilir. Ancak gönlün bu yetisi zikr, ibadet ve halvet gibi uygulamalarla işler hale getirilmelidir. Yapılan zikrin lisanda kalarak gönül üzerinde istenen tesiri meydana getirmemesi durumunda Mevlânâ”nın sâlike tavsiyesi yine riyâzattır. Riyâzat ile gönlünü temizleyip zikr ile gönlündeki basiret ve tefekkür melekesini açan sâlik, niyâz ve dualarına eşlik eden gözyaşları ile gönlünü olgunlaştırmaya, gönül katılığını gözyaşları ile yumuşatmaya devam eder.
Sâlikte ana tema olarak korkunun hâkim olduğu zühd aşaması Mevlânâ”ya göre, önemli olmasına rağmen nihayetinde yerini ilahî aşka ve irfâna bırakmalıdır. Zira Mevlânâ”ya göre zühd evresinde yapılanların amacı gönülde ilahî aşkın uyanmasını sağlamaktır. Aşk ile sonuçlanmayan bir zühd, bu yüzden Mevlânâ”ya göre kısırdır ve sâliki hakîkate eriştiremez. Zühd evresindeki iç huzursuzluk aşk ile erişilen rızâ sayesinde harmoniye dönüşmeden sâlik, mevhûm benliğine ait unsurlardan tümüyle temizlenemez. Bu yüzden Mevlânâ”ya göre sülûk yolundaki gerçek ilerleyiş, aşk ile başlamaktadır.
Mevlânâ”nın öngördüğü sülûk uygulamalarının ortak gayesi incelendiğinde bu gayenin ilahî aşkın gönülde uyanmasını sağlamak olduğu anlaşılır. Mevlânâ”nın sülûk anlayışında aşkın böylesine imtiyaz sahibi oluşu aşkın sâlikin gönlünü, mâsivâdan temizleyerek onu fenâya ulaştırmadaki rolünden kaynaklanmaktadır. Bu meyanda aşkı, insanın mevhûm varlık gemisini batıran nihâi yüke benzeten Mevlânâ, aşkın, sâliki fenâya yüceltmedeki hayatî rolüne işaret etmektedir. Mevlânâ”ya göre gönülden yükselen aşk ateşi olmaksızın mevhûm benliğe ait sıfatlar yakılıp onların yerine ilahî evsâf ikâme edilemez. Buna binaen Mevlânâ aşk evresine intikal edememiş “zâhid” tiplemesini kınamaktadır. Binaenaleyh Mevlânâ”nın sülûk metodolojisinin zühd uygulamaları üzerine yükselen ancak temel olarak ilahî aşk ve cezbeyi hedefleyen bir sürece dayalı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Mevlânâ”nın sülûk anlayışında zühd ve aşk evrelerini birbirinin zıddı gibi düşünmek yerine yek diğerinin mütemmimi olarak görmek kanaatimizce daha doğrudur.
Mevlânâ”nın sülûk anlayışında zühd evresinin başlıca olgunlaşma aracı nefsin arzu ve isteklerine muhâlefet ve riyâzat iken, aşk merhalesinde bu araçlar yerini dert ve ıstıraba bırakır. Bu meyanda Mevlânâ, ilgili hadisten mülhem olarak manevî yücelik ile çekilen çile ve dert arasında doğrudan bir bağ kurar. Mevlânâ”ya göre kâmil rûhların yüceliği, bu yolda çektikleri çile ve katlandıkları belâlar nispetindedir. Sâlikin gönlünde aşkın uyanması ile başına gelen belâ ve musibetlerin artması Mevlânâ”ya göre eş zamanlıdır. Bu aşamada âşık, sülûk yolunda daha da arınıp yücelmesi için başına gelen birçok belâ ve dert ile imtihan edilir; çektiği çilelerle gönlünü daha da saflaştırır. Böylece benliğinin riyâzat ve diğer sülûk uygulamaları ile erişemediği yönlerini aşk sayesinde temizleme imkânı bulur. Ezelî benliğini çevreleyen hicâplardan bu sayede tümüyle tasfiye olur.
Bu süreç sonunda aşka liyakatini kanıtlayan âşık, ilahî cezbe ile fenâya eriştirilir. Mevlânâ”nın sülûk anlayışındaki cezbe, tasavvufî literatürdeki genel anlamının işaret ettiği müridi meczup eden ve manevî sarhoşluk meydana getiren ve ânlık bir hâl yaşatan, bu yüzden de sahv ve temkîn karşısında pek tercih edilmeyen bir çekimden daha öte bir anlama sahiptir. Mevlânâ”nın sülûk anlayışında aşkın mürâfığı olarak kullanılan cezbe; tüm sülûk uygulamalarının gayesi olan ve sâlikin gönlünü varlık ötesi yokluk (adem/nistî) boyutuna eriştirerek sâlikte tam bir benlik dönüşümünün gerçekleşmesini sağlayan ilahî tecellîyi ifade etmektedir. İlahî cezbe tecellisi ile sâlik, fenâ ve istiğrâk hâlini yaşar. Mevhûm benliğinin tüm evsâfından ilahî bir inşâ ile arındırılır; ayna gönlü tüm varlığın kendisiyle göründüğü bir usturlab-ı Hakk olur.
Mevlânâ”nın kullanımlarında fenâ, aynı zamanda bekâ ve diğer ilahî evsâfı da içeren bir kapsama sahiptir. Sûfîlerce genelde bekânın mukabil ve zıddı olarak değerlendirilen bir hâl olan fenâ, Mevlânâ”nın sülûk anlayışında bundan farklı olarak bekâyı da içeren bir mertebedîr. Diğer bir ifadeyle fenâ, Hakk”ın varlığına nispetle ârife izafe edilen bir isimlendirme iken, diğer mahlukata nispetle fânî olana verilecek vasıf bekâdır. Mevlânâ, sûfîlerce sıkça zikredilen kudsi hadisteki, Allah”ın, kulun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olmasıyla ilgili ifade edilen ve geleneksel olarak kurb-ı nevâfil olarak isimlendirilen ilahî yakınlığın, fenâ merhalesinde gerçekleştiğini ve bu aşamada yaşananların tam olarak tavsifinin de mümkün olmadığını belirtir.
Mevlânâ”ya göre fenâ mertebesi, sülûk sürecinde erişilecek nihaî aşama olması bakımından sülûkun gayesi gibi görülebilir. Ancak önceki aşamalara nispetle sâlikteki asıl benlik dönüşümü bu aşamada gerçekleştiğinden fenâ mertebesini, Cenâbı Hakk”a giden nihayetsiz sülûk yolunun ilk aşaması olarak nitelemek de mümkündür.